- 1334 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
303 - EL GAFUR
Onur BİLGE
Viraneye sadece öğrenciler değil, başı darda olan herkes geliyordu. Aralarında hali vakti yerinde olan insanlar da vardı. Define, içinde bulunduğu durumu kabullenmek zorunda olduğu için yoksulluğundan memnunmuş gibi yaparak mutluluk oyunu mu oynuyordu? Galiba öyleydi. Çünkü zaman zaman hayaller kuruyor, onları aktarırken adeta dünyadan kopuyor, ağzı kulaklarına varıyor, gözlerinin içi gülüyordu.
Sadece yazları beraber olduğumuz İpek, Almanya’da okuyordu. Esmer, uzun boylu, upuzun düz koyu kahve saçlı, ortodonti tedavisi ile çene kemiği düzeltilmiş, dişleri muntazam hale getirilmiş iri siyah gözlü, mütenasip vücutlu güzel bir kızdı. Balkabağı gibi sürekli gülümsemesi, ilk tanıdığımızda bizde aptal olduğu zannı uyandırmıştı. Dilimizi unutmaya başladığından mı gerçekten anlayış kıtlığından mı esprilere neden sonra tepki veriyor, yanlış anlaşılabileceğini düşünmeden, kendisiyle ilgili her şeyi açık kalplilikle anlatıyor, en çok da yalnızlıktan yakınıyordu. O konuşmaya başladığında, arkadaşlar arasında bir dalgalanma başlıyor, gülüşmeler oluyordu. Erkek arkadaşlar aralarında kaynatıyorlardı ama Define yaşlı olduğu için rahatça şaka yapıyor, çizdiği tablolarla onu ve hepimizi güldürüyor, belki de düşlediklerini yaşayarak bir nebze de olsa sanal bir mutluluk hissederek tatmin oluyordu. Ne kadar yaşlı, dindar ve aklı başında olursa olsun, o da nefis taşıyordu. Hayalini kurabildiğine göre bilinçaltında benzer arzular olsa gerekti. Özellikle ona çok takılıyor, anlayışına sığınarak açıldıkça açılıyordu.
“Kız, ben gelirim seninle. Beraber gül gibi geçinir gideriz.” diye başlıyor, hemen bir kahkahayla karşılık buluyordu:
“O zaman beni anamdan babamdan istersin, Necmettin Bey.”
“Memnuniyetle, İpek Hanım… Ben de onu düşünüyorum da… Baban kaç yaşında acaba? ”
“Yarı yaşında… Senden büyük kimseyi düşünemiyorum. Başka dede var mı buralarda? ”
“Hâle bak yahu! Kayınpeder, oğlum yaşında oluyor ve ben: “Efendim, Allah’ın emri, Peygamberin kavliyle kızınızı sizden istiyorum.” diyorum. O da gülümseyerek: “Oğlunuzun tahsili nedir? Ne iş yapıyor? Askerliğini yapmış mı? ” diye sormaya başlıyor.”
“Ona ‘baba’ diyeceksin, elini öpeceksin…” diye gülmeye devam ediyor. Dede dizine vuruyor:
“Tüh be! Bir de elini öptürüyormuş! Yarı yaşımdaki adama ‘baba’ diyormuşum. Seyret şimdi olayı! ”
“Annem ondan beş yaş küçük. Ona da ‘anne’ demek zorunda kalacaksın.”
Onu o halde tahayyül ederek gülmekten kırılıyoruz! Hiç bozuntuya vermiyor:
“Annene, ‘valdânım’ derim, daha kolay olur bari.”
“Babama da ‘peder bey’ dersin ama önce epey laf ve belki de iyi bir dayak yersin.”
“Eh artık, olacak o kadar… Manken gibi kız almak kolay mı? ”
“Almanya’ya gitmek… Orada yan gelip yatmak…”
“A, sahi… Ne iş yaparım ben orda? ”
“Bana gelen ikimize de yeter. Sevgili damatlarını beslerler. Evde oturursun.”
“Tabi ya… Evde çalışırım. Sevgili eşime çeşit çeşit yemekler yaparım. Evi siler süpürürüm.”
“Sabah uğurlar, akşamüstü karşılarsın. Akşamları ve tatil günleri gezdirirsin.”
“Başımda gezdiririm, ne demek! ”
En ince detaylarına kadar birlikte yaşamı dile getiriyordu. Yaşamak isteyip de yaşayamadıklarını mı yaşıyordu düşüncede? Arzu duyduğu ve gerçekleştiremediği yaşam tarzları mıydı kurguladıkları? Bazen de Ankara’da okuyan bir hukuk öğrencisine takılıyor, tekrarlanması bile çirkin hayaller üretiyordu:
“Okul bitince köşe olacağız, dede! Başarılı bir avukat olacağım, İnşallah! O romanlardaki, filmlerdeki avukatlar gibi… Herkes başarılarımdan söz edecek.”
“Petrocelli gibi mi? ”
“Evet! Söz savunmanın! ”
“Sana da Petrocelli diyorlarmış.”
“Adamı ipten alıyormuşum.”
“Büyük bir arazi davası alıyormuşsun. “Kazanırsam, şu kadarı benim…” diyormuşsun. Bir anda arsa zengini oluveriyormuşsun.”
“Dürüst yoldan zengin olmak o kadar kolay mı dede? Çalmadan çırpmadan…”
“O zaman, arazinin tamamını ele geçirmeye bakıyormuşsun. Kılıfına uydurup satıyormuşsun. Şu kadar milyonluk adam oluyormuşsun.”
“Sonra beni gezdiriyorlarmış bu memlekette. Elimi kolumu sallaya sallaya geziyormuşum. Beraber gezeriz artık.”
“Adını değiştirip estetik yaptırıyormuşsun. Kimse tanıyamıyormuş.”
“Ne kadar? Ne zamana kadar? Bir sıçrarsın çekirge…”
“Sen de yurtdışına kaçıyormuşsun.”
“Ya sen ne yapıyormuşsun? Gelmiyor muymuşsun benimle? Hani zengin olunca Havai Adaları’na gidecektik, yerli kızlarla eğlenecektik? ”
“Dünya turuna çıkarız ulan! Hayallerimizi yaşarız. Oraya da gideriz. Boyunlarımıza çiçekler takarlar.”
“Yaşar mıyız dede? Kanun, yakamızı bırakır mı? ”
“Minareyi çalan, kılıfını hazırlar. Kaçanlar nasıl kaçıyor? Avukat olan sensin. Çaresini bilirsin. Gerisi sana ait… Ben anlamam o işlerden.”
“Neden anlarsın sen? ”
“Ben mi? Gezmekten, eğlenmekten, yeni yeni insanlar tanımaktan, yepyeni lezzetler tatmaktan anlarım. Düşünsene, Asya turuna çıkıyormuşuz önce. En pahalı otellerde kalıyormuşuz. Yerlere kadar eğilerek hizmet ediyorlarmış bize. Bizde de bir hava, bir hava…”
“Bol bol bahşiş dağıtıyormuşuz. İki misli hizmet sunuyorlarmış.”
“Tütünün envaiçeşidini alıyormuşum. Dağlar gibi yığılıyormuş paketler. En pahalılarını içiyormuşum. Şöyle paşalara layık olanlarını…”
“Krallara layık ziyafetlere konuyormuşsun.”
“Akşam yemeklerini sahil lokantalarında yiyormuşuz. Birbirinden lezzetli yemeklerle karnımı tıka basa doyurduktan sonra şöyle biraz geriye çekiyormuşum sandalyemi ve pipomu yakıyormuşum. Oh ki ne oh! ”
“Sonra kıta kıta geziyormuşuz. Servetimiz hiç bitmek bilmiyor, aksine arttıkça artıyormuş.”
“Servetimiz… Bizim olmayan servetimiz… Tamamen kul hakkı olan haram paramız…”
“Birlikte tasarlanarak işlenen suç… İşleyen kadar tasarlayanın da suçlu olduğu…”
“Allah-ü Teâlâ: “Huzuruma kul hakkıyla gelmeyin! ” dediği halde…”
“Şakası bile sıkıntı verdi içime! Hayal etmek bile suç olsa gerek… Niyet etmiş oluyoruz, bir yerde… Öyle değil mi dede? Çok günah… Niyete bakılır. Yandık biz! .. Aman, olmaz olsun öyle zenginlik! .. Ben bu halde daha mutluyum.”
“Tertemiz bir vicdana sahip olmak kadar büyük bir servet yok. Bakma sen bana! Ara sıra çenem düşer böyle saçmalamaya başlarım. Sahiden, ben de mutlu olamam, öyle edinilmiş bir servete sahip olsam ya da böyle ele geçirilmiş paradan sebeplensem. Allah, bizi doğru yoldan ayırmasın! Kimsenin bir haram lokmasını nasip etmesin! ”
“Allah, Gafur’dur. Kusurlarımızı gizler. Her günahı affedebilir ama kul hakkını, asla! .. Hem herkesten kaçmayı başarsak, içimizdeki vicdan denen polisten kaçamayız ki! ”
“Ona aldırmasak da öte tarafta burnumuzdan fitil fitil gelir! ”
“İyisi mi ben helal yoldan kazanmaya bakayım! Azar azar biriktireyim, yine gezelim! Varsın, sıradan oteller olsun konakladığımız yerler. Hesaplı harcayalım. Yeter ki alın terim olsun kazancım! ”
“Helal kazancın bile sorgusu suali var, evlat! “Nerden ve nasıl kazandın? ” Sonra da: “Nerelerde, nelere, nasıl harcadın? ” diye sorulacak, mutlaka.”
“Her şeyden sorgulanacağız.”
“Kuru bir ağacın altında birazcık serinlemekten bile…”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 303