İki Kadın
Ayakkabılar bir insanı tanımanın diğer bir yolu olsa gerek. Ne zaman bir kadın yürüse önümde ayakkabılarına dikkat kesilirim. Hele hele ucuz bir ayakkabı olduğu belliyse, yırtıksa veya çamura bulaşmışsa oturup ağlayacak gibi olurum. Kaldı ki çok iddialı uzunca topukları olsa da fark etmez ya! Ne kadar güçlü olsa da her kadın bir parça hüzün taşır sanki. Beni ayıplamayın ne olur. Anlatmaya çalışayım. Bir dinleyin sonra kararınızı verin.
Geçen gün otobüsle Kadıköyüne gidiyordum. Sondan bir durak önce ineceği yeri şoförün ‘burada inin bacım,’ diyerek işaret ettiği bir kadınla oğlu ilişti gözüme. Oğlu olduğunu nerden mi bildim? Kadın ‘hadi oğlum,’ diyerek kalkmıştı yerinden de ondan. Kadın oğlunun elini sıkıca tutuyordu. Çünkü kadının bir ayağı düzgün yürümesine engeldi. Çok eski olduğu bir bakışta anlaşılan ayakkabılarındaki kir, uzaktan geldiklerini söylüyor gibiydi. Kadın güçlükle inebilmişti otobüsten. Otobüs şoförü sabırla beklemişti bu arada. İndikten sonra yine el ele idiler. Kadın sekerek yürüyordu. Evet bir ayağını düzgün basamıyordu. Şimdi daha iyi görebiliyordum. O an -size komik gelebilir ama- içimden şöyle geçtiğini hatırlarım; ‘eğer bana bir gün piyango vuracak ve zengin olacaksam (istemiyorum!) bu şansımın onlara verilmesini istiyorum. Trafik sıkışık olduğundan biraz daha izleyebilmiştim onları. Kadının engelli olan ayağındaki ayakkabıyı görünce güzel bir aile geçirdim içimden. Ne güzel bir aile olsa gereklerdi. Acaba oğlanın küçük bir kız kardeşi de var mıydı? Bu yıl birinci sınıfa başlamış mıydı? Okula gittiği ilk gün o da ağlamış mıydı diğer çocuklar gibi? Ya babaları? Babaları da sabahları erkenden hale gidip sebze meyvesini alıyor mudur pazarda satmak için? Belki en çok değil ama Dünyanın en zevkli para kazanma yöntemi olan alın teri ile mi kazanıyordur parasını? Akşam evine dönerken bir çatının altında kendisini bekleyen üç kişiye ‘babanız geldi,’ diyor mudur? Yada karısına umutla bakıp, ‘hanım biz okuyamadık, ama bu çocuklar okuyup büyük adam olacaklar,’ diyor mudur? Diyordur. Hiç şüpheniz olmasın diyordur.
İşinde başarılı güçlü bir kadın düşünün. Ayakkabıları için ayrı bir dolabı ve kariyeri vardır. Fakat vücut kimyasına yenik düştüğü, çok istediği çocukları yoktur henüz. Oturup düşünür belki, kendini avutur. ‘Param var, güçlüyüm,’ der. Taksiye biner. Bahşiş bırakır. Yurtdışı seyahatlerine çıkar. En lüks otellerde kalır. Pahalı elbiseler alır. Bol bol kitap okur. Tanınır. Çevresi güçlüdür. Bunları alt alta topladığınızda mutlu olduğunu düşünebilirsiniz. Kadın mutlu değildir aslında. Eksiktir. Bir gece, uyku tutmadığı yatağının kenarına oturup gözyaşı döktüğü anları nereden bilebiliriz ki? Kim olursa olsun insanın gözlerinin içinden su çıktığı o an, hangi para birimiyle hangi kurla ifade edebilirsiniz o yaşların değerini? Sonra zar zor uyuyabildiği gecenin sabahında kalkar, duşunu alır ve yüzünü boyamaya başlar. Her kadın güzeldir zaten. Boyamaya gerek yoktur. Boyalar resim yapmak için kullanılmalıdır. İnsana, yüzü zorla boyanmış hissi veren palyaçolara da üzülmem ondandır belki. Yüzüne, güldüğü resmedilen üzgün insandır palyaço. Nasıl olduğunu hiç sormadan ondan sadece insanları eğlendirmesini isteriz. Bir günde bir palyaçoya, ‘palyaço kardeş sen otur, bugün biz seni eğlendireceğiz,’ denilmemiştir.
Kadın, sonra rolüne hazırlanan bir oyuncu gibi evinden dışarıya adım attığında akşamleyin kapının önüne bıraktığı kariyerini üzerine giyip, kendini itelediği ben güçlüyüm dediği oyun sahnesine dalar. Ta ki o günün akşamı evine dönerken başını koyduğu yastığına sığınacağı zamana kadar.
Mehmet Koçal