ANKARA'DAN BOLU'YA
İkinci kez gidiyordum Ankara’ya. Sabah arkadaşlarımızla otobüsümüzün kalkacağı noktada buluşmuştuk. O gün çok güzel bir gün hâkimdi. Araba gelince ilk yaptığım yolu daha rahat gözleyebilmek için yalnız kalma riskini de göz önünde bulundurarak ön koltuğa oturmak olur. Bugün de öyle yaptım. Otobüsümüz Ankara Kocatepe yoluna çıkmıştı artık. Otobüste önde oturmak bedavamıydı sanki. Değildi. Yolda verilen kahvaltı servisini yapmanın zorluğunu özür dilerim keyfini çıkarttım. Host olmanın en zor yanı araba hareket ederken onun da bardağa meşrubat doldurması olsa gerek. İlk dinlenme tesisinde hemen hazır gelmişken abdestimi tazeleme gereği duyuyoruz gideceğimiz yerde abdest kalabalıktan ötürü alamayacağımızı düşünerek. Ne güzel bir kalabalık var bu tesiste. Herkes abdest alma telaşında çünkü.
Ankara’ya geliyoruz sonunda. Ankara’da bulunduğumuz şehre göre çok kuru, sarı-kahverengi tonlarının ağırlığında bulunan yeşilden mahrum bir şehir. Ama ben yabancı değilim bu manzaraya İç Batı Ege bölümünde olan memleketimden dolayı. Çünkü orası ve çevre iller de aynı burası gibi bozkırda kurulu bir kent. Ulus’ta iniyoruz otobüsten. Bundan sonrasını da metroyla kat edeceğiz yolun.
Kocatepe’ye yaklaştığımız kulağımıza gelen mevlid’de okunan dualardan anlaşılıyordu. Cami öylesine devâsâ bir yapıydı ki görenlerin içini hoplatıyordu. Mimari olarak Türk mimarisinin özgün çizgisinden sapmamış bir tarzda yapılmış. Dehşet verici büyüklük ve ihtişamda yapılmış olmasına rağmen avlunun taşlarının salanlığını görüyoruz. Ki bu mimari daha yarım asırlık bile değil. Ama Osmanlı Devleti’nin yani ecdadımızın yapmış olduğu onca yapı belki 5 asırdan fazla olmasına rağmen, onca deprem görmüş olmasına rağmen hâlâ dimdik ayakta durabilmektedir. Ve zamanımızın teknolojisi olmamasına karşın bu yapılar inşa edilmişler. Belki mimarlarının manevi yapıları ve dönemin manevi yapısından ya da devlet büyüklerinin manevi hislerinden kaynaklanıyordur. Yani kapılar maneviyata açılıyor öyle ya da böyle. Bu kalabalık camiden de işimiz bitince çıkıyoruz.
Tekrar metroyla Ulus’a yöneliyoruz. Şimdi de buradan Ulus meydanına doğru çıkıyoruz topluca. Yolda TBMM’nin ilk binasını da görüp bir fotoğraf çekilmeden olur mu? Buraya gelirken kaldırımda bir dilenci bayana rastlıyoruz. Diyeceksiniz ki hiç mi görmedim dilenci? Gördüm görmesine ama bu bayanın rahatsızlığı çok dikkatimizi çekti. Sadece çekmekle kaldı şimdilik.
Hacı Bayram Veli Hazretlerinin türbesine yaklaşıyoruz. Cami Ankara’nın en güzel tepelerinden birisine yapılmış. Bir yandan Ankara Kalesi’ni görebiliyorsunuz, diğer yandan da güzel bir Ankara manzarası sizi alıyor götürüyor uzaklara. Cami sanatlı bir şekilde yapılmış. Küçük, şirince bir mabet burası. Hemen bitişiğinde de Bayram Veli’nin türbesi bulunuyor. İçeriye giriyoruz, mezarın üzeri kırmızı örtüyle örtülmüş simsiyah bir sarık var başucunda ve yanında da iki küçük mezar daha var ki, bunların talebesi olma ihtimalini düşünüyorum. Herkes O’nun yüce dergâhına el açmış yalvarıyor. Ben de eksik kalır mıyım hiç. Bu mübarek Zât’ın yüzü suyu hürmetine dua dua yalvarıyorum Rahmet-i Sonsuz’a. Bir iki flaş da dışarıda patlatıyoruz. Küçük çocukların güvercinler topluluğunun üzerlerine heyecanla gitmesini seyrediyorum.
Ankara’dan dönüş zamanı gelmişti. Yine Ulus’tan otobüslerimize binip Bolu’ya doğru hareket ettik. Bolu’ya geldiğimizde bu küçük şehrin güzel ve yeşilliği etkilemişti beni. Merkezde ahşaptan yapılmış bir camide soluklanıyoruz bir süre. Ve Gölcük’e doğru hareket ediyoruz. Akşamüzeri olduğu için piknikçiler dönerken bizler aha yeni gidiyoruz, tepeye çıkıyoruz. Sürekli yükseliyoruz. En sonunda da zirvede küçücük bir göl ve ucunda ahşap mimaride yapılmış bir iki katlı villa yapılmış. Su çok temiz. Gün hemen hemen batacak. Suya aksetmiş ışınları.
Ne kadar büyük bir nimet içinde yaşıyoruz. Geç fark ettim bu güzellikleri her insan gibi.
Bolu’daki bir mesire alanı olan Gölcük’teyim şimdi. Böyle bir doğa manzara görmedim ne memleketimde ne Sakarya’da ne de büyük şehirlerde. Hemen fotoğraf sanatının en güzel eserlerini oluşturma gereği duyuyorum. Ama maalesef fotoğraf kartımda boş yer kalmamış. Hemen birkaç resim silip buradan mutlaka çekelim istiyoruz. Çok şükür ki arkadaşlardan tedarik ettiğimiz başka bir kartla bol bol fotoğraf çekiyoruz, çektiriyoruz.
Güneşi tutamıyoruz, batıp gidiyor. Kulaklarımda tatlı bir ezan sesi var. Akşam ezanı bitiyor ve gün çöküyor tüm duygusallığıyla. Güneş çoktan gurub edip gitmişti. Kuşların cıvıldamaları... Kurbağaların vraklamaları... Ve bir taraftan da ara ara çıkışlarıyla havlayan köpekler... Ve bütün bu güzel sesleri ardımdan geçen insan toplulukları bozuyor.
Ruhun mu hasta sen mi hastasın? Nedir bu yılgınlık? Doğanın bu muhteşem sesine kulak ver. İnan ki üzerinde kalmaz hiçbir illet ve musibet. Ve şükret. İmanım tazeleniyor bu muhteşem manzara karşısında. Yaratıcı’nın eşsiz güzelliğini düşünüyorum.
Yemekten sonra verilen yarım saatlik molayı ben herkes gibi gölün çevresini gezerek değil de gölün yanına tek başıma oturup bu satırları yazmak oluyor. Bir iki cümle de olsa yazmalıyım diyorum. Anca bu şekilde gönlüm ferah-feza olacak.
Ve fenerler yanıyor parkurda. Etrafta evlerine gitmek için telaşla toplanan insanlar var. Karanlık... Etrafa zifiri, koyu bir karanlık hâkim. Bizde toparlanıp dönüyoruz. Şerhe inerken yolda öyle güzel bir manzarayla karşılaşıyoruz ki... Tüm Bolu ayaklarımızın altında ışıl ışıl bize tebessüm ediyor. Rengârenk, siyahların içinde bir lemeât... Bir kutsî mabette alıyoruz soluğu. Ve yolculuk Bolu’nun dar ve anlaşılması zor sokaklarından Sakarya’ya doğru devam ediyor.
İlhan KAPLAN