Artık Şekerli Çay İçebiliyorum
Artık şekerli çay içebiliyorum. Bundan sonra dünyanın tüm tatları hep aynı benim için, katkılı ve kendisi olmayan şekerli çay gibi. Tatlandırılmış acılardan keyif alma anları, özünü unutmamak için yaşamın verdiği savaşın bir başka yüzü bu. İlk zamanlar içimi bayıltan bir tatlılık hissi ağzımdan başlayarak damağıma, boğazıma oradan tüm bedenimi sarıyordu. İğrenmeyle karışık bir titreme geçiriyordum. Bir de o yapışkanlık hali yok mu bardağın…
Delav kendisi için bir iç devrim olan bu olayı ayrıntılandırıp çözümleyip ve dallandırıp budaklandırarak karşısındakine bağıra bağıra anlatırken onun aslında başka bir diyarda olduğunu anlayamamıştı. Bir an Segıra’nın simsiyah fönlenmiş gözlerindeki feri yakaladı. Bir uçurumdan aşağıya bakıyordu gözleri. Sözünün kesildiği yerden Segıra’yı izlemeye koyuldu. Siyah uzun saçları, siyah ince kaşları, siyah göz farları, siyah uzun eteği, siyah eteğinin bittiği yerde yine siyah botları ve bu kadar siyah içinde ada gibi görünen beyaz teni.
Segıra’nın bazen gözleri seğirirdi, yorgunluktan derdi hep, ama Delav aslında içine döndüğünde, kendiyle kavga ettiğinde bu tür şeylerin onda olduğunu bilecek kadar onu tanıyabilmişti. Uzun bir susuştan sonra Segıra:
‘’
Çok adam tanımadım ben. Beş kişi. Beşini de sevdim. Beşiyle de beraber oldum. Pişman olmadım onlardan yaşadıklarım için ve onlardan sonrası için. Pişmanlık duymadım onları elimde tutamadığım için. Onlar istedikleri şeyleri almışlardı benden, ben ise yine isteyecek bir şey bulamadan birilerine git demiştim. Hiçbiri birbirine benzemiyordu. Neredeyse alakasız insanlardı. Ama ben hep aynı adama âşık oluyordum sanki. Onlar da farkında değillerdi; benim kendileri için yarattığım anlamın farkında olmadan benimleydiler, belki bilseler her şey daha kolay olurdu hepimiz için. Uçurumlarını yanlarında alıp gidebilirlerdi benim yabani topraklarımdan ‘’
‘’
Git dediğim için hep gözlerinde büyüdüm. Hep gelmek, geri dönmek istediler, hep merak ettiler, oysa sebep onlar değil bendim. Benim kendimden kaçışlarım ve kendimi arayışlarım. Ve gerçeklerle yüzleşmek isteyişimdi. Gerçekte bir kişiyi sevmiştim ve seviyorum dediğim her yeni kişide onu sevmiştim. Babamı on üç yaşında kaybettim. Hiç unutmuyorum mezarlığı, tabutunu mezara koyarlarken aniden yağmur başladı. Yağmur öylesine yağıyordu ki, yağmur tanelerinin sıklığından gözlerim açılmıyor etrafı göremiyordum. Ağlıyordum kendimi kaybetmiş biçimde ve yağmur gözyaşlarımı siliyordu.
Küçük bir kızdım henüz on üçünde bu benim için korkunç bir acıydı. Küçük yüreğim durmadan kanıyordu, babam her şeyimizdi ve ben onun küçük kedisiydim. Ağabeylerimin ihtiyar baş belasıydı benim babam, üç gün boyunca mezarına her sabah ekmek kırıntısı serptim; çünkü babam kuşları çok severdi. Bir kuş üç gün üç kırıntıyla alışır ve seni unutmaz derdi. Üç gün üç kırıntıyla ona alışan kuşlar onu hiç terk etmediler. ‘’
Yine uzun bir susuş oldu ama bu sefer çok gürültülü iç seslere toslamıştı ve diğer susuştan daha anlamlı olmuştu. Delav uzun bir nutka, bir yatıştırma cümlesine, ya da şefkatli bir konuşmaya başlayacak gibi boğazını temizleyip duruşunu dikleştirdi.
‘’
Dediğim gibi, bardağın yapışkan haline alışmak bayağı zordu benim için. Hijyenik açıdan da benim için aşılması zor bir durumdu. Ama dikkat edince çayı bardaktan taşırmamayı öğrendim alışırken şekerli çaya, bu önemli bir noktaydı benim için. Taşırmamak; anları, hatları, mekânları, yüzleri, taşırdığın ana onlar dönüştükleri yerlerde rahatsız edici formlarda olabiliyorlar. Bu yaşamın kendisiyle ayrıştırılamayan statik devinilmelerini devşirmek kadar iddialı bir hal alabiyor. Taşmak lazım bazen belki taşkınlığa göz yummak. Ama buna müsaade ettiğinde senden gidenlere de razı olacaksın. Yani tat açısından diyorum. ’’
Delav yine Segıra’nın kendisini dinlemediğini fark etti. Segıra’nın parmaklarında ne çok yüzük vardı.
Uzun parmakları salkım söğüt gibi dizlerinin üzerine koyduğu bileklerinden sarkıyordu. Elleri yılgın yılgın uzanıyordu boşlukta. Uzun uzun ellerini seyretti delav ve sessizliği bozan yine segıra oldu.
‘’
Üç yeri çok sevdim, adımı aldığım atalarımın yaşadığı dağları ilkin. Serin ve haşmetli, sert ve hükümran, neşeli ve özgür. Sınırsızca bağırışın dipsiz yükseklikleri; Dağlarım, hiç görmediğim, göremeyeceğim uzak cennetim. İki katlı bahçeli bir evimiz vardı, baba ocağımız. İçinde bostan ektiğimiz, içinde kiraz, elma, dut ağaçları kaynayan bahçemiz. Ne çok seviyordum yuvamızı, sabahları yeşile uyanmak, oradan oraya koşturmak bahçenin içinde. Babamla beraber toprağı teneffüs etmek tozunu toprağını içine çekmek. Babamdan sonra ağabeylerim evi sattılar. Arada giderim, dev bir beton blok yığını var yerinde. Arada giderim babamın mezarını ve evimizin mezarını görmeye. Birine kabristan diyorlar diğerine ev, ne tezat ama. Ne çok kötülük gördü bu gözlerim, nasıl acımasızlıklar, kıyımlar, yıkımlar, canilikler, hayvanlaşmış hırs yığınları, bunları gözlerimden kusabileceğim tek yeri çok sevdim. Cehennemi. ‘’
Delav çayından bir yudum alıp;
‘’ Mm bak birde ne değişiyor biliyor musun? Çay içme âdetin. Şekersizken bir bilemedin iki tane en çok içebiliyorsun. Çayın özünü alıyorsun ve bu seni tatmin ediyor yani bir tatmin noktan var. Ama şekerli çayda bunun bir limiti nerdeyse yok. Bir arayışa giriyorsun durmadan, özü arayış. Tatmin olamıyorsun onun için, hele yanında bir de limon almışsan şekerli çayın epey içebiliyorsun. Tadı özü arama işin uzuyor, yani tat alma hissin bayağılaşıp bir paylaşım ritüeli halini alıyor. Öznel bir tercihten herkese açık bir kamusal alana kayış. Bunun yanında şekerli çay.’’
Segira başını bulutların içinden kaldırıp sert ama kısık bir ses tonuyla
- Delav !
-Efendim
-Şekerli çayını s.... senin !!!
Ufuk Ataman