Durun Efendiler !
Duvarın yüzüne düşen sigara dumanlarını izlemekten büyük keyif alıyorlardı. İddiacı Selim, Lotocu Bilal ve Fahri... Artık günün son vapuru da yanaştı; Kadıköy iskelesinde yalnızlıklarının uğultusunu yine dindiren olmadı...
Saatler gelip olanca bulanıklığıyla ’Bodrum Palas’ ismini verdikleri evlerine dayandığında uçları incelerek uzayan beyaz mumları çay tabaklarına yerleştirirlerdi. Sonra onları Bilal pencere kenarına koyar, camın islenmesini izlemek izlemekten büyük keyif alırlardı. Böylesine acayip keyifleri vardı. Hepsi birden dizlerinin üstüne otururlar, pencereden dışarıyı izlerlerdi, her zamanki ustalıklarıyla yüksek binaları insanları izlerlerdi. Bilal’in yersiz sızlanmaları olurdu. Aksiyon filmleri izlediğinde hüzünle ekmek batırırdı. Uçağa binmek ve yolculuk yapmak isterdi. Bilal, kızgınlık ve nefret doluydu. Parlak gözleri vardı; yanakları her zaman kırmızıydı. ’Şerefsizlik diz boyu,’ diyerek hışımla ayağa kalkardı... O anda üçüde bacaklarının dizlerine kadar uyuştuğunu farkeder, gülerdi. Böylesine acayip gülmeleri vardı...
’Durun efendiler! Biz serbest konuşulan bir ülkede yaşıyoruz... Lakin yaşamın, merdivenin alt basamağında miyavlayan bir kedi yalvarması gibi olduğunu biliyoruz... Para yılkılarının fakir insanların istikballerini elinde tuttuklarını da biliyoruz,’ diye söylemlere başlardı Bilal... Bir örgüt lideri edasına bürünürdü... Uzun sıska kollarını havaya kaldırır avuçlarını açar, başını yukarı kaldırır gözlerini kapatır, birkaç dakika öylece beklerdi... Garip bir insandı, etrafındakileri tesiri altında bırakırdı. Çoğu zaman yeise kapıldığını olurdu. Sessizliğin tam ortasında bir söz söyler herkesi düşüncelere boğardı. ’Bende yassı taşlar var, bu taşları çamurlu yollara atarak kendime basacak yer temin edebilirim,’ demişti. İddaacı Selim o anda ayağa fırladı. Titreyen sesiyle ’Ben sosyeteye girecek kadar yontulmadım’ dedi... Odanın içinde sözler alacası bir gürültü... İşte tam burada Bilal’in kızgınlığı daha da arttı. Sosyeteye ve Burjuvalara nefreti dağlar sarsacak kadardı;’ Onlar, oyun oynamak, içki içmek ve dans etmek için yaşıyorlar... Birbirleriyle davetiye yarışı yaparlar. Gösteriş misafirlikleri boldur onlarda. Hepsinin sohbetlerinde mal mülk münakaşaları olur. Eğer yontulduktan sonra onlar gibi olacaksan, bırak yontulma... Odun kal arkadaşım!’
Üstü kitaplarla, defterlerle, yarım bırakılmış yazıların olduğu kağıtlarla dolu bir masaları vardı odanın içinde. Çekmesi için anten girişini çay kaşığı sıkıştırdıkları ufak bir televizyonları. Ve odanın duvarlarında Cemal Süreya, Neyzen Tevfik, Orhan Kemal’in fotoğrafları... Orhan Kemal’i Bilal severdi. Cemal Süreya’yı Fahri. Neyzen Tevfik’i iddaacı Selim... Bilal, Orhan Kemal’in romanı 72. Koğuşu bıkmadan usanmadan defalarca okurdu. Her defasında bitirdiğinde ’Hey gidi kaptan... Annenden gelen parayla, o aç, sefil, perişan koğuş arkadaşlarına salçalı kuru fasulye pişiriyorsun, çay demletiyorsun yetmiyor onlara elbise, yatak yorgan satın alıyorsun... Sonra sen tekrar yoksullaşınca koğuş arkadaşların sana nankörlük etmiyor kendilerini fedadan çekinmiyorlar... Senin haksızlıklara karşı direnmen varya başkaldırışın varya bunlar karşısında ne paralar ne mülkler paramparça olur,’ diye söylenirdi...
İddaacı Selim, Neyzen Tevfik’in elinde neyi, yanında köpeğiyle olan fotoğrafına bakar ve üstadın şu sözlerini mırıldanırdı;
’Biz ölürüz, mezarımızı yapmak için üzerine toprak ve tuğla koyarlar. Başkaları ölür, onların mezarına tuğla yapmak için bizim mezarımızdan alırlar. Evimden doğru mezarlığa gitmek istiyorum. Bana otopsi falan yapmasınlar. Cenazeme çelenk falan göndermesinler...’ Sigarasını ateşler, ilk nefesi bıraktıktan sonra ’Hey Neyzen Tevfik, mert, açık sözlü, cebin parasız ama yüreğin milyarder üstad,’ derdi...
Son olarak Cemal Süreya’nın elinde sigarasıyla olan fotoğrafına üçü aynı andan bakarak hep bir ağızdan üstadın şu satırlarını söylerlerdi;
-Ağır ol Bay Düzyazı,
Sen ancak uçağa binebilirsin!
Koray Demirkılıç
Fotoğraf: İlhan Maraşlı
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.