- 490 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ONDAN ÖTE BANA DAİR
Andırın küçücük, kutu gibi bir ilçedir. Çoğunlukla iki katı geçmeyen evlerinin paslı çatılarında adeta minarenin alemi gibi yerleştirilmiş leylek yuvaları görürsünüz. Bazen balkonlarından duman kokusuna karışmış yufka ekmek kokuları yükselir bu evlerin. Bahçe diplerine kümelenmiş rengarenk güllerin kokusuna karışan yufka ekmek kokusu alır götürür sizi. Çiçeklerle bezeli şalvarını rüzgara kaptıran bir genç kızın, alı al, moru mor başörtüsünün tazecik omuzlarına dökülüşündeki inceliği gayri ihtiyari fark edersiniz. Ne hazin ve çaresiz bir fark ediştir o! Belki ömrünüzde ilk defa bir kadının ellerinin, gözlerinin, saçlarının yanında; omuzlarından da ayrı bir incelik, cezbedici bir güzellik fışkırdığını görmekle kendinizi bahtiyar sayarsınız.
Yıllar önce böyle bir kızı tavanı verniksiz lanbirle kaplı, taştan yapılma klasik bir Andırın evinin en dar odasında, bir bayram günü gördüm. Lise yıllarımın o delişmen çağlarında içime ılık ılık bir his dalgasının yayıldığını; daha sonraları beni yakıp yıkacak, adeta Mecnunlaştıracak olan bu hissin her zerremi sinsice nüfuzu altına aldığını, yüzünün ayrıntılarını, gülümseyişindeki asil ve utangaç edayı anımsadıkça ruhumun ve aklımın katre katre ona yöneldiğini o akşam fark ettim. Hele başı açıldığında çocuksu bir acele ve telaşla, kadınlığının verdiği bütün utangaçlığını çehresine iliştirip zarif omuzlarına dökülen koyu kahverengilikten siyaha doğru renk değiştiren saçlarını başörtüsünün altına saklamaya çalışması… İlk ve son defa orda gördüm saçlarını. Fakat öyle bir bağladı ki beni onlarla… Her teli ayrık otunun toprağı örmesi gibi öyle bir ördü, öylesine sarmaladı ve kucakladı ki, kalbimi hangi taşa çaldıysam da bir türlü kurtulamadım.
Andırında park yahut çay bahçesi denebilecek yer pek yoktur. Kışla bahçesi istisna. Eskiden kışla olarak kullanıldığı rivayet olunan bu yer, hükümet binasının hemen bitişiğindedir. İçerisinde şu an türlerini hatırlayamadığım koyu gölgeli ağaçlar ile bir de çay ocağı vardır. Bahçeye Hükümet Caddesi üzerinden beton merdivenlerle inilir. Sağlı sollu iki merdiven vardır. Merdivenlerin arasındaki üç oluklu çeşmeden, sesi çağıltı ile şırıltı arasındaki bir perdeden yükselen nefis bir su akar. Demir zincirlerle çeşme başına sabitlenmiş krom tasların şıngırtısı sıcak yaz günlerinde daha bir artar, hareketlenir, şenlenir.
Yukarıda bahsettiğim hanımla bir yıl kadar sonra bu çeşme başında tekrar karşılaştık. Başörtüsü her zamanki gibi başında. Yüzünden nurani bir tebessüm süzülen bu hanım, utangaç edalı bir lise öğrencisi. Kırmızı kareli okul eteğini rüzgara kapılmasın diye dizlerinin arasına sıkıştırmış, yanındaki arkadaşıyla bir şeyler konuşuyor. Geçerken kulak misafiri oluyorum, benden bahsediyorlar. Arkadaşına: “Bu çocuk bizim akrabamız.” diyor. Gerçekten de akrabayız. Fakat akrabalığımızdan ziyade beni, tam anlamıyla avuçları arasında oluşum ve ruhumla aklımı gece gündüz törpüleyişi ilgilendiriyor. Sesini duymakla heyecanlanıyorum. Yanına yaklaşmalı birkaç kelime ile hatırını sormalıyım. Hayır yapamıyorum, buna cesaretim yok.
O gün deli divane dolandım. Bir yıl boyunca beslenip büyümüş hislerim, bütün çekingenliklerini bir kenara bırakıp iyiden iyiye alevlendi. Tekrar görebilmek umuduyla her sokağa, aynı formayı taşıyan her liseliye tekrar tekrar baktım. Fakat acı tarafı, göremedim. Akşam olup da yatağa girince saatlerce uyku tutmadığını hatırlıyorum. Tiz ve keskin bir tel parçası ya da urganın gırtlağımdan karın boşluğuma doğru çekiliyormuş hissine kapıldığım o gecenin ihtişamını hiç unutamıyorum. Bütün cinsi ve şehvevi duygularımdan azade olarak hayalini kurduğum o hanımın mazbut ve halisane tavırlarını zamanla öylesine özümsedim ki hayatıma nüfuz etme cesaretini gösteren her kadında istisnasız aynı profili arama gafletine düştüm. Bir cümle ile de olsa arkadaşına benden bahsetme lütfunda bulunan bu hanım, gelinlik kızların gergeflerine sanatkar parmaklarının maharetiyle yüreklerini işlemeleri gibi; ruhumu bedenimin çarmıhına gerdi ve her zerreme sökülmemek üzere kendi armasını işledi.
İnsanları yaşatan hayalleri ve umutlarıymış. Ben de yoğun, yoğun olduğu kadar taze ve kalp süzgecinden geçirilmiş bir yığın umut içerisindeyim. Ondan uzak kaldığım bir yıldan kalma pembe düşler de cabası. Gizli ve gizliliği ölçüsünde aşina bir güç beni sürekli çarşıya çekiyor. Bir gün sonra aynı çeşme başında karşılaşıyoruz. Çeşme başı tamamen tesadüf. Her hareketinde gözümde biraz daha devleştirdiğim bu iffet abidesi hanım bu defa sivil. Kışla bahçesinin merdivenlerini alelacele çıkıyor. Arkasından yetişiyor ve ismini heceliyorum, duruyor ve bana dönüyor. İki basamak aşağısındayım. Kalbim göğüs kafesimi, nefesimin tıkanma, dilimin kilitlenme noktasına kadar yumrukluyor. Dilim söylenmesi en kolay kelimelerin telaffuzunda bile çatallanacakmış gibi…
- Merhaba
- Merhaba
- Nasılsın?
- İyiyim, sağol. Sen…
- Sağol.
Ellerimi nereye koyacağımı kestiremiyorum. Cebime sokuyorum, kelebek oluyorum, arkama atıyorum; olmuyor. O karşımda her zamankinin aksine gayet rahat. Belki de öyle görünmeye çalışıyor. Ziyadesiyle de başarıyor. Dikkat ediyorum etekleri ayak bileklerinde. Buna neden dikkat ettiğimi bile bilmiyorum. Gözlerim eteklerinin altından ayaklarına takılıyor. Birbirine yapıştırılmış halde, maharetli bir heykeltıraşın elinden çıkma mermer sütunlar gibi sakin, sessiz ve abidevi.
Biraz toplanıyor ve kendisinden hoşlandığımı söylüyorum. Koyu pembe yanaklarına alevimsi bir kırmızılık çöküyor. Daha sonraları defalarca müşahede edeceğim kontrolsüz bir telaş damlamaya başlıyor tavırlarından. Anlıyorum ki sinir katsayısı yükseliyor fakat belli etmemek için azami gayret sarfı içerisinde. Kontrolsüz telaşı ve aceleciliğinin arasına sarmaladığı, ümit vaat etmekle etmemek arasında kıvranan birkaç cümlesinin eşliğinde uğurluyorum onu. Dönüyor, arkasına bakmadan uzaklaşmaya başlıyor malum çeşme başından. Bakakalıyorum. Gözden kaybolmak üzere. Bir an utangaç bakışlarla kesiştirilmiş o telaşlı adımları bir lahza olsun yeniden görme gereksinimi hasıl oluyor bende. Fakat gidemiyorum. Bulunduğum basamakta çakılıp kalıyorum bir süre. Gizli bir güç tutuyor beni. Üzülmeli miyim yoksa sevinmeli mi; yorumlamaktan bile acizim. Tek ip üzerinde denge kurmaya çalışan cambaz gibi muvazenemi kaybetmemek için direniyorum.
Nasıl olur da bir kadın beni bu denli etkileyebilir? Daha on sekizinde bile değil! Nasıl bir irade dışı güç beni ona yaklaştırıyor, her hususta dayanıklı olduğunu sanan bir insanı mıknatısın etki alanına giren metal parçaları gibi iradesiz ve zayıf kılıyor? Onun benden ve diğer kadınlardan farkı ne? Aynı anatomik yapıya sahip değil miyiz? O vakit onu farklı kılan, ulvileştiren, bir bakıma beni ona tabi kılan ne?
Ne zaman onu düşünmeye başlasam soru, soru doğurur. Soru işaretlerinin çengeline boynumdan asılmışçasına rengim atar, nefesim düğümlenir, gözlerim yaşarır. Bir dağ büyür içimde, bir ova uzanır saç tellerimden tırnak uçlarıma değin. Şairliğim büsbütün kabarır. Her şiir, herhangi bir konuyla başlar, onunla biter. İçinde tek kelimeyle ya da bir parçacık his tanesiyle de olsa onu bulamayacağınız nadir şiirim vardır. İlahi kudretin çizdiği çembersel çizgilerin bir milimetre olsun dışına çıkamayan seyyareler gibi, ne bir adım uzaklaşabilirim ondan, ne de bir adım yaklaşma cesaretini gösterebilirim. Dünya döner, zaman geçer, mevsimler mevsimleri tepeler. Ben hala aynı eksende gider gelirim. Acıdır ki zirveyi zorlar, dibe çakılır fakat hiçbir zaman yok olma sevdasına düşmez şu adını koyamadığım illet ya da nimet.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.