- 2085 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
HÜZNÜN DENDEN İŞÂRETİ
HÜZNÜN DENDEN İŞÂRETİ
Sınıftayım...Sağ elimin avucunu,çizgilerinin beyazlığı gün gün daha da belirginleşen şakağıma destek yapmış,yaprak test dağıttığım öğrencilerime bakıyorum...Başlar kâğıtlarda,bakışlar seçeneklerde mekik dokuyor...Sınıfta,dışarının havasından aşağı kalmayan buz gibi bir soğuk...Kalemi elinde doğru tutmakta zorlanıyor kimisi ve üşüyen ellerini hohluyor...Ara ara kıpırdayan dudaklar ve çevrilen kâğıt hışırtıları öldürücü sessizliği ihlal etmekte...
Kimsesiz hissediyorum kendimi.Ki zaten öyleyim!..Öğrencilerim de olmasa hayata hepten küseceğim..Geçen sene annem kan kanserine yenik düştüğünde onları hep yanıbaşımda buldum... İntihara sürüklendiğim o anlarda beni kararımdan vazgeçiren hep öğrencilerim oldu...
Ağabeyim,bundan beş sene önce teröristler tarafından vatan görevini ifa ederken vuruldu... Babamı yıllar önce yitirmiştim...Hazan görmüş ağaç gibi dalların birer birer kırıldığını gören ablam depresyona girdi... Benim için o da öldü...Akıl hastahanesine götürmek zorunda kaldım...
Emrah’ın dediği gibi: “Acıların çocuğuyum!”...Yıkılan ben oldum her defasında...Çok düştüm, çamurlara çokça bulandım...Hani,ıslanmışın yağmurdan korkusu olmazdı ya!...Düştüğüm çukurlardan aldığım her bir yara şerefim oldu,her çamur lekesini gururla taşıdım göğsümde...“Hamdım,piştim, yandım!..”
Dışarısı sis...Görüş mesafesi ya iki metre,ya ikiden az...Kar yağıyor...Lapa lapa... Gökyüzünün gri elbisesinin paçalarından aşağıya nazlı bir sallanmayla düşen karlar şehri kefen beyazlığına bürümüş... Gittikçe de şiddetini artırıyor....İkinci bir yağış dalgasının yurdun batı gümrüklerinden giriş yaptığını söylüyordu sabah haberleri...Anlaşılan bu zemherinin bu sene biteceği yok!..Yerde diz boyu kar var, serçeler tüneceği dal bulamıyor...Çevredeki yüksek binaların çatısını yaban güvercinleri istila etmiş...
Öğrencilerin çoğu parkesini çıkartmamış sırtından...Ayaklarını durmadan oynatıyorlar... Soğuktan olsa gerek... Kaliröfer yanmaya meyillenmiyor...Benim de parmak uçlarım sızlıyor; ancak öğrencilerime belli ettirmemeye çalışıyorum...
Dalımdaki son yapraklar kader rüzgârının emrine itaat edip son ümitler de solunca yüreğimde, hayatımı kazanabilme telaşı başladı bende. Almanca’yı mükemmel konuştuğum için gittiğim her tatil beldesinde kolaylıkla iş buldum...Geçinme sıkıntım hiç olmadı...Yazın köle gibi çalışıp kışın paşa gibi harcadım...Zaten ev benimdi,kira benzeri bir derdim de yoktu....Edebiyat öğretmenliğini kazandım, burslar sayesinde birincilikle bitirdim okulu...Öğretmenliğe askerlikten sonra başladım...
Şimdi on beş senelik tecrübeli bir öğretmenim...O usta Ressam,saçlarıma saf beyaz çizgiler çiziktirmeye başladı bile...Gözlerimin altında “mor halkalar” tilki sinsiliğiyle yerleşiyor...
“Zamanla nasıl değişiyor insan!/Hangi resmime baksam ben değilim!..” diyordu Cahit Sıtkı...Çok karamsar bakıyordu hayata...Yaşam sevinci ile ölüm gerçeği arasında mekik dokuyordu,elinde kalan bir avuç hüzün oluyordu.Ara ara “Nisan akşamları”nı sevse de,yaşadığı çelişkiler dünyası onu karamsar kılıyordu...
Ben öyle değilim...Kâbusların hiç eksik olmadığı hayatıma yine de gülümseyerek bakıyorum... Başıma gelen her mûsibetin ille de kendimce ders çıkaracak bir yönünü buluyorum...Bu da hayattan sille yaka uzaklaştırmıyor beni,gittikçe onun sevimli kucağına yaklaştırıyor...Adına “yaşam tarzı” diyelim ya da “bakış açısı”...Kişiden kişiye değişiyor...
Şairin aksine;aynalara dostum.. Kılık kıyafetime ayrı bir önem veriyorum.Talebelerime örnek olmam lazım...Davranışlarıyla örnek alınacak öğretmenlerin mum ile arandığı bir ülkenin öğretmeniydim...
Öğretmen masasındayım...Sandalyeme oturmuş kâh testkoliklerimi gözlüyor,kâh da pencere camında uluyan rüzgârın ninnisini dinliyorum...Gözlerim ara ara bir kız öğrenciye takılıyor...Giz yüklü bakışları var... Kahve gözleri pırıl pırıl ve yay kavisli perçeminin altında adeta gülüyor...Siyah saçını at kuyruğu yapıp sırtına salıvermiş...Tombul yüzü ay parçası...
Şıpsevdi gönlümün gençliği geliyor gözlerimin önüne...Gördüğü her güzele vurulur,tertemiz hislerle dolup taşardı... Aşk şiirleriyle beslenirdi ve her güzelin bakışlarına dalınca kelebek gibi uçuverirdi...Ancak hiçbirinde mutlu sona ulaşamazdı...
Hep tek tabanca ve tek kurşunla gezdim:Evlenmedim...Niyetim oldu;kız isteyecek annem babam olmayınca vazgeçtim...Soranlara “Bekarlık sultanlık...” türküsünü söyledim...Hoş!Neresi sultanlıksa?!.. “Hayata beraber başladığımız” arkadaşlarımın hepsi ev bark sahibi oldu,ben,aşklarına bakıp bakıp “ah!” çektim...
Şu an Sitâre’ye bakarken aklıma hovarda gençliğim geliyor...Sitâre bana aşkı hatırlatıyor...
...................................
Hoyrat rüzgâr kocaman kar tanelerinin istikametini tayin etmekte zorlanıyor,şöyle gönlünce saçaklara-duvar diplerine har vurup harman savuramıyor...Ağaçlarda ise bir beyaz cümbüş...Sert rüzgârın savurduğu kar habbesinin yerini başkası alıyor...
Çocukluğumun yaramazlık günlerine dalıyorum...Hayal meyal bulutların arasından belli belirsiz gerçekler gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyor... “Ah, o kadrini bilmediğim gül demetleri!..”
Yine böyle çetin bir kış günüydü...Bir hafta üst üste yağan kar yüzünden köyüm insanı odunları çabucak tüketivermişti...Ağanın eşkıyaları yüzünden ormana inip odun getiremeyenler bu sefer soğuktan donacak olmuştu...
O çağlarda feodal sistem vardı,insanlar karın tokluğuna çalıştırılırdı...Bir de kış geldi mi evdeki odunlar memurun maaşı gibi anında bitiverirdi...İki seçenek kalırdı köylüye:Ya vurulma pahasına da olsa ormandan yakacak temin etmek ya da kışı odunsuz atlatmak...İkinci seçeneği tercih edenlerin çoğunun hastalıklardan göçüp gittiğini büyüklerimden duyardım...Birinci tercihi uygulayanların da sonu pek farklı olmazdı...Kör kurşunlar kalpleri deler geçerdi...
Mevcut erzak biteli iki gün olmuştu...Komşulardan gün boyu odun dilenen babam öğleye doğru eve eli boş dönmüştü...Uzunca bir kararsızlıktan sonra tehlikeli olmasına rağmen ormana inmeyi kararlaştırmıştı...
Henüz iki-üç yaşındaydım...Beşik olmadığı için beni ayaklarında sallayarak uyutmuştu mekânı cennet olası annem...O zamanlar beşik lüks bir malzeme olarak görülürdü köy yerinde...Uyuduktan sonra pamuğu eskimiş, yüzü kadavraya dönmüş birkaç yorgan örtmüştü soğuktan donmamam için...
Rahmetli abim hep anlatırdı babamın gidişini...Ve dönmeyişini...Evden çıkmadan önce yorganı yüzümden nezaketle sıyırmış ve öpmüş,öpmüş...Abim ile ablamı doya doya koklamış,kapıdan çıkarken anneme hüzünlü bir vedayla sarılmış,annem kapının eşiğinde karların üstüne diz çöküp çocuk gibi ağlamış,ağlamış...Ve giden babam bir daha gelmemiş...
Etrafı velveleye veren bağırmalarla uyanmıştım.Annemin sesiydi bu!..Yüksek sesle ağlayan annemi görür görmez ben de ağlamaya başladım...Kucağına aldı, “Talihsiz yavrum!” diye dövünmeye başladı... Daha o yaşta iken anladım ters bir şeyler olduğunu...Ayrıntısı uzun... Meğer bizim için yaşayan babam ormanda odun keserken derebeyinin adamlarına yakalanmış ve hemen oracıkta beynine serseri kurşunlar sıkmış...
Ah babam!..Gelincikler gibi boynum bükük!..Seni özlüyorum...Anneme hasretim!..Abimi de yanınıza alıp ablamla beni yalnız bıraktınız baba!..Beni,öz kardeşini bile tanımıyor...Aklını soyutlamış beyninden!.. “Ben bu koca deryada tek başıma ne halt ederim?..”
İçime akıtıyorum gözyaşlarımı...Dolan gözlerimi kimseye göstermemeye çalışıyorum...İçimde ummanlar coşuyor...Kalbimin yırtılan her damarından oluk oluk kan akıyor... Sessiz sessiz...
Kanadı açılan pencereden sınıfa şimşek hızıyla yüzüme çarpan rüzgâr beni daldığım uykudan sıçratıyor...Dikkati dağılan öğrenciler hep birden pencereden yana bakıyor...Sandalyeden kalkıp aceleyle kapatıyorum pencereyi.O esnada okulun bahçe kapısının önünde bir karaltı farkediyorum sisler arasından...Aman Allah’ım!..Bu o!..Hele bu karda kışta!..Delirdi mi ne?!!
İrade dışı bir hareketle aniden kapıya yöneliyorum.Koridoru koşarcasına tüketip ikişer üçer iniyorum merdivenleri.Dış kapıya uçarcasına yürüyor,odasından çıkan Müdür yardımcısına çarpıyorum. Acelemi gören Müdür yardımcısı ardımdan garip garip bakıyor...Çıldırdığıma karar vermiş olmalı!
Dışarıda buluyorum kendimi.Tipiye dönmeye hevesli esinti kulaklarımın üstünde ıslıklaşıyor,kalbimi titretiyor.Sislerin yarı seçilir beyazlıklarını yara yara karaltıya doğru ilerliyorum.Tepemde uçuşan karlar gözlerimin içine içine hücuma kalkıyor.Gözlerimi kısıyor,dengemi yitirmemeye çalışarak adımlarımı pamuksu zeminde
konuşturuyorum...Güç bela ulaşıyorum karaltıya...
“Ne yapıyorsun gülüm sen burda?..Hastalanacaksın!..” diye bağırarak sesleniyorum...Soğuktan mosmor kesilmiş elini tutuyorum,o,elini geri çekmek istiyor...İsyan dolu sesiyle:
“Ben zaten hastayım hocam!..” diyor... “Hiç iyileşmedim ki ben!”
Karşımda inadım inat diyen bir karakter duruyor...Karın beyazlığına eş bir yazlık gömlek giymiş...Siyah pantolonu da mevsim şartına göre değil...İnce mi ince!..Kıvırcık saçlarının vadilerindeki kuytu köşelerde kar birikmiş...Burnunun ucu morumsu,hafif kalın dudakları kırmızıya çalmış...Burnunu çekişinden üst solunum yolu enfeksiyonuna kapıldığını anlıyorum...Baba şefkâti kokan bir ses tonuyla ikna etmeye çalışıyorum:
“Sınıfa götüreyim seni...O da içerde...”
Rüzgâr girmesin diye kıstığı gözlerinde sevinç ışıltıları oynaşıyor,sonra tereddüt parıltılarına dönüşüyor.
“Yok ben gelmeyeyim!..Onu yakından görürsem hastalığım nükseder...”
Hem soğuk havanın,hem de ikna edememenin verdiği kızgınlıkla:
“Saçmalama!..” deyip kollarından yakalıyor ve sürüye sürüye içeriye götürmeye çalışıyorum...Herkese karşı aşılması güç dağ zorluğu çıkaran karaltı nedense artık bir güçlük çıkarmıyor bana karşı...Sendeleyerek binanın giriş kapısına ulaşıyoruz...İçeri girdiğimizde sıcacık bir alev kaplıyor yüzümüzü...Zemin katta kaliröfer petekleri içerinin atmosferini ılımanlaştırmış...Öğretmenler odasından montumu alıp karaltının omuzlarına bırakıyorum...Başında birikmiş karı silkeledikten sonra ceketimin iç cebindeki küçük pembe havluyla kurutmaya çalışıyorum saçlarını...Buz kesilmiş ellerinden tutup merdivenlere tırmanıyoruz.Uslu bir çocuk gibi itaat ediyor...
“Yavrum,sen kafayı mı yedin?..Bu karda kışta dışarıda işin ne?..Hastalanıp yatağa düşeceğini bilmiyor musun?..”
Makineli tüfek misali sorup duruyorum...Cevabı,suskunluğu oluyor...Birinci katı çıkıp ikinci katın koridoruna varıyoruz...Siyah kunduralarım kendine özgü sesini çıkarıyor ilerlerken...Onun ayaklarına dikkat ediyorum...Nerdeyse tarihten kalma lastik ayakkabı var ayağında.Yüzü de hayli eskimiş... “Ah yoksulluk!..”
Sınıfın kapısına varıyoruz...Bütün isteklerime cevap veren delikanlı bir an duruyor kapının önünde...Gözlerinin kahve yüzeyinde tereddüt okunuyor,yüzünün esmer tuvalinde keder bulutları oynaşıyor...Her hâlinden içeri girmek istemediği belli...
“Haydi içeri!” diyorum emrivâki bir ses tonuyla.
Derinden derine iç çekiyor,göğsü hüzünle kalkıp hüzünle iniyor..Konuşurken dudakları titreyip duruyor.
“Lütfen hocam!..Etmeyin!..İçerde o var...”
“Olsun!..Daha iyi ya!..”
Kararlı oluşum kendisini ikna etmeye yetmiyor..Kollarından çektiğim gibi kapıyı açıyor ve sınıfa giriyoruz...Başlar sınıfa hızlıca dalan bize çevriliyor...Bakışları Sitâre’ye kayar kaymaz betona kök salmışçasına çakılıp kalıyor...
Saniyelere pranga vuruluyor...Çentik atılıyor dakikalara...
Duruyor zaman.
A.E.
YORUMLAR
Renk seçiminiz kötüydü. Tansiyonumu oynattı.
Hayal yada gerçek fark etmez. Anlatım önemli.
İyi bir anlatım.
Duygu yoğunluğu tam.
güzel bir yazı okudum. Devamı da olabilir başka bölümde.
Yazamama konusu her yazarın başına gelir. Kendini zorlama ve sevdiğin konularda okumaya çabala.
Göreceksin yazma azmin artacak.
Hatıralarınızı kurcalayıp öyküleştirebilirsiniz.
Yazılmayan hiç bir şey kalmamıştır. Siz kendinize göre yazacaksınız. O zaman her şey konudur.
Bir otobüs yolculuğunu anlatan usta yazarlar okudum. Hiç bir şry yazar için önemsiz değildir.
Kafanız da yorgun olabilir. Zorlamayın kendinizi.
Tebrikler. Yazıya devam.
10 puan.