- 3514 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ADIYAMAN’DA ARTANLI SAİD HOCAYLA İLGİLİ BİR ANI
Halit Özdüzen
(Araştırmacı- Yazar)
Merhumun ismini ilk defa çocukluk yıllarımda Artan köyünde öğretmenlik yapan Ağabeyim Mehmet Özdüzen’den duymuştum. Ağabeyim köye ve Hoca’ya o kadar ısınmıştı ki bazen yaz tatilinde de orada kalır; okula tahsis edilen arazilerde Hoca’nın da yardımıyla bağ-bahçe işleriyle uğraşır, zorunlu haller dışında şehre inmezdi. Genç yaşta rahmetli olan yeğenim Artanda dünyaya geldiğinde ismini ağabeyimin de onayıyla Sait Hoca, “Sabri” koymuştu. Yeğenim de yıllar sonra, ikinci oğlunun adını “Sait” koyarak sevdiği Artanlı Sait Hoca ve Said-i Nursi isminin ailede yaşamasını sağladı.
Tuz hanı civarında köylülere dönük tuz, sabun, gaz ve hırdavat işiyle meşgul olan Babam Yusuf Özdüzen (Köylülerin deyimiyle Yusufi Şelte) de Sait Hoca’yı sever ve alış verişe gelen Artanlılarla ona selam gönderirdi. Hoca Adıyaman’a gelip çarşıya (Tuz Hanına) indiğinde kadirşinaslık göstererek bazen dükkânımıza uğrar; babam, ortakları Salih Dilek (Salih efendi) ve “Muhacir Mehmet” ( Mehmet Bilir/ Mehmed-i Siyabent )’le sohbet ederlerdi. Hatırladığım kadarıyla bazen dini konular, bazen de siyasi konular konuşulurdu. Sait Hoca Kürt kökenli olduğu halde şehirde –şehirlilerle- genellikle Türkçe konuşurdu. Türkçe aksanında biraz eski Türkçe (Osmanlıca), Kürtçe ve Arapça da kullanırdı.
Çocukluk yılarımda birkaç kez görmüş olmama rağmen Sait Hoca’yı yakından tanımam gençlik yıllarıma rastlar. O yıllarda, Bayındırlık Müdürlüğünde, Milli eğitim Müdürlüğünün elemanı olarak çalışmaktaydım. Hafızam beni yanıltmıyorsa heyet olarak Kömür Köyünde yapılan Sağlık Ocağı İnşaatının “ ön kabul” ve Artan köyünde yapılması planlanan Sağlık Ocağı veya okulun da yer tespitinde bulunacaktık.
Sanırım yıl 1966, aylardan Eylül ya da Ekimdi. Görev gereği önce Kömür’e uğradık ve müteahhidin, süresinde inşaatı yetiştirmediğini görerek gerekli tutanağı tuttuktan sonra burada ayrıntısına girmeyeceğim kısaca söylemek gerekirse müteahhitle tartıştığımız için, yemek dahi yemeden Artan’a doğru yola koyulduk.
O tarihlerde Artan ve Kömür yolları stabilizeydi; kavurucu eylül sıcağı ile ısınan eski model Jeepimiz köye vardığında öğle hayli geçmiş, gün ikindiye uzanmıştı. Daha önce geleceğimizden haberdar olduğundan Muhtar, yol kenarında yaşlı bir dut ağacının altında birkaç köylüyle beraber bizi beklemekteydi. Burada kısa bir sohbetten sonra bizi Sait Hoca’nın odasına (hücresine) davet ettiler. Muhtar oradaki bir çocukla hocaya haber gönderdi.
Hoca bizleri o gülen ve sevecen bakışları ile kapıda karşılayıp teker teker ellerimizi sıkıp halimizi hatırımızı sorarak içeriye buyur etti.
Sait Hoca’yı en son on yıl önce görmüştüm. Ağabeyimin Artan’da öğretmenlik yaptığı yılların üzerinden uzun bir süre geçmiş, ben de çocukluktan delikanlılığa geçmiştim; haliyle beni tanıması imkânsızdı. O an aklıma nerden estiyse, Hoca’yı yakından tanımak ve sohbeti ailemizle sınırlı tutmamak için aile kimliği ile kendimi tanıtmayı uygun görmedim. Daha sonra oldukça çocuksu bulduğum bu davranışım nedense o gün için bana doğru gelmişti.
O yıllarda okuduğum felsefi ve sosyal içerikli kitapların etkisiyle kendimi Hümanist ve Demokrat olarak tanımlıyordum. Aklımca birçok şeyi bilen biriydim; pek çok insanı ölçüp katagorize ettiğim gibi kendimi yakından tanıtmadan Hoca’nın derinliğini ölçerek, onu tartmayı düşünmüştüm. Doğrusunu söylemek gerekirse en büyük bilginin “Kendini Bilmek” olduğunu bir yıl sonra Rahmetli Kazım Yardımcı’nın tavsiyesiyle Yunus’u detaylı incelediğim zaman anladım. Bir de, kendi kültürümüzün öz kaynaklarını öğrenmeden yalnız başına Batılı yazarları okuyarak aydın olunamayacağı, gerçeğini öğrenmiş oldum.
Artandaki Hücre denilen oda, keçe ve kilim serili, oldukça mütevazı döşenmişti. Minderler yüklük ya da dolaptan çıkarıldı; belli ki Hoca misafirlere değer veriyordu. Üzerindeki mahalli kıyafetiyle başındaki sarık, renk ve desen olarak bir biriyle uyum içerisindeydi.
Tam soluklanmak üzereydik ki bir arkadaşımız: “Hoca susuzluktan öldük, bize acele su!” dedi. Hoca, mütesebbim bir tavırla: “Bakın su istiyorsunuz ha!” dedi. Arkadaş “Evet su istiyoruz!” diye tekrarladı. Bizler de başımızla onu tasdik ettik. Gençlerden birinin getirdiği suyu kana kana içerken odadaki köylüler mahalli tütünden sararak önümüze attığı yerli fakat “kaçak” sigaraları tüttürmeye başladık.
Dışarıda yaklaşık yarım saat kadar yer seçiminde bulunup, içeriye krokiyi çizmek ve tutanağı tutmak üzere yöneldiğimizde açlığımız hat safhaya erişmişti. Yere yemek sofrasının serilmiş olacağını ümit etmekteydik. İçerde sini altının üstünde büyük bir maşrapada ayran ve bardakların bizi beklediğini görünce doğrusu hayal kırıklığına uğrayıp heyettekiler birbirimizin yüzüne baktık. Namı, Adıyaman yöresinde “cömert ve ekmek sahibi” olarak ünlenmiş koskoca Sait Hoca bizi birer bardak ayranla mı yolcu edecekti! Şaşkınlığımızı hisseden Hoca, tanıyanların bildiği tatlı gülümsemesiyle “Unutmadınız değil mi? Geldiğinizde su istemiştiniz; bu tok gelişin işaretiydi” diyerek, kıyıda köşede kalmış yemek ümidimizin de iyice silinmesini sağladı.
Buna da şükür diyerek içtiğimiz ayranlar eşliğinde resmi görevimizi ifa ederken, bir yandan da Hoca, yemek ve misafirle ilgili bir sohbet açarak bizi şakayla karışık, köşeye sıkıştırıp dağarcığımızda birşeyler varsa öğrenmek ve bize yemekle ilgili bilmediğimiz kuralları öğretmek istiyordu. Yemek hayallerimiz iyice uçup gitmişti ki, imdadımıza yöre ve Hoca’yı çok iyi tanıyan şoförümüz Hacı Kılıç yetişti. Kürtçe “ Bawıko kabahat bende! Onlara gelirken yolda Hoca’nın yanında kalbinizden yanlış bir şey geçirmeyin, kalbinizden geçenleri bilir demiştim, onlar da seni denemek için su istediler.” diyerek latifeyle karışık, durumu kotarmaya çalıştı. Kömür’de yaşananları da kısaca anlattı. Sait Hoca’nın neşesi daha da artarak o da Türkçedeki bir atasözünü biraz değiştirerek şoföre Kürtçe cevap verdi. “Desene, kılavuzları karga olanın karnı hiç doymazmış.” Kendisini kastederek “Fakirin tırnağı olsa kendi başını kaşırmış.“ diye tevazuu ihmal etmedi. Kürtçeyi bilenler gülüşünce, şoförümüz konuşmaları Türkçeye tercüme ettiyse de doğrusunu söylemek gerekirse açlıktan kıvranan midelerimizi pek de teselli etmedi. Görevimizi alelacele bitirip kalkarak, yolumuzun üzerine çıkacak ilk köyün muhtarının evine kendimizi atıp sudan önce yemek istemeyi düşünmeye başlamıştık ki yere sofra serilip üzerine büyükçe bir sininin konması bizi ferahlattı.
Hoca ve muhtar da geleneğe uyarak bizlerle beraber sofraya oturdular. Bir yandan yemek yenirken, diğer yandan arkadaşlar Hoca’yı dini konularda soru yağmuruna tuttu! Hoca önce sorulan soruyu dinleyip bir iki saniye soranın yüzüne bakarak gerçek niyetini öğrenmeye çalıştıktan sonra bir öğretmen gibi cümlelerinin üzerine basarak sofradakilerin tümünün o konuyu öğrenmelerini amaçlayarak cevaplamaktaydı.
Yemek süresince söze karışmadan Hoca’yı izleyip ölçüp biçerek derinliğini aklımca anlamaya çalıştım. Sofradaki yemek faslı bitip çay içmeye geçildiğinde ben de çok fazla ilmi değeri olmayan -detaylarını şimdi hatırlamadığım- felsefi bir iki soru sordum. Hoca sorularımı, (sonradan, aydınlanma dönemimde kural ve detaylarını öğrendiğim) “ İslam Mantık İlmi” kalıpları içinde ele alarak yeni bir tez ileri sürüp tartışmaya girmemi önleyecek şekilde cevapladı. Bu cevaplarından onun İslami İlimler yanında, İslam felsefesi ve mantık ilmini de bildiğini, ayrıca iyi bir münazaracı olarak cedel tekniklerine de hakim olduğunu anlamıştım. Ancak o topluluğun içerisinde benimle tartışmaya girmek istemediğini de anlayabilmiştim; zaten doğru olan da buydu.
Veda zamanı gelmişti. Arkadaşlarım önden çıktı. Ben kendimi tanıtmak için sona kaldım. Belki de sorduğum sorular nedeniyle elimi gayet kuvvetli kavrayıp bir eliyle de omzuma dokunup, yakından tanımak için kimlerden olduğumu sordu. Ben de ağabeyim ve babamın adını söyleyince, sağ eliyle elimi var gücüyle sıkıp, sevecen tavırla gözlerinin içi gülerek ”Desene baltanın sapı bizdenmiş.“ dedi. Çevresindekilere döndü ve Kürtçe “İlk öğretmenimiz Mehmet’in kardeşi…” gibi bir şeyler söyledi. O anda köylüler çevremi sarararak, bana dokunmak istercesine ağabeyime değer verdiklerini belirtmek istediler. O zaman ağabeyimin Sait Hoca ve çevresince ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anladım.
Elimi bırakmadan arabaya kadar uğurlarken “Kirve, onlar gitsin, sen kal; misafirim olursun, sohbet ederiz.” dediyse de ben, “Sonra yine gelirim, uzun uzun konuşuruz.” diyerek ayrıldım. Jeepe bindiğimde arkamdan babam ve ağabeyime selam söylememi tembih etti. Şoför hareket edip köyden ayrıldığımızda arkadaşlar bana ”Neden daha önce hocayı tanıdığını ve aile dostu olduğunu söylemedin; bari sayende kuzu yerdik.” diye şaka yollu takılarak hayıflandılar. Bense ağabeyimin ilk fikri tohumlarını Mezgirtlili Yasin Hoca’da yeşerttikten sonra Artan’daki Sait Hoca çeşmesinden sulayarak nasıl büyüttüğünü düşünmeye dalmıştım.
Artanlı Sait Hoca Adıyaman’da yeri kolay doldurulamayacak ulu çınarlardan biriydi, İlminin yanında sehaveti(cömertliği), sevecenliği ve yardımseverliği ile tam bir toplum önderiydi. Sözü sohbeti dinlenen birisi olduğu gibi katıldığı civatlarla birçok köydeki kan davasını ve büyük kavgaları önlemesiyle de şöhret bulmuştu.
O gün, köyde biraz da latife ile karışık, ekmekle su önceliği şakasıyla aynı zamanda nüktedanlığı ile de bizlere bir şeyler öğretmek istemiş ve amacına da ulaşmıştı.
Tarihi, her ne kadar tarihçiler yazsa da toplumlarda “İz bırakanlar” yaratır. Sait Hoca da Adıyaman’da iz bırakanlardan biriydi. Yetiştirdiği öğrencilerinin vereceği eserlerle ve sevenlerinin gönlünde ebediyen yaşayacaktır. Yunus ne diyor: “ Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil.“ Sait Hoca’nın da teni topraktan geldi toprağa döndü, canı ise canlar ülkesine… Ne mutlu Sait Hoca’ya ve onun gibi toplumlarında bir şeyler üreterek yaşayanlara….
Adıyaman Belediye başkanına ve Belediye encümenine daha önce Rahmetli “Kazım Yardımcı”nın ardından yaptığım çağrıyı burada yineleyerek, sormak isterim? Adıyaman’ın ender yetiştirdiği bu değerli insanların isimlerinin park ve caddelere verilme zamanı daha gelmedi mi?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.