Ankara Rüzgarı
Ses çıkarmadan durmak zorundaydım, kendimi gizlediğim bu soğuk, pis, kasvetli garajda. Dışarıda, on metre ötemde, gözünü kırpmadan adam öldürebilen iki katil beni bekliyordu. Daha önce de ellerinden kurtulmuş olmam, durumumu basitleştirmekten çok, daha karmaşık kılıyordu. Nefes alırken göğsüm ağrıyor, gözlerimi yumunca her şey eskiye dönecek; o beni yine ilk günkü gibi sevecek sanıyordum. Olanlara, olacaklara göz yumuyordum.
Oysa ne romantik başlamıştı aşkımız. Kaybolarak yön belirlediğimiz gezmelerimizde, aradığımızın birbirimizden başka bir şey olmadığını anlamamız bir yılımıza neden olduğu için, kahkahalarla gülebiliyorduk o çocuk hallerimize. Yaşımızın kaç olduğuna aldırmadan geçirdiğimiz tempolu günler mi yordu bizi, yoksa ağdalı sevdamızın yaşlı omuzlarımıza bindirdiği yük müydü bizi bitap eden. Aşkın kendi özündeki patlamaya hazır enerji bizi gençleştiriyordu. Dizlerimdeki amansız ağrıya bile iyi geliyordu. Sabah uyandığımda ne giysem diye düşünmeme sebep; nedensiz gülmelerle geçen kahvaltılardaki neşenin doğurduğu, yüzlerce kokulu çiçekten oluşan bahçemizin mimarı; sevdamıza ne olmuştu da birbirimizi öksüz bırakmaya karar vermiştik.
Sadece bir şarkı o günlere derinlemesine gitmemize yetiyorsa; bugün bile. ‘’Ankara Rüzgârı’’ her çaldığında bir uzvunun çürümek suretiyle Gençlik Parkındaki gölede düştüğünü hissetmekse sevgi; biz sırılsıklam sevmişiz demek ki birbirimizi…
Sanılanın aksine; bu şehrin insanını hayatın içine alan griliğine sevdalı iki âşıktık. Emekli olduktan sonra doğduğu yere dönen iki vefalı böcektik. O benden daha fazla çalışmış, dünyalığını fazlasıyla edinmiş olsa da; bunu sosyalliğine yansıtmadan yaşamayı becerebilmiş ender kadınlardan biriydi. Bilinen sakinliğiyle Ankara; düzenliliği ve yaşanabilir büyüklüğü ile bize geniş bir oyun alanı olmuştu. İlk tanışmamızın bir sonbahara denk gelmesi planlanmış bir durum değildi ama üzerinde yürünmüş sarı yaprakların sesleriyle ördüğümüz köprüleri düşününce, tesadüfen olmuş her güzel şey gibiydik ikimiz de. Yağmurun, soğuğun daha fazla hissedildiği yaşlarda olmamız, parklardaki sohbetlerimize engel olamadı. Termosla taşınmış papatya çaylarını yudumlarken, yanı başımızda yüzüp duran kuğunun bizi dinlediğine emindik. Sokakta yaşayan insanların en sevdiği çift bizdik. Çöp toplayıcıları da tanıyordu bizi, en lüks lokanta sahipleri de. Yürümeye bayılmamıza rağmen taksicilerin en iyi müşterisiydik. Yokuşu bol bir güzergâhsa o gün çizdiğimiz rota, taksiyle gezmeyi tercih ediyorduk. Birkaç dost edinmiştik şehir dışında, onlara yatılı ziyaretler yapıyorduk. İçlerinde kalantor, muhabbeti hoş olanlarda vardı, zar zor geçinip misafir geldiğin de bunu hissettirmemek için çırpınan gerçek dostlar da. Daha sonraları adını saklayarak bu arkadaşlara yardım eden sevgilimi, daha çok sevmişimdir sırf bu yüzden.
Ömrüm boyunca ayrılmadığım, yarenim, mutluluk kaynağım da bizle gezerdi hep. Sırasını usluca bekler, en uygun anda sepetten kafasını çıkaran yılan gibi belirir, tüm maharetini sergileyerek takdir toplamak isterdi. Üretim aşamasından itibaren her yaş döneminde beraberdik obuam ile. Askerlik dönemimde de ayrılmadık, Gölcük donanma bandosunun en güçlü seslerinden biri olduk beraber. Yeri geldi komutan eşlerini eğlendirdik, yeri geldi önemli günlerde, çok büyük sahnelerde gösteri yaptık. Ateşli marşlar da çaldık, acıklı popüler şarkılar da. Hepsinde aynı ciddiyet, aynı özenle davrandık. Hem ben hem Pedro-rahmetli babamın eski dostuna benzettiği aletime pederin verdiği ad- günler öncesinden hazırlandığımız gösterilere çıkmadan önce süslenirdik.
Yıllardır üşenmekten tamir edemediğim garaj kapısındaki aralıktan sızan ışık, sessizliğin mahur yanını örten bir duvak oluvermişti. İtalya’dan gelen özel tasarımcıya yaptıracağımız gelinliğin bir parçası gibi ortaya çıkıvermişti. Yanlış duymadınız; ellisini geçmiş bir gelinin çok öncelerden kalma rüyasını, biraz abartarak da olsa gerçekleştirme çabamızı anlayacağınızı umuyorum. Onun aksine benim orkestra günlerinden kalan bir kostümle evlenme düşüncem, sonradan çok pişman olacağım gelişmeler yaşattı bana. Giyeceğim takımın biçimi, eskiliği veya fiyatı değildi onu üzen. Ben de oluşmayan heyecan yüzünden, gözlerimde yakalayamadığı pırıltı yüzünden üzülmüştü. Üçüncü evliliğimi yapacak olmam mı, yoksa sadece evliliğin kendisi mi beni durağanlaştırdı tam olarak bilemiyorum. Sevdiceğim kızgınlıklarında haklıydı. Yorgunluğun, stresin getirdiği bunalımlı havayla; kırdı, döktü. Önceki halinden eser kalmamış, haris, seviyesiz biri oluvermişti. Birkaç kez; delirdiği zaman yüzüne yerleşen üç cadı gördüm. Bir yanı korkunç, bir yanı plancı öte yanı megaloman üç cadı.
İlk meydan savaşımızda alanı ilk terk eden iyimser, tatlı kadınsılığı oldu. Sonra hoşgörülü, esprili kadın terk etti bizi. Gitgide çöken omuzlarımda ‘’sana dememiş miydim’’ birikintileri, kaşlarımın arasında ‘’mutlu aşk yoktur’’ ezgisi; tek aşkım Pedro ile baş başa kalakalmıştım. Kovulmaktan beter bir gönderilme merasimi ile uğurlanıyordum. Tony Curtis’in elinde mukavva bavulu ile melankolik sevgilisini öpme sahnesi gibi değildi bu veda. Bayağı, fettan, acı vericiydi. Merhametsiz, vefasız, iğneleyiciydi. Yaşanmışlıkların yalan olduğunu düşündürdüğü için dayanılmazdı. O gülmelerin yapaylığının ispatı olduğu için dayanılmazdı. Ben, Tony’nin ki kadar havalı olmayan bavulum ve işlemeli kutusunda benim için üzülen Pedro; yokuş yukarı yürümenin ironisine tebessüm ederek yürüdük. Hanımefendinin- bu küçük serzenişimi mazur görün lütfen- bahçesine hâkim bir banka oturup derin nefes aldık. Orhan Gencebay şarkılarını obua ile çaldığımız albümden şarkılar çalmaya başladık, inanmayacaksınız ama hiç ağlamadım.
Eski dostum, ağabeyim Nermi üstat bir kitabında bunalımı anlatır: Benim hayat felsefeme çok naif katkıları olan paragraflarını özenle kazıdım belleğime; kalp rahatsızlığı için bir müddet yattığı hastane odasında, beynine üşüşenleri bizlere aktardığı o kitap sayesinde, bunalımdan yaşama kültürü çıkarabilme yeteneği kazanan nice kişiler ve ben ona müteşekkiriz. Ölüme yakınlığını anlattığı bir kitaptır da aynı zamanda. Benim aklıma gelmesi ise tamamen tesadüf. ‘’Bunalım iki kişi arasında sorun yaratmadan tek kişilik yaşanabilir, karşıdaki hiç bunun farkına varmadan yaşar gider’’ derdi de inanmazdım. İsmiyle müsemma neşeli, fingirdek denecek kıvamda hayata bağlı, her ortama kolay uyum sağlayan o hanım da bunalımını yansıtmayanlardanmış meğerse…
Bunu sindirmem tahmin edersiniz ki uzun sürdü. Komutan edasıyla girdiğiniz kapıdan, dilenci gibi kovulmak her insana ağır gelir. Geriye kaldığını düşlediğiniz kısa mutlu günlerinizi silindirle öğüten bu ‘’Kader Oyunu’’, ‘’Lüküs Hayat’’ müzikalinden çok daha eski ve çok daha fazla sahnelenmiş bir başyapıttı. Önünde saygıyla eğilmek vazifemizdi. Hocamın diline doladığı gibi; küçük sallantılar sonrası oluşan karmaşanın giderilmesine ait bir dizi ‘’elalış’’ gerekliydi. Olacak olan da buydu, bana yakışan da…
Şehirden ayrılmak zorunda kalacak kadar taciz etti beni. Bir dönem telefonumu değiştirdim, izimi bulmasın diye hiçbir yakınıma yerimi söylemedim. Nasıl olduysa şimdi yerimi bulmuş, onun deyimiyle konuşmak için iki adamını yollamıştı. Telefonda defalarca beni ölümle tehdit ediyor olması, ilk başlarda blöf gibi gelmişti. Daha sonraları yaptığı şeyler, davranışları, yazdığı mektuplar işin resmi makamlara kadar gitmesini gerektirmişti. Savcılığa suç duyurusunda bulundum. Ha, ne mi istiyordu benden; bir başkasıyla görüşmememi. Önce geçici bir kapris olarak duran bu vaka, kısa süre sonra netameli bir takıntı oluvermişti. Bir yıl geçmiş olmasına rağmen düzelmeyen bu durumu tek başıma çözmem imkânsız gibi duruyordu. Güvenlik korumalı siteler bile kar etmemişti. Bir keresinde güvenlikçi olarak adamını işe sokturmuş, bana öyle ulaşmıştı. Adam her gün ona benimle ilgili rapor veriyordu. Evime kadın misafir geldiğinde tehdit telefonları alıyordum. Telefonlarım dinlendiği için tüm yaşantım altüst olmuştu. Çözümü habersiz yurtdışına çıkmakta buldum. Binlerce kilometre uzaktaki bu şirin kasabaya yerleştim. Belki de hayatımı kurtaracak bir hobim bile olmuştu. Öyle diyorum çünkü evin dışındaki boş garajda seramik çalışması yaparken, o iki adam evin zilini çalmışlardı. Her halinden Türk oldukları anlaşılan ızbandutların gitmesini beklerken, çamurları sevgiyle okşadığımı fark ettim. Susamıştım, sıkılmıştım. Zor nefes alıyor, çömeldiğim yerde dizlerimi ovuşturuyordum. Biraz ötemde belki de Azrail duruyordu. Telefonla görüştü bıyıklı olan, sanırım Neşe emirler veriyordu. ‘’Ölü veya diri mutlaka bulun bu kez’’ diyordu büyük ihtimalle. Beyaz minibüslerindeki Jammer yüzünde cep telefonum çekmiyordu. Bağırıp seslensem beni duyacak kimse yoktu. Sessizce beklemekten başka çarem kalmamıştı. Göğsümdeki ağrı korkutucu düzeydeydi, öksürme isteği ile birlikte boğazıma gelen gıcık sonumu hazırladı. İstemsiz olarak öksürmeye başladım. Duydular, bana doğru koşturmaya başladılar. Yüzlerine sağlık maskesi takmış, ellerinde eldivenleri vardı. Cinayetten sonra iz bırakmak istemeyen profesyonellerdi ikisi de. Sanırım bayılmak üzereydim, genç bir kız elinde serum şişesiyle ‘’düzeleceksiniz korkmayın efendim’’ diyordu. Apar topar beni minibüslerine bindirdiler. ‘’Sarsmadan taşıyın sanırım ayağında kırık var’’ diyordu bıyıklı olan. Halen öldürmemişlerdi. Sanırım Neşe ‘’ben görmeden öldürmeyin’’ demişti. Tanıdık bir ses ‘’bir haftadır arıyoruz, aç susuz bu çöplük gibi yerde iyi dayanmış’’ diyordu. Gözlerimi yummuş güzel günleri bekliyordum, bir yandan da seramik çamuru ile oynaşıyordum.
‘’sanırım dışkısını yemiş, tahlil için kan almalıyız hemen’’ dedi öteki. Türk olduğuna yemin edebilirdim, bakın yine haklı çıktım. ‘’bu tip vakalarda oluyor böyle şeyler, geç olmadan bulduk neyse ki’’ dedi bıyıklı sonra tanıdık ses ağlamaklı bir tonla: ‘’Bulduk Pedro’yu üzülme artık, gazete ilanı ile üç günde bulduk, dön artık aramıza ihtiyar’’ diyordu.
Öyle ya parkta otururken serserinin biri çalmıştı Pedromu. Aynı anda yere yığıldığımı hatırlıyorum, kendime geldiğimde de o çocuğu aramak için Çingene mahallesine gittiğimi. Fazla soru sorunca dayak yediğimi, soyulduğumu hatırladım. Sonra beni bir yere kapattıklarını, ara sıra uçmuş kafalı gençlerin sıkıntıdan beni aşağılayıp, dövdüklerini hatırladım. Günler sonra kendime geldiğimde tüm ayrıntılar yerine oturmuştu. Hayatta bana kalan tek şeyin çalınması ölümü istetmişti bana. Sırasıdır artık demeler başlamıştı. Gözümü karartıp bu halimle o mahalleye gitmiş olmam, bir tek böyle izah edilebilirdi. Kamera kayıtlarından tüm olayı gören polis, arkadaşım ve birkaç sevenim; bir haftadır bir yandan beni, bir yandan da Pedroyu arıyorlarmış.
Geriye dönüşe en yakışır şarkı nedir Pedro hadi çalsana…
dinlea.com/317187
Kasım 2010
Nadir
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.