- 5378 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ŞAİR ŞİİR İLİŞKİSİ VE OKUYUCU PENCERESİ
Hayat başlı başına bir şiirdir aslında. Kâinatı tezyin eden latif nakkaşın mısralarını sevgi ve tutkuyla yazdığı şaheser bir şiir. Hayattaki şiirsel akışı hissedebilmek için hissiyat damarlarımız kurumamış, fıtratımızdaki duyarlık kaybolmamış olmalıdır. Ayrıca fıtratta var olan kimi duygularımızı labirentvari kafesler içine hapsederek, bir tabirle bitkisel hayata mahkûm etmiş olmamalıyız.
Kâinattaki şiirsel tınıyı ya da doğal melodiyi duyabilmek için ay’ın ve güneşin, bulutların, dağların, ovaların, ırmakların, bitkilerin, hayvanların ve nihayet kâinattaki bütün varlıkların nefes aldıklarını, yaşadıklarını, kendi lisan-ı halleriyle hayat alfabesinde birer harf olarak yer aldıklarını hayal edebilmek kaçınılmazdır. Ancak o zaman bu harflerin birbirleriyle olan ilişkileri atmosferinde yan yana gelerek istisnasız her an yazdıkları hayat divanından okuyabildiklerimizi ufkumuzun genişliği oranında özümseyebiliriz. Ancak o zaman hayatın şiirsel tablosu bize nikabını açabilir.
Şu anda masamın hemen yanında bulunan pencereden bu anlamdaki şiirsel bir tabloyu temaşa ediyorum. Tam karşımda kimilerine göre nazlı bir gelinin duvağını, kimilerine göre ise bir ebebiyet yolcusunun duvağı olan kefeni andıran bembeyaz kar ile doruklarını süslemiş haşmetli bir dağ tüm mağrurluğuyla yer alıyor. Başını çepeçevre sarmalamış olan duman ise, için için yanan bir yangının feryatları gibi dolanıp duruyor şiirsel bir akışla. Etrafındaki irili ufaklı dağcıklar da âdeta ona kavuşabilmek, ona dağca bir tutkuyla sarılabilmek için eteğine tutunmuş, onun mütebessim bir bakışına özlem dokuyorlardı. Aralarında şiirsel bir ilişki vardı. Kendimi çekip almakta hayli zorlandım bu gizemli tablodan; acaba birbirlerine neler fısıldıyorlardı…
Şiirde de kâinattaki diğer şiirsel dokuda da insanı cezbeden, insanın kanını kaynatan efsunlu bir damar vardır hep. Bu hal nereden kaynaklanır, insanın hangi yanlarını kuşatır, tam olarak bilmek zor. Ama bunun için insan da dâhil olmak üzere kâinatın deprenişlerini, yani vücut dilini hissetmek, duymak ve bilmek bir çeşit anahtar olsa gerek.
Kâinattaki tüm varlıkların şiir iklimlerinin atmosferindeki o baş döndürücü raksa dâhil olabilmek için bu anahtarı ustaca kullanmak, sıradan hayat döngüsüyle şiir iklimi coşkusunun arasındaki o gizemli kapıları birer birer açabilmek de sanıyorum şairlerin sanatıdır, yani beyin ve yürek işçilerinin…
Onlar hep kaygan zeminde dolaşmaktadır çaresiz, kâinatın yüreği onların yüreğinde atar. Onlar tüm yüreklerin dili ve tercümanıdır. Çünkü onlar çekerler onulmaz sancıları her bir yürekle birlikte, coşkularıyla yüreklerin onlar coşarlar.
Onlar tüm sevgilerin, aşkların, vuslatların firakların, gurbetlerin, hüzünlerin, coşkuların harmanıdırlar.
Şairler kâinatı yaşarlar, tüm yönleriyle; onlar âşıktırlar, aşkı yaşarlar doya doya ama yazdıkları her aşk şiiri kendilerini anlatmaz.
Onlar maşukturlar, fakat yazdıkları her naz şiiri onların nazlarının tercümanı değildir.
Onlar çetin bir yürek gurbetinin kıskacında erirler için için, ama yazdıkları her gurbet şiiriyle yalnızca kendi gurbetlerinin karanlık ve kasvetli ufkuna ışık tutmazlar.
Şairlerin korkularını korkmak zordur., onların uykularını uyumak zor, sancılarıyla sancılanmak, sevdâlarıyla sevdalanmak, gurbetleriyle kuşatılmak gerçekten çok zordur.
Şairler kimi şiir okuyucuları tarafından hep gözlem altında tutulmaktadırlar. Onlar yazdıkları ve yaşadıklarıyla muhibbanlarına imrenilesi bir ufuk olmaktadırlar. Şair ve şiir ilişkisini, gereğince özümseyemeyen bazı şiir okuyucuları şairin, hayatın değişik ufuklarından yakalamış olduğu yaşamın kimi kaçınılmaz deprenişlerine şiir diliyle şahit olmasını savrulma, kimlik kaybı ya da yıpranma olarak telakki etmektedirler. Bu eleştiriye, daha çok millî ve manevî değerleri benimsemiş, özümsemiş hayat çizgisini bu boyutta tercih etmiş, ürünleri bu değerler dokusuyla dokumuş şairler muhatap olmaktadırlar.
Hayatın olmazsa olmazlarından, hatta hayatın tadı tuzu, gülümseyen yüzü, yüreklerin mutluluk kanadı, fıtrî gerçeklerden biri olan beşerî aşk ile ilgili şiirler yazmak o şairleri illetli hâle düşürmektedir kimi zihinlerde.
Düşünüyorum da şiirin özgürlük tutkunu deprenişleri anlaşılmadan, şair ve yüreğindeki iklimleri anlamak gerçekten zordur, bir de şairin yüreğinde kâinatın yüreğinin çarptığı bilinmeden… olaya insan açısından bakıldığında, onu; inanç, duygu, özlem ve sancılarıyla bir bütün olarak düşünüp algılamadan yapılacak değerlendirmeler hep kısır kalacaktır.
İnsanlar birbirlerinin aynasıdır aslında, ama hep gizemli kapalı, donuk bir görüntü ortaya koyarlar nedense. Kendi içine yönelip iç aynalarına objektif olarak baktıklarında gördükleri gerçeği kendilerinden bile saklamaya, neredeyse kendi fıtrî gerçeklerini inkâra kalkışırlar anlamsız bir şekilde. İnsanlar çoğunlukla kendi gerçekleriyle yüzleşme cesaretini bile gösteremez, kendisinin bile ücrasına mahkûm eder kendisini çoğu zaman, kaldı ki ayna olsunlar başkalarının hâline… İşte tam burada şairlerin toplumun deli dolu cengâverleri oldukları gerçeğini teslim etmek zorundayız.
Onlar, hem ayna edinirler insanları; onların çalkanışlarında, savruluşlarında, kıvranışlarında, coşku ve tutkularında kendi gerçeklerini, kendi gizemlerini görürler ve yaşarlar. Hem de kendi iç aynalarında gördüklerinin yalnızca kendileri olmadığının bilgi ve bilinciyle topluma şahit olurlar. Onlar, beyinlerini ve yüreklerini inkâra kalkışmazlar…
Şiir okuyucuları bilmelidirler ki şairler, hayatı her yönüyle kavramak ve ona tüm yönleriyle şahitlik etmek görevindedirler. Kendilerini hangi mevsime uygun görürlerse görsünler hayatlarını tek mevsime göre ayarlamak lüksleri yoktur şairlerin… İçinde bulundukları mevsimi doyasıya yaşarken başka mevsimlere de şahitlik etmek onların kaçınılmaz bilinçleri olmalıdır.
Edebiyat iklimimizde silinmez izler bırakan, millî ve manevî değerler uğruna büyük çileler çekmiş olan üstad Necip Fazıl Kısakürek “tel tel ve iplik iplik dikseler de ağzımı/Tek ses duysalar Allah/ Dinleyenler nabzımı” ve “ Müjdecim kurtarıcım efendim peygamberim/ Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim” dizeleriyle manevi inanç ve çoşkusunu dile getirirken hayatın beşeri aşk damarından emmeyi de ihmal etmemiş, sevdiğine: “Ne hasta bekler sabahı/ Ne taze ölüyü mezar/ Ne de şeytan bir günahı/ Seni beklediğim kadar” diye yüreğini açmaktan veya “Ümidim yılların seline düştü/Saçının en titrek teline düştü. / Kuru yaprak gibi eline düştü/İstersen rüzgâra salı ver gitsin.” Diye sızlanmaktan kurtaramamıştır kendisini, çünkü o etiyle, kemiğiyle, beyni ve yüreği ile barışık bir şair olduğu gibi aynı zamanda başka yüreklerin dili olduğu bilincinde bir şairdir.
Yine ülkemizin yetiştirmiş olduğu millî ve mânevî değerleri uğrunda dimdik duran ve mücadele eden Abdurrahim Karakoç’un yüreğinin deprenişlerine kulak verdiğimizde onun “Sular aşka gelir çoşar hak diye/ başın taştan taşa vurur hu çeker/ Rüzgar dağdan dağa koşar hak diye / Arada bir durur durur hu çeker” diye manevi çoşkusunu dile getirirken “Sarı saçlarını deli gönlüme/ Bağlamışlar çözülmüyor Mihriban/ Ayrılıktan zor belleme ölümü/ görmeyince sezilmiyor Mihriban” diye yürek yangınlarını ifşa ederken gözlemleyebiliyoruz.
Ya meşhur Yağmur na’tının şairi Nurullah Genç’e ne demeli, her müslümanın yüreğinde bulunan Peygamber sevgisinin onda aşka dönüşmesiyle başlayan “Yağmur seni bekleyen bir taş da ben olsaydım/ Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım/ Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım/ Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım/ Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım.” Diye Gül aşkına şakıyan bir bülbül gibi terennüm ederken, yüreğindeki beşerî aşk volkanından “Her bakışın ruhuma dokunan bir iğnedir/ Mıknatıslı gözlerin bilirim şahanedir/ Tutkusu yumak yumak sarıyor benliğimi/ Bana gülüşün lazım, gözlerin bahanedir.” Ya da “Yüksek gerilim hattı taşıyorsun kendinde/ Dokundukça yanıyor, yandıkça dokunuyor/ Küllerimi rüzgara veriyorum sessizce.” Diye fışkıran lavlar neredeyse kainatı ateşe verecek nitelikte.
Mustafa İslamoğlu’nun da “Akşamı kıyamet, sabahı ba’sü ba’de’l-mevt bilirler bu erler/ Gecenin koynuna kabre girer gibi girerler” ya da “ Çekilen dizde derman, gözümdeki fer miymiş/ Kendimi bir kum diye atıversem çölüne/ Ona vurgun bulutlar üstünde gezer miymiş” şeklindeki manevî yürek deprenişlerine şahit olurken “Hatıra defterinin arasından düşen bir kuru yaprak verdi seni ele/ Yaşadığımı sanıyordum ya, anılarının arasına çoktan girmişim bile” ya da “Sevgiyi toyken tanıdık gülüm/tutma elin yanar demediler/ hayatımızı tek bir mevsime göre ayarladık/başka mevsimlerin olduğunu öğretmediler.” Şeklindeki yürek yangınları da yüreğimizin bam teline dokunmaktadır âdeta.
Bir örneklendirme de Yusuf Akyüz’den yapacak olursak görürüz ki; “Ey sevginin kaynağı ve affın yüce dağı /bak çevrende boynu bükük dolanışıma bak/ bakma defterime ki, yüzüm kahverengi olur/mağfiretinle sil de, lutfa kanışıma bak.” Ya da “Karanlıklara nur ve ziyasın sen/ Dünyada hâtemü’l-enbiyâsın sen/ Ümmetine kardeş, evliyâsın sen/ Bizleri dostluğa çağıran dilsin/ Sana lâ diyen dil perişan şaşkın/ Yüreklere cemre oluyor aşkın” diye ilâhî ve Peygamber aşkı ile ilgili yürek deprenişlerini dile getirirken beşerî aşk ikliminde de “Hicranı yudumluyorsam mey gibi kadeh kadeh/ öyle hüzünlü/ öyle derbeder/ ve her yudumda için için yanıyorsam/ sarhoş sanıp kızma bana/ bu bir baldırandır/ sâkisi leyl-i can’dır.” Ya da “ Gece gündüz hasretin bir ateştir canımda/ azaplara giryanım sûzinak makamında / anladım ki bir zerre kıymetim yok yanında /tutunacak dalım yok/ ölüm kaldı geriye…” diye inleyerek gerek kendi yürek sızılarına, gerekse toplum içindeki milyonlarca yüreğin içlerine gömülen sessiz çığlıklarına şahitlik etmektedir…
Bu çerçevede Ahmet Mercan, A. Vahap Akbaş, Ahmet Efe ve millî ve manevî değerlere sahip onlarca yürek işçisinden çok zengin örneklendirmeler yapabilmek mümkündür. Burada ayrıca manevî duygularla ya da her ikisiyle de gönül bağı olmayan farklı ideal mensubu şairlerin idealist çerçevede yer alan şiirleriyle birlikte beşeri aşk, karşı cins özlem ve tutkusuyla ilgili örneklendirmelerini yapmak da mümkün ama konumuzla ilgili alanda eleştiriye muhatap olanların neredeyse tamamı millî ve manevî duyguları tebarüz etmiş şairler olduğundan örneklendirmeyi onlardan yapmayı tercih ettim.
Bahsi geçen alandaki şaşkınlığımızın nedeni, insan olmanın hayatla ilgili tüm nefeslerini müstehcenleşmeden genel insanî edep ölçülerini aşmadan ama o nefesleri de yok saymadan özgürce soluyan şairler mi, yoksa Mustafa İslâmoğlu’nun da dediği gibi hayatlarını tek mevsime göre ayarlayıp o mevsimin tamamlayıcısı olan diğer mevsimleri görmezlikten gelen şiir okuyucusu dostlarımız mı, değerlendirmeyi takdirlerinize bırakıyorum.
Maksadımız suçlamak ve yargılamak olmadığı gibi şairlerin savunmasını yapmak da değildir hiç şüphesiz. Diliyorum ki hayatın işaretlerini yürek alfabemizdeki harflerin maharetiyle sağlıklı okuyabilelim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.