- 859 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
HER ŞEY DÜŞÜNCEDEN DOĞAR! – 2: İBRAHİM
İbrahim, kimsesiz büyümüştü. Anne ve babasını hiç tanımamıştı. Hatta anne ve baba’nın ne demek olduğunu, çok uzun yıllar sonra öğrenmişti. Kendisine anlatıldığına göre; soğuk ve karlı bir kış gecesi, Diyarbakır da, yarı donmuş vaziyette bulunmuştu. Götürüldüğü hastane de, günlerce, ölümle mücadele etmiş – sonraları “ keşke ölseydim “ dediği çok olmuştu – ama yaşamayı başarmıştı.
Oradan alınıp, yuvaya götürüldüğünde; henüz iki aylık, minnacık, çelimsiz bir bebekmiş.
…/…
Bir gün “ Hayatının en mutlu günleri ne zamandı? “ diye soranlara; “ her şeyden habersiz, hissetmeden, duymadan, görmeden, bilmeden yaşadığım bebeklik günlerim “ diyecekti.
…/…
Yuva. Kim o binanın adını yuva koymuştu acaba? Yuvadan çok tam bir çile eviydi.
İbrahim büyüdükçe, çevresindeki insanları tanımaya başlamıştı. Kimden uzak durması gerektiğini, kime ne zaman ne söyleyebileceğini öğreniyordu, yavaş yavaş. Büyük çocuklar ise ayrı bir sorundu. Kendisi gibi henüz küçük olan çocuklar, bazı geceler, uykularının en derin yerinde, bağırmasınlar diye ağızları kapatılarak ve tartaklanarak yataklarından kaldırılıyorlar, büyük çocukların eziyetlerine maruz kalıyorlardı.
Gün içinde, yuva çalışanlarından yedikleri dayaklar da cabasıydı. İbrahim’in dayanacak gücü kalmamıştı.
Tam da o günlerde, yuvaya bir aile geldi. Çocukları olmadığı için evlat edinmek istiyorlardı. İbrahim’i seçtiler.
Sıcak ve gerçek bir yuvaya kavuşacak olmanın keyfi ve heyecanı içinde, yeni edindiği anne ve babasıyla çile evinden ayrıldı.
Artık kurtulduğunu zanneden İbrahim, asıl cehennemini o evde yaşayacağını bilmiyordu.
Anne ve baba, onu okula yazdırdılar. Siyah önlük, beyaz yaka ve çanta aldılar. Kendisine ait bir odası ve oyuncakları vardı. Ev sıcak, yemekler boldu. Anne, ona çok iyi davranıyordu. Haftada bir gün yıkıyor, yatmadan önce odasına gelip öpüyor ve derslerine yardım ediyordu. Baba, evde çok bulunmuyordu. Bazı günler, İbrahim okuldan döndüğünde, anneyi ya kaşı patlamış ya da gözü morarmış buluyordu. Anne, hep ağlıyordu.
İbrahim, ortaokula başlamıştı. Başarılı bir talebeydi. Öğretmenleri tarafından sevilen bir çocuktu. Onun bu başarısını hazmedemeyen bazı çocuklar, okulda, bir söylenti yaymışlardı: “ İbrahim aslında piç.” Bu söylenti, giderek, okulun tamamına yayıldı. Diğer öğrencilerin velileri müdüre baskı yapmaya başladılar: “ Bir piç ile bizim çocuklarımız, aynı okulda okuyamaz.” Velilerin baskısına dayanamayan müdür, anneyi çağırdı ve İbrahim’i okuldan almasını söyledi.
Baba, annenin tüm yalvarmalarına karşın, başka bir okula yazdırmadı ve İbrahim’i tanıdığı bir oto tamircisinin yanında işe başlattı. Sabah çok erken kalkan İbrahim, akşam ölü gibi geliyordu eve. Bu arada günler geçiyor, İbrahim serpilip, büyüyor, güçlü bir delikanlı oluyordu. İş yerinde, kendine yapılan eziyetleri sineye çekiyordu; anne üzülmesin diye. Kadıncağız yeteri kadar hırpalanıyordu, baba tarafından. Ve onun tek sığınağı; anneydi.
İbrahim, on altı yaşına gelmişti. İşten çıktı, eve yaklaştığında çığlıkları duydu. Annenin çığlıklarını. Deli gibi koşarak eve girdi. Baba, elindeki kemerle anneyi dövüyor; anne kanlar içinde, yerde sürünerek, elinden kurtulmaya uğraşıyordu. İbrahim, babanın üstüne atladı. Elinden kemeri aldı. Deli gibi vurmaya başladı.
Kendine geldiğinde; baba kanlar içinde yerde yatıyordu. Anne; “ Öldü mü? “ diye sordu. “ Bilmiyorum, galiba öldü. “ dedi, İbrahim. “ Kaç! İbrahim. Yalvarırım kaç. Bu şerefsiz için hapis yatma. Kaç, kendini kurtar.”
İbrahim; anneye sarıldı, öptü. Kapıdan çıktı, gitti.
…/…
“ Ulan İbo, napıyon? “
İbrahim, irkildi. Kitaba öylesine dalmıştı ki; zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştı. Döndü, kendisine seslenen arkadaşına baktı. Selo’nun kir, pas içindeki güleç yüzünü gördü.
“ Hadi İbo geç oldu. Gidelim artık.”
İbrahim, kitabı kapattı, saklayacak temiz bir yer aradı. Bulamadı. Sonunda pantolonunun beline sıkıştırdı. Selo ile şakalaşarak yola koyuldular.
…/…
Sabaha kadar uyumamış, düşünmüştü İbrahim. Sabah olduğunda; kararlı olarak kalkmış ve Selo ile vedalaşmıştı. Şimdi oto gardaydı. Diyarbakır’a kalkacak otobüsün saatinin gelmesini bekliyordu. Beklerken de henüz bitirmediği kitabı okuyordu. Son sayfaya geldiğinde, yüzünde, mutlu ve güvenli bir gülümseme vardı. Kalemini çıkarttı. Kitabın ilk sayfasını açtı. İsminin altına:
“ Her zorluk ve engel, çözüm için düşünmek ve çareler aramak zorunda bırakır bizi. Bize kötülük yapanlar, kendi gönlümüzdeki kirleri temizleyen yardımcılardır. Onlar bizim düşmanımız değil, dostumuzdurlar.
Kötülük, bize tutulmuş bir aynadır. Bize güçsüzlüğümüz ve eksik yanlarımızla ilgili resimler sunar.” Yazdı. O sırada otobüsünün kalkacağı anonsu yapıldı. Kitabı, oturduğu banka bırakıp, Diyarbakır’a döneceği otobüse doğru koştu.
…/…
Esma banka yaklaştığında, genç adam henüz kalkmıştı. Kitabı fark etti. Seslendi ama anonslardan dolayı sesini duyuramadı. Genç adamın kalktığı banka oturdu. Küskündü, kırgındı, çaresizdi. Gideceği şehirde, İstanbul’da, ne yapacağını bilmiyordu. Umutsuzca etrafına bakınırken kitabı açtı. Okuduğu cümle dikkatini çekti:
HER ŞEY DÜŞÜNCEDEN DOĞAR!
…/…
İbrahim, Diyarbakır’a gittiğinde ilk iş olarak anne’yi buldu. Baba, onun dövmesi ile değil daha sonra eceli ile ölmüştü. Anne ve oğul el ele verdiler. İbrahim, yarım bıraktığı, eğitimini tamamladı.
Yıllar sonra, çok büyük bir şirketin CEO’su olarak çıkacaktı ortaya.
Eser Akpınar
11.11.2010
İzmir.
Devam edecek…
YORUMLAR
ilginç bir akışla devam ediyor....
sanıyorum gerek verdiği mesajlar ve gerekse kurgu ustalığı ile bizi müthiş içine alacak.
sevgi ile selam olsun Eser arkadaşım.
Eser Akpınar
Çocuklar öylesine acımasız ki, ellerine geçirdikleri küçük bir fırsatı dahi kaçırmıyorlar, bir başka çocuğun canını yakmak için. Çocukları, çocuk oldukları için anlayabiliyorum ama anne ve babaları hiç anlamıyorum. Bir çocuğun babasının kim olduğunun bilinmemesi, o çocuğun eğitim, öğretim hakkının elinden alınmasına neden midir ve nasıl olur da kendini büyük sanan küçük insanlar bu tür olaylara kalktığında, sistem de, o sinek kadar görünen düşünceli insanların dediklerini yapmaya elverişli olur. Ben bu durumu bu yaşıma kadar anlamadım bundan sonra da anlamayacağım galiba.
Olumlu düşüncelerin insan hayatında neleri değiştirdiğini gerçekten deneyip görmek gerek. Hiç denemeden " Öyle şey olmaz" deyip kestirip atmak, çevremizde olup bitenlere önyargılı davranmak gibi değil midir?
Çok güzel gidiyor Eser Hanım. Beni üç yıl öncesine götürdü bu yazı diziniz.
Kutluyorum kaleminizi ve sevgiler yüreğinize
NOT: Arkadaşımın, armağan olarak gönderdiği kitabı iki yıl sonra okumuş olmamamın nedeni, kendim okumadan, okuması için bir başka arkadaşıma vermiş olmam ve onun kitap hakkın yapmış olduğu olumsuz yorum idi. O zaman kendim bir başkasının düşüncesini alarak, kitaba önyargılı bakmıştım.
onurumsun tarafından 11/23/2010 9:28:15 AM zamanında düzenlenmiştir.
Eser Akpınar
Herşeyin bir zamanı olduğunu kabul etmek lazım Türkan Hanım. Tahminen 7-8 yıl kadar önce, bir arkadaşım, bu ve benzeri kitaplardan birkaç tanesini okumamı tavsiye etmişti. " Hadi canım " diyerek geçiştirmiştim. Dediğiniz gibi önyargı ile yaklaşmıştım. Ne yani, benim muhteşem aklımla üretemediğim düşünceyi bir başkası mı üretecek ti? Ve ben onun ürettiklerine hımmm mı diyecektim? Diyecekmişim... Diyorum...
Bakış açısı... O kadar önemliymiş ki... Mutluyum. Çünkü hala öğreniyorum. Öğrendikçe daha büyük keyif alıyorum, hayattan.
Sevgilerimle. Teşekkür ediyorum.
Eser Akpınar
ilkini okumamıştım
ikisini bir arada okuma fırsatım oldu şimdi
kutluyorum Eser Hanım
saygılar
Eser Akpınar
Bu sayfada yazılanları okumayı her zaman seviyorum... Yazınız güne gelmeli ki herkes okuyabilsin...
Elden ele gezen kitap ve kitabı okuyanların hayat hikayeleri...Kurgu güzel, verilen mesajlar yerinde...
Yüreğiniz dert görmesin arkadaşım...Sevgilerimle
Eser Akpınar
rene descartes.......düşünüyorum......öyleyse varım.....demiş.....usta kalemde yine bizlere çok güzel anlatmış......bekleyeceğiz.....saygılar
Eser Akpınar
Olumlu düşünce, pozitif görüş, her yeni gün yeni bir başlangıç, yeni umutlar getirir, İbrahimde olduğu gibi.
Tebrikler, Eser hanım, ilgiyle okuyorum, sevgiler.