- 988 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
302 - EL AZİM
Onur BİLGE
Her yazdığım, gerçek anlamda bir öykü gibi gelmeyecek belki de. Denemeleri, öykü olarak sunduğum söylenecek. Oysa her şeyin bir öyküsü vardır. Büyüklüklerin, küçüklüklerin… Onları fark etmenin, keşfetmenin, hissetmenin… Yaşamanın yani kısaca…
Büyüklükler ve küçüklükler de yaşanır mıymış? Yaşanır, neden yaşanmasın? Yükseklikler, uçurumlar, derinlikler… Hem de nasıl! Hem de nasıl!.. Annelerimizin sesleri hâlâ kulaklarımızda:
“Yaklaşma! Sarkma! Dikkat et! Düşersin! Aman ha!..”
Kaldırımın kenarından bile düşmeyelim diye ellerimizden tutarlar, pencere kenarlarına yaklaştırmazlardı. Ne kadar da hevesliydik ağaçlara tırmanmaya, duvar üstlerinde yürümeye! Büyüme arzusu muydu bizi kışkırtan, büyüdüğümüzü ispatlama çabası mı? Bir bizde değildi ki o istek. Dağcılarda da vardı. Doruklara ulaşmak gurur verir insana. Koca bir dağı fethetmek, bir anlamda. Onun, ayaklar altında kalışını hissetmek. Yavaş yavaş eriyip gidişini… Oysa dağ aynı dağ, insan aynı insan… Ne bir santim fazla, ne bir santim noksan…
Sonra gökler… Yedi kat gökler… Üst üste zannedilen, oysa iç içe gökler… Sınırsız, sonsuz bilinen sınırlı, sonlu büyüklükler… Sonsuzluk Yaratan’da… Sınırsızlık, büyüklük, yücelik… İdrake sığmayan; kavramakta, kavramları aciz bırakan nitelik… Nicelik, kısaca Bir… Ehad…
Sanki bir büyük bütün parçalanmış, darmadağın olmuş gökyüzünde. Göğün yüzünde birer yer bulmuşlar. Her biri bir yere kurulmuş. Birer yörünge, birer yol bulmuş.
İki şeye çok bakmayı yasaklarlar çocuklara. Birincisi ayna… Kendisini vaktinden önce aramaya kalkmasın diye. Kendisini ararken Allah’ı bularak idraki zorlanmasın, aklından olmasın diye. İkincisi de gökyüzü… Gökyüzünü seyrederken tefekkür… Neden, aynı neden… Neden? ‘Yaratılanlar bu kadar büyükse, Yaratan ne kadar büyük acaba?’ diye düşünülerek sınırlı akıl kaynar, taşar gider diye.
Bir de yükseklik korkusu enjekte ederler, farkında olmadan. Falezlerden denize baktırmazlar. Yükseklerden aşağılara… Uçurumlara, yarlara…
“Uçurum çeker insanı! Başın döner, düşüverirsin! Aşağıya bakma!”
Sonra uçağa binmek istemez insan. Teleferikten korkar. Bir yanları uçurum olan dağlara dolanan yollarda yol almaktan… Düşlerinde düşer gibi olur sık sık, tesirinden uyanıverir aniden.
Gökyüzünü, özellikle uzaklıkları belirleyen yıldızları seyretme alışkanlığım, çok küçük yaşlardayken, bol yıldızlı yaz gecelerinde, tek katlı betonarme evimizin damında başladı. O kadar seyrederdim ki rüyalarıma girer, bazen yere inerlerdi, yakından görebilmem için. Bazen bir uçak iner, indikçe büyür de büyürdü, o kadar ki korkardım. Bazen ay yumuşak iniş yapardı. Çok da büyük olmazdı nedense. Yeryüzü, o ve ben, masal kitaplarında yer alan resimler gibi… Boyutlarımız birbirine yakın, çocukça tasavvur ürünü belki de.
Yaklaştıkça büyüyen büyüklükler, belli bir cüsseye sahip olan insana ürküntü verir. Denizler, okyanuslar atlaslardaki gibi sadece sınır ve renkten ibaret değildir. Keşfettikçe farkına varılan korkunç büyüklük ve derinliklerdir. Akıntılar, girdaplar, dev dalgalar ve içinde yaşamakta olan varlıklar sebebiyle oluşabilecek tehlikeler, uçsuz bucaksız mavi saten bir örtüyle gizlenmiştir. Çoğu zaman hafif sallantılar sergiledikleri halde, koca gemileri yutan haller de alırlar. Sabır ve sükûnetleri, ilahi kontrol altında olduklarındadır. Allah’ın gazabının ne taraftan geleceği belli olmaz. Bazen denizden bazen karadan… Çoğu zaman da havadan… Helakler, bir tek sayhayla da yeryüzünü kaplayan büyük bir tufanla da olmuş. Minicik bir sinek, Nemrut gibi bir büyüklenene yetmiş; gözle görünmeyecek kadar küçük bir mikrop, afet olarak gelmiş, büyük felaketlerin nedeni olmuş.
Özellikle çok yorgun olduğum zamanlarda, tam uyuyacağım anda büyüklükler canlanır hayalimde. Küçük olanlarla mukayese ederim. İnsan bedeninin ulaşabileceği yükseklikle uçurumların derinliğini kıyaslarken, yükseklerden düşer gibi olur, irkilirim. Bir cenin, bir yumurta; bir gerçek cüssemde, bir cenin olurum. Aradaki farkın uçurumunu hissetmeye çalışırım.
Varlığım yavaş yavaş uykuya teslim olurken, ellerimden ayaklarımdan can kesilir. Bedenim eksilir, eksilir… Küçülür küçülür, susam tanesi kadar, bir çiklet parçası gibi kocaman bir boşluk halini alan ağzımın içinde alak banzeri asılı kalırım. Mayalanan, büyüyen, bilye kadar olan ve yok sayılacak, tek hücre kalacak kadar küçülen bir nesne olurum. Vücudum ölüm provası yapmakla meşgulken ağzımın içinde kaybolurum.
Kaybolurum yattığım yerde. Bir şeyler gösterilinceye veya duyuruluncaya kadar kendimi bilmem. Nerdeyim, nasılım, ben diye biri var mı ve benimle beraber neler var? Ben yoksam, hiçbir şey yok. Hiçlik, boşluk, anlamsızlık… Göz yok, görüş yok; renk, ışık, varlık yok. Ne iş, ne oluş, ne beklenti, ne sorumluluk… Ne zaman, ne mekân… Kendimi, rüya denen istemsiz hayallerin içinde bulduğum zaman; o ben, ben değil, başka bir ben…
“Bir ben vardır bende, benden içeri” dedirttirilen Yunus’un fark ettiği ben, beni sokak sokak gezdirir, üzer, sevindirir, istediğini yaşatır, dilediğini sezdirir.
Öyle büyük bir kuvvetin çekimindeki hiçleriz ki kendimize ait zerre kadar kuvvetten bahsedemeyiz. Aciziz. Tüm kuvvetleri elinde tutan, dilediğine dilediği kadar emaneten ihsan eden ise Azim… Zatı ve sıfatlarıyla sonsuz kemalde… Çok yüce ve çok büyük… Akıl almayacak kadar, bilinen bütün büyüklükleri anlamsızlaştıracak kadar büyük… Sınırsız, kayıtsız… Üstünlük yalnız O’ndadır. Azametli, Heybetli, Celâl… Onun için Kur’an tilavetlerinden sonra: “Sadakallahü’l Azîm” denir. Doğruları ifade ettiği tekrarlanarak tasdik edilir. Rükûda da bizi terbiye eden Azîm olan Allah’ın, noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu tekrarlar, O’nu takdis eder: “Sübhane Rabbiye’l Azîm” der, o azamet karşısında saygıyla eğiliriz.
Yaratılanlardaki ilâhi sanat karşısında da ne kadar aciz ve hakir hissederiz kendimizi! Ağacı, taşı, kuşu, böceği, çiçeği nasıl tasarlamış! O ne muhteşem yaratılıştır! Ya birbirleriyle bütünleşmeleri? Dağınıklıklarda bile muazzam tanzim…
İlhan geliyor aklıma. Binlerce kişi gördüm, görmekteyim. Hiçbiri o değil. Onun gibi değil. Onu farklı yaratan ve bana farklı değer yükleten kim? O, karşılaştığım yaratılanların en değerlisi benim için. En önemlisi…
Neden en önemlisi? O önemi ona veren benim. Hak ettiğinden mi yoksa hak ettiğini zannettiğimden mi? Bu sorunun cevabını veremiyorum. Kararsızım. Çünkü onu ne kadar tanıdığımı bilmiyorum. Hakkında çok bir bilgim yok. Zatını doksan dokuz sıfatıyla tanıttığı halde Allah hakkında kim, ne kadar bilgi sahibi? Kim ya da kimler hakkıyla biliyor, bilebiliyor? Gözle görülen insanı, onunla konuşmadan tanımak bile bu kadar zorken görülmeyeni bilmeye çalışmak… Kolay değil ama sıfatlarını vermekle yetindiğine göre yeterlidir. İdrak etmeye çalışmaktan başka yapacak bir şey yok. Kimimiz kaya gibi kimimiz toprak gibi… Anlayış kabiliyetimize göre…
El Azim... Azamet sahibi… “Büyüklük ridam, azamet izarımdır."
“Rabbi zidni ilmen ve fehmen ve imanen.” “Ya Rabbi, ilmimi, anlayışımı, imanımı arttır.” Sen, kendini tanıttığın gibisin. Bana ilmini kolaylaştır. Zihnimi aç. İdrakimi güçlendir. Seni bilenlerden eyle beni. İmanımı kavi eylemem ve son nefesime kadar muhafaza etmem için bana yardım et.
Âmin!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 302