- 6490 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KATRE-İ MATEM OLUP YÜREĞİMİZE AKANLAR
Katre-i Matem, İskender Pala’nın Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk’tan yaklaşık beş yıl sonra yazdığı ikinci romanının adı. Evliliklerinin ilk gecesinde akıl almaz bir cinayet sonucunda eşini kaybeden Şahin’in uzun ve gizemli yolculuğunda mekân İstanbul, zaman Lale Devri’dir. Yani, ihtişam ve sefaletin iç içe yaşandığı bir şehirdir 18. yüzyılın İstanbul’u. Genelde divan edebiyatını, özelde divan şiirini her yaştaki insana, özellikle de genç kuşaklara sevdiren İskender Pala, Katre-i Matem adlı romanında, bu sevginin doğduğu ve yayıldığı bir iklime götürüyor yüreklerimizi ve beyinlerimizi. “Matem damlası” anlamına gelen "Katre-i Matem", romanda peşinde koşulan, rengiyle görenleri hayrete düşüren hafif siyaha çalan mor renkli bir laledir. Romanı okumaya başlar başlamaz romanın içinde yaşayan bir kahramansınızdır artık. Kişilerle tanışıklığınız ilk sayfalarda sizi biraz zorlar görünse de gelişen olaylar karşısında bu tanışıklık doğal bir hız kazanıyor, bu da sizi söz konusu olayların geçtiği mekânların doğal bir müdavimi yapıyor: olay gelişmeden önce siz o mekânda yerinizi almışsınızdır artık! Olayların arkasında değil, önündesinizdir, yani, herhangi bir olayın vuku bulması esnasında siz ordasınızdır zaten, yoksa olay olup bittikten sonra size olayı anlatmıyor yazar, bizzat olayın yaşayanı yapıyor sizi. O kadar ki, örneğin, roman kahramanı Kara Şahin’in bir şehzade olduğunu, Kara Şahin’den önce siz biliyorsunuz! Herhangi bir odadasınız varsayalım, ama kapıdan içeri kim girecek? bilemiyorsunuz doğal olarak.
Roman, olay örgüsü bakımından alışıldık romanlardan farklı bir yapı sergiliyor. İlk sayfasından itibaren farklı bir tarz ve değişik bir atmosfer sizi hemen kendi anaforuna çekiveriyor zaten. Roman, bir kitap müzayedesinden alınan elyazması bir kitabın hikâyesi olarak başlıyor. Hayali bir yazarın yazdığı bir kitap bu. Okuyucu olarak siz, bu elyazması kitabın açtığı kapıdan içeri giriyor ve bir devre adını veren ’lale’nin izinde yazarın oluşturduğu büyüleyici atmosferin içinde yol alıyorsunuz. Katre-i Matem, Osmanlı’nın en tartışmalı günlerinden,1729-1730 lu yıllardan siyasi ve edebi tablolar çiziyor. Kara Şahin’in izinde, Lale Devri’nden Patrona Halil isyanına kadar bir yolculuğa çıkıyorsunuz okuyucu olarak. Roman, bir yanıyla sürükleyici bir cinayet, bir yanıyla da aşk romanı olarak edebiyat dünyamızda yerini alıyor.
Romanın ilk sayfalarından itibaren olayların tam ortasında buluyorsunuz kendinizi. Osmanlı’nın en şaşalı döneminin, lale devrinin her anını derinden yaşıyorsunuz roman boyunca. Örneğin, ünlü şair Nedim her daim yanı başınızdadır sanki çoğu şiirinin yazılma serüvenini bilen kişilerden ve şiirine kaynaklık eden olayların canlı tanıklarından biri de sizsiniz. Padişah III. Ahmet, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, İshak Efendi ve tarihe yön veren diğer kişilerin soluk alış verişlerini bile duyacak kadar yakınsınızdır onlara. Lale devrinin kapanışını hüzünlenerek izlersiniz, hatta kimi olaylar karşısında gözyaşlarınızı tutamazsınız bile. Sultan III. Ahmet’in tahttan indirilişini, Şair Nedim’in ölümünü kolay kolay kabullenemezsiniz. O devirde, ihtişamlı lale devrinde, acımasız çetelerin ve zalim soyguncuların varlığı, ayak takımı ihtilalcilerin mide bulandıran cinayetleri hayalinizdeki lale devrini tuzla buz yapabilir. Ama yine de bütün bu saydığım olumsuzlukları bastıran öyle bir aşk var ki romanda, sayfalar boyunca yüreğinizin hücrelerini sarıyor ve gerçek aşkın içeriğinde kaybolabiliyorsunuz. Şahin’le Nakşıgül arasındaki aşk o kadar sahici ki gerçeği öğrendiğinizde müthiş bir hayal kırıklığı sarıveriyor her yanınızı. Diğer yandan, Yanık Yusuf (topal Yeye) ile dilsiz Şehnaz’ın aşkının yürek burkan yanlarında gezinmek de üzebilir sizi.
İktidarda görünürde Sultan III. Ahmet olsa da, gerçek iktidar sahiplerinin ve darbe heveslilerin ülkeyi her anlamda germesi ve olumsuzluk adına ne gerekiyorsa yapmaları, günümüzde yaşananlarla önemli paralellikler barındırıyor. İyi insanlar görevlerini layıkıyla yapmadıkları sürece, kötülerin her boyutta kötülük planlamalarının ve bu planlarını gerçekleştirmelerinin kaçınılmaz olması vazgeçilmez bir kuraldır her devirde. İyi ile kötü arasındaki güç savaşı, sonuçta bir tarafın galibiyetiyle biteceğinden, kazananla kaybedenin ne kazandıklarını ve ne kaybettiklerini tarih yazacaktır. İhtirasların ve aldatmacaların, iyilerin ve kötülerin, yönetenlerin ve yönetilenlerin, ezenlerin ve ezilenlerin her zaman olduğunu ve her çağda aynı biçimde davrandıklarını biliyoruz. Her dönemde, bir kesim refah içinde yaşarken, başka bir kesim geçim sıkıntısı yaşar durur. Yalnızca kullandıkları araçlar değişir insanların. Bu böyle olagelmiştir dünya kurulduğundan bu yana. Burada önemli olan söz konusu olumsuzluğu en aza indirme çabasıdır bence. Tarihi roman olarak da sınıflandırılacak bir yapıya ve donanıma sahip olan Katre-i Matem’de tarihin çarpıtılmadan yer aldığını görüyoruz. İskender Pala, bu konuya nasıl bakmakta olduğunu Tarihî Roman başlıklı bir yazısında şöyle ortaya koyar: “Roman, hayali bir kahramanın hayali bir dünyada dolaştırılarak yazarın öngörüsü doğrultusunda ona davranışlar düzenlemekle ortaya çıkar. Tarih ise hayalin bile ete kemiğe bürünmesi, geçmişin dile gelmesi demektir. Bu bakımdan tarih, zamanın ve mekanın hapishanesi sayılır. Orada bir olay nasıl yaşanmışsa öylece kayda geçirilmek zorundadır. Romancı, toplumsal bir talebi karşılamak için yola çıkar ve eğer konusunu tarihten almışsa, ilk aklına gelen şey, olayların ne kadarına müdahale edeceğine karar vermek olacaktır. Gerçekten de bir tarihî roman yazarı, zaman ve mekan ile sınırlandığı halde teferruatı bizce bilinmeyen olayların ne kadarına müdahale etmelidir!
Bu konuda benim fikrim, tarihe mâl olmuş kişi ve davranışlara asla müdahale etmemek şartıyla ikincil veya üçüncül konumda kişi veya olayların türetilebilmesi üzerinedir. Bir şartla ki, o kişi tarihî gerçeklere uygun davranmalı, o olay anlatılan zamanın şartlarına mutabık düşmeli ve anakronizmden uzak bulunmalıdır. Diğer ifadesiyle; tarihte yaşamış ve yaşanmış olduğu halde tarih metinlerine girmeyen kişi ve olaylar romancı tarafından kurgulanabilir, ama bu kurgular bile o çağın gerçekleriyle çatışmamalıdır. Sonuçta tarihî roman, bilimsel hakikatlere aykırı olamaz ve olmamalıdır. Elbette romancıdan bir bilim adamının tarafsızlığı ve titizliği beklenemez ama bilmelidir ki yazdığı metin, bir bilim adamı titizliğiyle davrandığı ölçüde tarihî roman olacaktır. Bu bakımdan kötü bir tarih romanı, tarihin ancak bir karikatürü olabilir. İyi bir tarih romanı ise tarihin geleceğimize gülümseyen yüzüdür ve bizim pek çok tarihî romana ihtiyacımız vardır.”
Kitabın sayfaları arasına yerleştirilen gravürlerin ve hikâyelerin romana ayrı bir güzellik ve zenginlik kattığını belirtmek istiyorum. Özellikle, Hafız Çelebi’nin ağzından son derece doğal bir söylemle dökülen hikmet incileri romanın içeriğine manevi bir derinlik sağlamış: “Hiçbir şeyi hemen halledeceğini zannetme.”, “Gençlik hevesiyle olmayacak hayaller kurma.”, “Çok umutsuz olma, ama tedbirli olmayı da bırakma.” ve
“ Dikkat et, fakirliğin en büyüğü ahmaklık; zenginliğin en üstünü akıldır.” gibi. Diğer yandan, doğunun mistik tarzdaki toplam 18 tane hikayesinin, eski bir kitap geleneğimiz olan derkenar yöntemiyle verilmiş olması romana çok yakışmış. Son derece hızlı gelişen olaylar karşısında, okuyucunun bir nebze olsun dinlenmesini sağlaması açısından hoş olmuş bence bu tür hikayeler. İhsan Oktay Anar da bazı romanlarında bu tekniği kullanmış olmakla birlikte, İskender Pala’da bu olgu, çağrışımı bol ve zengin hikâyelerle beslendiği için daha anlamlı olmuş.
Yeri geldikçe, divan şiirinden, özellikle de Nedim’den harika mısralar karşılıyor okuyucuyu:
“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat”
(Yılın en uzun gecesinin hangi gece olduğunu müneccimler ile takvim düzenleyenler asla bilemezler. Onun hangisi olduğunu ancak gama müptela olmuş âşık bilir.)
Katre-i Matem’de Karakter Sorunu
Katre-i Matem’de, çok güzel bulduğum yönler olduğu kadar, son derece vasat bulduğum yönlerin de olduğunu belirtmek istiyorum. İskender Pala’nın divan edebiyatına her anlamda hakim olmasının getirdiği avantaj, romanın içeriğini oldukça zengin kılmış. Ama üslup açısından olsun, roman tekniği açısından olsun, çok da başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Romandaki kişilerin, özellikle de roman kahramanlarının karakter tasvirlerinin romanın olay örgüsü içerisinde çok zayıf kaldığını belirtmek istiyorum. Kimi edebiyat eleştirmenleri romanda karakter sorununa yaklaşırken iyi romanda karakterin insana-insanın karaktere dönüştüğünü, buna karşılık kötü romanda karakterin kahramana-kahramanın karaktere dönüştüğünü söylerler. İnsan ya da insani olan ile kahramanın karşıtlığı romanın değerini belirleyen bir ölçü olarak kullanılabilir. Roman insanı esas alan bir edebi tür olarak doğmuştur ve en yetkin örneklerinde unutulmaz karakterler yaratmıştır. Bu karakterlerin unutulmaz oluşu her birinin olağanüstü özelliklere sahip birer kahraman oluşlarından değil, aksine, son derece titizlikle ve gerçekçi bir yaklaşımla yaratılmalarından kaynaklanmaktadır. Karakter, romanda olumlu ve olumsuz yönleri ile verilen, belirli bir tip özelliği göstermeyen kişilerdir. Karakter kendine özgüdür. Geneli temsil etme özelliği göstermez. Çok yönlü olup değişkenliğe sahip kişilerdir. Örneğin, Nihal Atsız’ın Ruh Adam adlı romanındaki Selim Pusat, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı romanındaki Raskalnikov karakterleri çok güçlüdürler. Kara Şahin veya Topaç Yeye denildiğinde zihnimde güçlü bir karakter resmi oturmuyor. Katre-i Matem’de karakterler yüzeysel geçilmiş, roman sadece olaylar üzerine inşa edilmiş bence. Oysa iyi bir romanda insanın aklında kalacak güçlü karakterler olmalıdır bana göre. Nasıl ki, Victor Hugo’nun Sefiller romanı dediğimizde, çoğumuzun aklına hemen Jan Valjean, Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası romanı dediğimizde Bihruz Bey geliyor. Oysa, Katre-i Matem’de kahramanları olarak sayabileceğimiz kimseler çok aklımızda kalmıyor. Biraz Şahin, biraz Yeye, hepsi o kadar.
Katre-i Matem’de Mekan Tasvirleri
Romanda mekân ikiye ayrılır: Açık/Geniş mekân, Kapalı/Dar mekân. Bir romanın olmazsa olmazlarından biri de mekân tasvirleridir. Mekan tasvirleri, gerçek okuyucu olmayan kişiler için son derece eziyet verici bir şey olsa da, romanda geçen olayları kavrama anlamında olsun, roman kahramanlarını tam anlamıyla tanıma anlamında olsun çok önemlidir. Okuyucu, her hangi bir romanın oturduğu düzlemi ancak mekân tasvirleri yoluyla tanımlayabilir ve kavrayabilir. Mekân tasvirlerinde detay vazgeçilmez bir olgudur. Yeri geldiğinde çok küçük ayrıntı bile romanın olay örgüsünün iskeletini bozabilir veya güçlendirebilir. Bir romanda, mekân değişimleri, gelişen olaylara uyum sağlayamazsa mekân kaymaları yaşanır ki bu da bir roman için olumsuz bir durum sergiler.
Bu anlamda, Katre-i Matem’de, mekân tasvirlerinin yüzeysel yapıldığı söylenebilir. Çoğu zaman, mekânlar ve mekân değişimleri detaylı bir biçimde okuyucuya aktarılmıyor, dolayısıyla okuyucunun olayı kavramasını zorlaştırıyor bu durum. Kimi yerde olaylar o kadar hızlı gelişiyor ve akıyor ki, olayın gerçekleştiği mekân önemini yitirebiliyor; ama burada verilecek bir detay tasviri, romanın albenisini çoğaltabilirdi görüşündeyim. Mekân değişikliğinin okuyucuya bütün ayrıntılarıyla okuyucuya tam olarak aktarılmadığı içindir ki, Katre-i Matem’de her şey kendi yaşanıldığı yerde durmakta, bu da romanın albenisini yitirmesine kapı aralamaktadır.
Katre-i Matem(atik)!
Romanın birkaç yerine serpiştirilen matematik ve zekâ ile ilgili diyaloglar, romanın zenginliğine önemli bir değer katmış. Yeye, güçlü bir matematiksel beyine sahip, karşısına gelen soruları ve sorunları analitik düşünme metoduyla anında çözen biri olarak karşımıza çıkıyor.
Bimarhanedeki bir hekimin sorusu:
-“Yeye! Dün çarşıdan on altın tutarında zeytinyağı satın aldım. Yağcı ağzına kadar dolu on şişe, yarısı dolu on şişe ve paranın üstü çıkışmayınca da on adet boş şişe verdi. Eve gelince üç hanıma eşit paylaştırmak istedim. Tartı ve ölçü yoktu; bir türlü elimin ölçüsü de tutmadı, adaleti sağlayamayacağım diye öylece bıraktım. Ne yapacağımı bilemedim.” Yeye, cevabı çok fazla düşünmeden, anında verir:
-“On adet yarım şişenin beşini diğer beşine boşaltıp her kadına beş dolu, beş de boş şişe ver hekim efendim.”
Romanda, toplam 66 soruda, Şahin ve arkadaşları tarafından söz konusu cinayet çözülmeye çalışılmaktadır. Lalenin Ebced hesabındaki sayısal karşılığının 66 olması bir tesadüf değil tabi. Aynı şekilde, Allah kelimesinin Ebced hesabındaki sayısal karşılığının da 66 olması, divan edebiyatında lalenin Allah’ın sembolü olarak kullanılmasını getirmiştir. Bilindiği üzere, gül ise peygamberimizi sembolize eden bir çiçektir. Lale, vahdeti,tevhidi,yani birliği temsil ederken; Gül ise, kesreti, çokluğu temsil eder. Hiçbir lale birbirine benzemez.
Roman kahramanlarından biri olan Hafız Çelebi’nin ağzından lalenin hikâyesi anlatılırken, onun Osmanlı kültüründeki yeri üzerinde önemle durulur: “Evet ya beyzadem, o bir kimlik, bir ruh şahsiyetidir ki Selçukoğulları ve Osmanoğulları’nın naz ile büyüttükleri taze eda içinde yaşar. Öyle ki Ebülfeth Mehmet Han zamanında Manisa’da serpilip yetişmiş, Kanuni Süleyman Şah asrında İstanbul bahçelerinde süslenip güzelleşmişti. Yazık ki şimdilerde en renkli elbiselerini Felemenk diyarında kuşanmış bir gelin misali vatanına hasret çekiyor, ağlıyor, belki hıçkırıyor. Elinde tuttuğun o soğan, içinde, siyaha çalan koyu mor bir hüzün saklar ki bahçelerde açtığı vakit Felemenk diyarındaki laleler –ki onlar bu vatanın evden kaçırılmış kızlarıdır- kimliğini yeniden hatırlayacak. Ve onlar, taa Sadabat bahçelerindeki mütevazı evlerine dönesiye kadar, her baharda, elindeki soğan gibi bir özel çiçeği yetiştirmek için çırpınıp durur bu ihtiyar. Tıpkı “Nur-ı adn” (Cennet nuru) adıyla ilk değişik laleyi üreten Ebussuud Efendi gibi, tıpkı sayfa sayfa lale desenlerini boyayıp bir külliyat hazırlayan tabip Mehmed Âşıkî Efendi gibi, tıpkı “Netâyicü’l-ezhâr (Çiçeklerin neticeleri)” isimli kitabın yazarı Cerrahpaşa Camii imamı Ahmet Ubeydi oğlu Mehmed Efendi gibi… Ve daha adıyla sanıyla belli iki yüz kadar şükûfeci gibi…”(s.134) Süleyman Nahifi Efendi’nin ağzından da, başka bir mekanda ve zamanda, Hafız Çelebi’yi tamamlar nitelikte paralel cümleler dökülür: “(…) Ve elbette lale doğuludur, Hıristiyanlık kadar, Musevilik kadar, İslamiyet kadar doğuludur yani… Lale utangaçtır, taze bir gelin kadar, iltifat görmüş bir nazenin kadar utangaç yani… Lale altı yaprağıyla hercayidir, batılar ve kuzeyler kadar, alt veya üstler kadar… Lale sabr u sebatın, ölümden sonra dirilmenin adıdır yani, ekim mevsiminde ekilip nisan mevsiminde açacak kadar…”(s.187)
Bir Arzu
Kuşkusuz, bir imkân meselesi olduğunu biliyorum ama Katre-i Matem’in sinemaya aktarılarak, daha geniş kitlelere ulaşmasını bütün içtenliğimle arzu ediyorum. Çünkü romanın dili ve içeriği, sinema diline ve tekniğine çok yatkın bence. “İskender Pala’nın bir sonraki romanının adı, Katre-i Hayat mı olacak?” şeklindeki bir soru öngörüsünün romanın son satırlarına doğru evrilirken, okuyucunun aklına düştüğü kanaatindeyim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.