Ruh Üzerine Denemeler 1
Neredeyiz ve nereye gidiyoruz…
Kör bir dilencinin kokusuna aşık olduğu kaldırımlar kadar uzak bir hayalin peşindeyiz. Onlarca milyon kilometrenin gölgesine aşık olmuş, ruhumuzu çivileyip daracık hayallerin arasına sorgusuz sualsiz “toprak” peşinden koşuyoruz… Toprak, evet, hemde ölülerin üzerine örtülen cinsten, kara, soğuk ve verimsiz… Verimsiz; zira biz öyle kıldık. Herşeyin olduğu gibi onun da ruhunu çaldık. Hani demişti ya şair “toprakları toprak yapan üzerindeki kandır” biz yanlış anladık… Her kana bulanmış kanı “vatan” sandık…
Neden mi? Nedeni müsemma…
Hırsız neden çalar? Hırsız olduğu için, başka izaha gerek yok…
Oysa demişti zamanın bilge adamı da dinlememiştik:
"Türkiye ruhunu kaybetti. Toprak mı, En değersiz şeyimizdir belki de, belki de en değersiz şeyimizi kaybedince, her şeyi kaybettiğimizi anladık: Ruhumuzu!"
Bir fahişe düşün, bedenini satan hem de üç otuz paraya, seviyor mudur sence işini yoksa ilk işinde, ilk gecesinde satmış mıdır ruhunu? Bir fahişe düşün…
Bir hırsız getir gözünün önüne, zevk alır mı çalmaktan, yoksa ilk girdiği evde bırakmış mıdır ruhunu? Bir hırsız düşün…
Ne farkımız kalmış ki bir fahişeden; üç otuz poraya bedenini satan, ne artımız var ki üç otuz para için ruhlar çalan bir hırsızdan… Biri çalarken bırakmış ruhunu bir köşe başında yahut bir balkonun soğuk mermerlerinde, diğeri belki bir otel odasında belki bir yatağın ardında…
Hangi kutsalımız kalmış taşlara uzatıp üç kuruşa satmadığımız yahut vazgeçip edepsizce yok saydığımız? İnsanlık mı; çoktan tükettiniz namluların ucunda ve ağlayan kız çocuklarının göz yaşlarında, Ahlak mı; kaldırım taşlarını çatlatırcasına küfrederken zaten tükürdünüz pis bir nesne gibi hayasızca, Din mi; onu zaten kaldırmıştınız tozlu raflara bir sünger çektiniz üzerine ünvalarınıza aldırmadan…
Önce “ruhumuz”la başlar kayboluş ve ardı basit… Gözlerine mil çekilen mahkum gibi, kaparsınız ruhunuzu kendiliğinizden içinde “emanet” barındıran herşeye.
Sınırlar arıyorsunuz insanların yaşadıkları alanlara, ya benim sınırlarım ne olacak! Ruhumun derinlerini çevreleyen “emanet”in yolunu çizen sınırlar. Sınırlarına dikenli teller çekiyorsunuz kaybetmemek için bir avuç toprağı ya ruumuzu çalanlara ne yapmak gerek, var mı onlar içinde bir dikenli teliniz, var mı bir bekçiniz elinde silah, bekleyecek kadar cesur!
Oysa demiyor muydu Efendiler Efendisi “Lâ tahzen innallâhe meanâ” (Korkma, Allah bizimledir)… Nerede sizin en kudretli silahlarınız, nerde sizin en etkili sözleriniz, nerde sizin ihtişamınız…
Çaldınız hepsini, bilerek ve isteyerek ardına bir avuç korku ve hüzün bırakarak çaldınız…
Ve artık geri alma vakti geliyor. Güneş hep saklanır mı sandınız dağların ardına. İbrahim (as) hiç batmaz sanmıştı da sonradan dememiş miydi “La uhibbul afilun”(Ben batanları sevmem) ve uyanmıştı; gözlerini yummuş ruhuna bırakmıştı işi de bulmamış mıydı “emanet”in sahibini. İşte artık bir gaflet uykusundan uyanıp ruhumuzu sorgulamak vaktidir…
Haykırmak, sesimizi zorlamak ve bırakıp “batanların” çizdiği sınırları, bırakıp bir avuç mezar örtüsünü, yettiğince değil yetirinceye kadar her uyuyana sesimizi, haykırmak…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.