- 1181 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Niyazı Dayı...bakkal/ ardahan öyküleri 128 (kitap)
Niyazi Dayı dükkanın dışına çıkmıştı.
Helva leğenini önüne çekmiş abdestini alıyordu.
Hava bozuktu.
İki tane soğuk vardı varlık aleminde.
İlkini soğuk; buzları çıtır çıtırtıyordu... ikincisi Niyazi Dayı’nın güğümünden döktüğü mes lastikten soyunmuş yün çoraptan çıkardığı temiz beyaz parmaklarının ürküntülü bidiklenmesiydi: Islanmış parmakları ve derisinin cildi.
Gömgök mavi kan damarlarında donmuştu. Kırmızı kan renk mi değiştirmişti. Kan kırmızı damar da alkan olmaz mıydı? Doğru ki kanın ciltte görünüşü mavidir. Evet hangisiyse neticeyi enterasan etmezdi.
Soğuk renk diye kabul edilse de mavi, kırmızı sıcak renktir. Ressamlar tasvirleri renkle çizer. Yazarlar kelimelerle tasvir yazarlar.
Niyazi Dayı’nın kapıda abdest alma tasviri sanat-naziklikte içtenliğe kurban gitmemeliymiş, yitirilmemeliymiş: Türkçesi.
O soğuğun taht-ı tacı altında, Niyazi Dayı hiç üşümedi. Büyük bir aşkınlık içinde o günüsü; zemherinin sayılı günlerdendi. Üşenmedi.
Erinmez sıcak güğümle döküle döküne, elini ayağını ensesini... başına mes verdi... abdestini almış bitirmişti.
" İnsan mürgüler hayat boyunca. Uykuluyken uyanık halde gezer yoksa nasıl dayansın ölüme ve ayrılık acısına.." Gürciyef demişti.
Ne içinse içime damladı: Soğuğun algılamalar ve düşünme ile ilgilisi nedir?
Dükkanın kapı önünde Niyazi Dayı’nın abdest alması. Sattığı helvadan kalma leğene; abdestte ayaklarını koymağa ayırmıştı.
İstolu hemen altına alırdı. Lojmanlara cihet yüzünü dönerdi. Telaşsız değildi. Alelacele ederdi. Karaya kalsın. Müşteri hemen gelirdi. Rıhtım gibi kalabalıklaşırdı.
"Az sonra gelsene; biraz evel gelseydin!.." derdi.
Farkında olmadan ya da mağrur davranarak Niyazi Bakkal soğuğu mağlup ediyordu? Galip gelirdi.
Özcan Uygurların dükkanda icarlı işletmecilik yaptı. Tuncer’in şimdiki yeriydi orası. Mecit Avşar’ın bir sonrasında... dükkan bu an gibi düz ayak değildi. Yüksekteydi. Sonradır aşağı hemzemin yapılması. Badvallı olduğundan kalkıklık payı vermişlerdi. Bir, iki bilemedin üç basamak basarak; yaylı kapının eşiğine çıkar içeri girerdiniz. Daracıktı. İki kişi rahat dönerdi. Üç kişiye kefil değildi hiç kimse.
Akşam geç saate değin açıktı. Işıklı’nın karşısındaydı ve ona rakipti. Mücadele, müşteri beğenisi üzereydi. O yüzden alabildiğine taktikleri konuştururdular birbirlerine karşı. Işıklı İran’dan getirdiği esnaflık birikimini alabildiğine uyguluyordu. Niyazi Dayı’da sahildendi deniz görmüş bir esnaftı. Yahudi esnaflardan ilk talim ve terbiyesini almıştı. Kıyasıya sergilerdi: İşletme ve MANAGEMENT dedikleri şeyi .
Promosyon, müşteri psikolojisi falan modern ve post- modern işlerdi.
Onlar:
" Canım buyur; ne emretmiştin!"
" Ha! Kardaşım ne demiştin?" gibi şeylerle hitap ederdiler.
Niyazi Dayı’nın dükkanında ne vardı?
Üç yüzeyde tereklerin raflarda hınca hınç eşya doluydu. Vitrindeyse sigaralar, Tekel’indi hepsi. Piller, kalem ve radyo pilleri. Cama çekilmiş raftaydı, üstüne rafın alelade düzensizce muhtar çakmakları da dizilmişti. Vitrin kafes’ini iyi bir yüz mumluk lamba aydınlatıyordu. El fenerleri, don lastikleri enlisi, ensizi, yuvarlak olanı, ambalajlı bisküviler 100, 250 gramlıklardan, üst üste ve yan yana on tane, yirmi tane sayısına bereket vitrini göstertinceye kadar yığmıştı. Lüküs ve idare lambaları kutudan çıkarılmışı, çıkarılmamışı ile de sıralanmıştı. İdare lambaları şişeleri de iple dolanı asılmıştı. Beş on taneydi. Köylüler satın alınca iple boyunlarına bağlardı kırılmasın diye. Değerli bir "kristal" nesne olduğundan eve yetirmek akşama ışığa kör bakmamak içindi.
Karanlığı sevindirmemek. Kısıkta olsa da bir lokma ışık, birazcık konuşmaktı. İnsan gözüne gözlük taksa köy gecelerinde idare lambaları ’karar’ı görürdü. İnsanın morbetsiz aletsiz kıpırdayamamasını idare lambalarından çıkarsardık.
Şehir lambaları ve büyük şehirlerin stadyumlarını gördükten sonra alış- veriş merkezleri sabahlara değin ışıkları sularında çimen geceler.
Ahıra çırayla gidemeyen nökerler... karanlık korkutucuydu. Merek veya ahır’ın orada bile ışıksız dolanamazdın. Şehirler öyle mi? Nükleer enerjiyle aydınlanmış bir gezegen, uzaydan gece kısmının çekilmiş resimlerine bakınca ışıl ışıl yarım dünya.
Ahırda cin olurdu, peri olurdu, hal kızı olurdu. Elektrikler gelenden sonra serzenişler kalmadı.
Tezgahın üzeri; helvayla, Trabzon ve Erzurum’da yapılmış tahinli helvalar doldurmuştu. Patron masasını üstü zeytin tenekeler, turşular bir ondan, bir bundan gelin- güvey dizilmişti. Artvin’den gelirdi zeytinimiz. Yusufeli’nden devamlı aldığı yerden alırdı. Bu tip esnaflar istikrara önem verirler. Tutarlık: Rekabetin acımazca sürdüğü sektörde tek tutamak veya sarılacak daldı. Cerrah için neşter neydiyse? Esnafa o da oydu. Yani söz vermek, istikrar vesaire idi. Esnaflık cerrahlıktan belki zordur. Prensipler ihmal edilmek için koyulmuş değildir. Kim için? Müşterilere ve esnafa sebep kutsal kurallar gibiydi. Hem peygamber ticaret için neler demişti? Kendisi ticaret yapmıştı. Ticaretçilik profesyonelliği barındırdığına inanılırdı, o devir esnafının indinde.
Köylünün istediği lamba şişesini adamın boynuna astı Niyazı Dayı.
Niyazi bakkalın adamı merakla tartmasını anlayan müşteri. Sabgara’lı olduğunu söyledi. "Onun için merakla baktım." dedi.
Sabgara köylü aşağıda alış veriş ederdi. Ağapaşa Dayıgilin mıntıka da... doğruydu. Köylü kendi açıklamasını kendisi yaptı: " Aşağıda canım sıkıldı. Değişiklik olsun istedim. Eski Meydan’a gideyim dedim. Bahri Usta’nın lokantasında yemekte yedim. Hem de adam akıllı yedim. Adam ölmeyecek misin? Kime kalan dünya! Sultan Süleyman’a kalmamiş."
Biri de bir, bini de. Parasını yiyordu. Kime ne hem, kime kalmıştı fani dünya? Denizin olsa n’olcakmış? Denizde köpük olsan ne ki? Köpüğün denizi olsan ne ki? Köpükte denizin değil miydi? Ha köpük ha deniz: İç içe için içindeki iç...
Fihi ma fih... "Ding in sich" Kant: Kendinde şey demiş... Celalettin-i Rumi’de belirtmiş: FİHİ MA FİH. Biri yaşlı o biri gençti mesafeleri Konya ile Königsberg uzaklığıydı.
Adam elini sıktı. Niyazi Dayı’da onu kapıya çıkardı. Yeni müşterisini uğurladı. "Müşteri velinimetimizdir" derdi. " Biri olmasa biri daha; Amasya’nın elması." diyen gibilerin ilkesizliklerine yakın durmazdı. Kessen ikna edemezdin onu!.. bu mevzuulara!
Akşam oldu haniii. İkindi namazını kılmak için abdestini tazelemeğe dışarı çıktı. Oğlu Zeki neredeyse gelirdi. Karayollarında çalışıyordu. O bakacaktı dükkana. Eve yetip, yemeğini atıştırıp dönecekti. Karagöl’de otururdu. Kiraydı evi. Bir kızı vardı bizimle okurdu. Kazım Karabekir İlkokulu’nda.
Meşin yeleğini sırtından çıkarmazdı. Sahilden gelmeydi. Deniz seviyesi ılık kışlarını bırak sen! Çık gel 2000 metre yüksekliğe. Meşinin içi tüydü. Çoraplarını yünden ördürtmüştü. Tezgahın altta ki ızgaraya ayaklarını basardı. Yere ayağını koymazdı. Koysa bile; tahtadan döşemeydi.
Namaz kıldığı namazlığı yaptırmıştı: Gürcübeg’li Marangoz Sabri’ye; cilalı ve yıllanmıştı. Başı secdeye gittikçe, yerden namazlıktan, ses titreşimleri nenni gibi gelirdi. Bütün alem ve Niyazi Dayı için, için birlenirdiler.
Kapı açılsa... içeri giren müşteri bu andan kendini terkin kılamazdı. Kucaklayan titreşimler; ne bakkal bırakıyordu, ne istek için bir şey.
" Buyur kardaşım " sesini kendi için söylendiğini işitti: Kahvehane çırağı. Meydan Kıraathanesi’ne çay paketi almaya gelmişti:
" - Niyazi Dayı o çay paketlerinden kahveye 10 paket ver. Hesaba yazacakmışsın!" der gibi bir şey mırıldandı!
YALÇINER YILMAZ
04-09-2010
GEBZE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.