HÜZÜN GİT SEVİNÇ GEL
Dilimde sihirli bir sözcük olsa ve olmayanı oldurtsa, yapılmayanı yaptırtsa, edilmeyini
ettirse ne güzel olurdu o vakit. “Hüzün git sevinç gel” derdim, “savaş git barış gel”, “açlık git tokluk gel”, “ölüm git yaşam gel” derdim.
Eskiden, bıyıklarım terlememişken henüz ve hayat karşısında yorulmamışken daha yıpranmamışken mahallemizde oynadığımız bir oyun vardı bütün çocuklarla. Ağız birliği etmişçesine ve büyük bir inançla tek bir ağızdan bağırırdık dakikalarca. Hiçbir harf dahi kaçırmadan; ne bir fazla ne bir eksik… İlk koro çalışmamız buydu sanırım, ilk ve son tabi ki… Kapalı oldu mu hava, güneş saklandı mı bulutların ardına işte o zaman başlardı bizim şarkımız, hep birden bağırırdı mahallenin çocukları yek ağızdan; “Bulut git güneş gel” diye. Bulutlar gidip güneş geldi mi bizden mutlusu yoktu o zamanlar ve herkes önemli bir iş başarmışçasına mağrurlanırdı kendi halinde. Ve hava açtı mı tamamdı, saatlerce süren maçlara dönerdik Tepe’nin tozlu yollarında… Her yer bize oyun alanıydı; bazen bir ev damı, bazen bir bahçe, bazen de bir tezek tarlası… Belki de bu yüzden bulutun gitmesini güneşin gelmesini isterdik delice…
Bunu yazarken nerden okuduğumu hatırlamadığım bir Afrika kabilesi hikâyesi geldi aklıma.
Bir Afrika kabilesi varmış ve bunlar her sabah ama her sabah güneş doğmadan köylerinin arkasını dayadığı tepeye çıkıp güneşin doğması için şarkı söylerlermiş. Bu şarkı güneş doğuncaya kadar sürermiş. Güneş doğduktan sonra rahat ve mutlu ve huzurlu bir şekilde evlerine dönerlermiş.
Eğer onlar olmasaymış güneş doğmayacakmış
Öyle bilirlermiş
Kimse bunları uyandırmaz inşallah bu güzel işten dolayı. Hep öyle kalsınlar. Onlar güneşin doğmasını sağlayan kabile onlar hayatın kalbini besleyen kabile…
Bizlerde bulut git güneş gel dediğimizde aslında kendi güneşimizi çağırıyorduk. Ve hep öyle olsun istiyorduk bütün dünya… Bir kabile duası gibi bir çocuk arzusu gibi… Belki de kocaman dünyamızın buna ihtiyacı vardır.
Dilimde aynı nakarat bugün “Bulut git Güneş gel” diye… “Savaş git Barış gel” diye… “Hüzün git Sevinç gel” diye…
Yiğit Karan uyanır erkenden. Dışarı çıkmak ister. Lakin hava soğuk. Bizim buralar Kasım da bir başkadır. Bir başka soğuktur. Doğu’dur burası bıçak gibi keser soğuğu… Rakımı yüksektir, soluğu yetmeyeni boğar burası… Yiğit Karan ise küçük bir çocuktur, soğukta işi yoktur. “Yiğit Karan” dedim “ön tarafa güneş gelsin öyle çık. Ağaçlardan dolayı ön taraf gölge bu yüzden soğuktur şimdi” dedim.
Yiğit hemen balkona koşar ve geri gelir büyük bir heyecanla: “Baba arka bahçede güneş doğmuş, çıkayım mı?” der. İşte evin arkası farklı evin ön tarafı daha farklı… Güneş ne yazık ki hepimiz için doğmuyor. Arka bahçede doğan güneş ön bahçeyi ilgilendirmez, ön bahçedeki gölge de arka bahçeyi alakadar etmez.
Elimizde eldivenle bahçedeki arsız otları yollarken, Yiğit Karan usulca yaklaştı bize ve şöyle dedi: “Baba eline merdiven takmışsın!” gülerek “o merdiven değil eldiven” dedim “Yiğit Karan, el-di-ven.” O da güldü. Şimdi düşünüyorum da el kadar merdivenlerimiz olsaydı da hemencecik uzanıverseydik elimizle işaret ettiğimiz ve boyumuzun, hayallerimizin yetmediği her yere… Şöyle uzanıverseydik hemen. Nasılsa merdiven elimizde! Eldiven git merdiven gel desek halimiz ya nice olur?
Köyden ilçedeki hâkime yumurta sipariş eder ilçemden biri. Kaç gün sonra sorar sipariş verdiği hemşerimize: “Siz yumurtaları getirip hâkime verdiniz mi?” diye… “Adamcağız he” der “Hakime’ye yumurtaları getirdim verdim” der. “Hangi hâkime verdiniz” diye üsteler bizimkisi “Ama ben sordum kendilerine, yumurta mumurta gelmemiş dediler. Siz hangi hâkime verdiniz yumurtaları?” Bizim köylü vatandaş hemen. “Ya, Bekir’in kızı Hakime’ye verdim.” demesin mi? Yumurta git tavuk gel diye tempo tutsak halimiz ya nice güzel olur zannımca!
“Sıddık abe, Sıddık abe…” diye bir vatandaş bağırır Nüfus Müdürlüğünde. Ortalık ana baba günü; iş çok, nüfus fazla! Kimlik çıkarma birimindeki dayıma seslenir hem de ismen: “Sıddık abe, Sıddık abe…”diye. Dayım da “Hayrola efendi ne oldu, bu telaş neyin nesi?” diye sorar. Bizimki nefes nefesedir “Gurban olam sana” der “Çabuk bana bir cüzdan ver köyde dövüş var yetişem hemen.” Dövüş git barış gel desek hemen ellerinizi açıp bizimle dua eder misiniz herkes için.
Eski bir rivayettir:
Çıkınında ekmek soğan olduğu halde çeşme başında Hasan adında bir çoban ölü bulunur çok eski zamanların birinde. Millet bu işe akıl sır erdiremez çünkü çıkında hem emeği var hem soğanı… Ve o günden sonra şu ezberi söyler durur bütün halk:
“Ekmek çok
Soğan çok
Hasan niye öldü?” diye… Soğanın aziz hatırası üzerine inşa edilmiş bu nüktenin yanında, aspirin gibidir derler soğana; her derde deva manasında. Soğan git sarımsak gel desem acaba iki nimete hakaret mi etmiş olurum.
İki tane fukara Erzurumlu oturuyordur. Klasik muhabbettir ya ilki dayanamaz:
“Memedim şu kadar bu kadar şu kadar paran olsan n’apardın?” Mehmet düşünür
düşünür cevabını verir: “Canım bi kamyon soğan alır, bahçeme boşaltır akşama kadar cücüğünü tuzlayıp yerdim. Ya sen n’apardın ya ahmedim?” Ahmet düşünür düşünür düşünür: “Bana bişey bırakmadın ki.” der. Artık memlekette yazacak bir şey kalmadı biz de kalkmış soğana methiyeler düzüyoruz, hoş karşılayın lütfen.
Hikâyeye göre bir kral (ya da padişah, vezir, ne derseniz) her gün yemeğini yakınlarındaki dağda yaşayan çobanla yemektedir. Ama bir huyu vardır, yemekte soğanın cücüğünü kimseye kaptırmaz bu kral. Her yemekte soğanlar kırıldı mı hemen cücükleri kapıp mideye indirir. Bir gün sohbet sırasında bu çobana sorarlar: "Kral olsan ne yapardın?"
"Ben kral olsam her gün soğanın cücüğünü yerdim!" der çoban.
Soğan git cücük gel derdim hep.
Soğan gel koku git derdim mesela.
Hüzün git sevinç gel derdim aslında.
Sevgili sen hep gel derdim örneğin.
Soğanın manevi şahsında bütün olumsuzluklar ve kötülükler bizden uzağa gitsin;
bütün olumlu ve güzel olan her şeyde bizden taraf gelsin.
Ne dersiniz?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.