O SES (3)
“HAYYE ALAS-SALAH”
Diyordu merhamet dolu ses.
Yıpranmış bez parçası gibi yırtılıyordu gök. Gök kuşağı renkleri her zamankinden iki, üç kat daha fazla olarak belirmeye başladı. Şaşırmıştı. Ne yağmur ne güneş vardı. Yerden göğün sonsuzluğuna doğru dikey olarak uzayıp gidiyordu. Tam ortasından sağa doğru mavi, sola doğru kırmızı diğer renkleri yutarcasına kendine katıyordu. Tüm renkleri yutan oburlaşmış iki renk doymak bilmiyordu. Şimdi de birbirini yiyordu adeta. Daha önce hiç görmediği bir renge dönüşüyordu. Bu rengin boya kalemleri arasında olmasını çok isterdi. Olsaydı belki bilirdi adını.
Ses… sese de ne oluyordu böyle?
Yanlış mı görüyordu?
Ses, kırmızı-mavi karışımı renkten ibaret kalan ufka doğru, kartalın avına doğru süzülüşü gibi süzülüyordu. İğne ucu misali değdiği anda da ufkun tam karşısına gelen tarafında orta yerinden suya düşen taş gibi dairecikler oluşturmaya başladı. Ve başladığı yerden gözleriyle bakamayacağı parlaklıkta ışık huzmesi beliriyordu.
Ürpermiyordu artık. Zangır zangır titriyordu çocuk. Üşümekten değildi bu titreyiş. Korkudan da değildi. Daha çok, henüz yeni uçmayı öğrenen serçe yavrusunun kanat çırpması gibi bir şeydi. Tutabilse ya da yapabilse sese takılıp oda gidecekti ışığın belirdiği yere.
“Yoksa işittiğim bu ses ile gördüğüm ışık arasında bir bağ mı var?”
“Neden oraya gitmeyi bu kadar çok istiyorum?”
"Ve neden gidemiyorum?”
Diye arzu dolu soruları yanıtsız kalıyordu.
“Ah…ah bir gidebilsem!”
Diye düşündü, sessiz sedasız.
“HAYYE ALAS-SALAH”
İkinci kez tekrarlanırken bu kelimeler, aklına annesi geldi bir anlığına.
Kışın ayazlı, don gecelerinde ısınamayınca yatağında, annesi gelirdi yanına. Bağrına basar ısıtırdı. Bazen de besmele çekerek, uyandırmadan kucağına alır, kendi yatağına götürürdü. Ama o her defasında uyanırdı ve sıkı sıkı sarılırdı annesine. Babası da saçını koklardı. Dünyalar onun olurdu.
Ama o ses bu duygularını kamçılıyor, kelimeleri de bir başka ısıtıyordu içini.
“Hadi gel ben ısıtayım seni” der gibiydi.
Sesin ve kelimelerin peşine düşüp gidebilse yapabileceği en doğru, en güzel işi yapmış olacağı duygusu her yanını kaplıyordu.
Buğday ekmeye babası onu da götürmüştü tarlaya da; ne olacağını, bunların nasıl başağa dönüşeceği zihnini kurcalamıştı. Ama biçme zamanı geldiğinde her tohumdan onlarca tanenin çıktığını görünce hayreti daha da çoğalmıştı. Bu ses ve kelimeler insanların hem kendine hem de başkalarının yararına yapacakları iyi işlerin tohumu gibiydi sanki.
“Hadi sende ek” der gibiydi.
“Ekse, ekebilse hiç kötülük yapamayacağını;”
ve
“Böyle bir tohumdan hep çok güzel işler ortaya çıkar. Kokusu dahi olur ve oda çok güzel kokar.” Diye düşündü.
“Ah…ah bir ekebilseydi!”
“Dalga dalga açılan ışık huzmesine bir gidebilseydi sonsuza kadar yaşayacaktı.”
“Ölümle hayatı bitmeyecekti.”
“Sonsuzluğun kapısı açılırmışçasına dalga dalga yayılan ışık huzmesine bir kavuşabilse her an ölmeye can atardı.”
“Ah… o gözler kamaştıran dalgacıklara bir kavuşabilse”
MSG
Not: O SES , O SES/2 yi okumamışsanız lütfen o yazıları okuduktan sonra bu yazıyı okuyunuz.