- 664 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Herkes Onla Uğraşıyor
Herkes onunla uğraşıyor. Oysa ne güzel, ne şirin bir ada; dünya iyisi bir kalbe sahiptir. İşin aslı şu ki: Adının ve kalbinin hatrına, iyi davranmak lazım ona.
Üç çocuk annesi bir kadın Maviş... Artık deli dolu gençlik yıllarını çoktan geride bırakması gereken, otuzlu yaşlarının sonuna yaklaşmış bir kadın... Buna rağmen küçücük ve yaramaz bir kız çocuğundan farksız hâlâ. Bırakın gençliği, gönlü çocuk kalmışlardan anlayacağınız.
Dört katlı bir binanın en alt katında oturuyor. Gönlü de pek alçaklarda uçar garibin. Bu yüzden olsa gerek Vuranı boldur. “Maviş darılır mı? Bir çocuğunkini anımsatan kalbi kırılır mı?” Hiç soran yok. “Vur abalıya!” misali gelen giden ona bir şeyler söyler. Sokakta bir gürültü olsa Maviş’in üç oğlundan biri mutlaka azarlanır. Yaptığı hiçbir iş tam anlamıyla beğenilmez, söylediği hiçbir kelama fazla önem verilmez. Şahsına yöneltilen eleştirilerin sayısı belirsiz. Maviş ya güler geçer bunların karşısında ya karar verir: “Bundan sonra ben de şirkef olacağım.” Maviş bu! Herkes çirkef der, bizimki şirkef...
Benzerine az rastlanan güzeller güzeli Maviş, annemin karşı komşusu; yıllarca ben de komşuluk ettim gerçi onla. Bir gün annemin kapısının önünde birileri biz İzmirlilerin deyişiyle “çiğdem yemiş.” Annem faili meçhul suçla karşılaştıktan bir iki dakika sonra Maviş market alış verişi için sokağa çıkmış. Her şeyden habersiz bir selam vermiş anneme; kendine has, kuş cıvıltısına benzeyen üslubuyla olmalı. Annem başlamış Maviş’e ver yansına. “Ne oldu Hamide teyzeciğim? Ben sana ne yaptım ki sen beni azarlıyorsun?” nidaları Maviş’te. Düpedüz yargısız infaz bu... Yemin billah vermiş Maviş. Suçu işlemeyi bırakın varlığından haberi yok benim tatlı komşumun. “Ben yapmadım ama sen dur da ben süpüreyim” demiş sonra da. Zorla süpürgeyi elinden alıp annemin kapısının önünü temizlemiş. Asıl suçlular meğer burnundan kıl aldırmayan bir komşumuzun tayfasındanmış. Bunu öğrenince annem bir hayli vicdan azabına gark oldu. Uzun zaman hatasını unutamayıp kurda kuşa anlattı. Maviş’ten onlarca kez özür diledi. Tevekkeli canım, ne Maviş ne de tayfası yapar böyle düşüncesizce bir hareketi...
Maviş pencereden bakar, mahalle maçında büyük oğlu kaleye geçirilmiş. Kendisine yapılan haksızlıkları sineye çekmeye alışmış olan Maviş feryat eder hemen: “Ula uşaklar neden Kerem hep kalede?” Bu arada belirtmem gerek Maviş Kelkitli... On sekiz on dokuz yıldır İzmir’de gelin olsa da memleketinin havasına suyuna duyduğu özlemden midir? Bilinmez. Asla İzmirliler gibi konuşmaz.
İlk ne zaman sevdim ben Maviş’i? Galiba tanıştığımız ilk gün olmalı. Benim insanlarda aradığım daha doğrusu aramasam da bulduğumda çok beğendiğim birçok aykırılık var onda. Aykırılıkların büyük bir kısmını onaylamasam da onun aykırılıkları kelimenin tam anlamıyla muhteşem.İlkokul mezunu bir ev hanımı o. Fakat sıradan kadınlardan çok mu çok farklı... Kıyafetleriyle ve yaşantı tarzıyla sıra dışı hiçbir yönü yok. Yöresel bir kapalılığı var, zaman zaman günün modasına –tabii ki başörtüsü olarak- uysa da her zaman bir yönüyle özgün, bir yönüyle köyüne layık bir şekilde otantik.
“Beni endamıma, kılığıma, kıyafetime bakıp bir şeye benzetmezler. Fakat ben Paris görmüş, Paris’in kaldırımlarını çiğnemiş hatunum, desem kimse bana inanmaz” der hep. Doğru, vefat eden babası Fransa’da işçiymiş öldüğünde. İlk çocukluk yıları Paris’te geçmiş bu yüzden. Annesi eşinin vefatından sonra böyle kocaman bir şehirde üç kız çocuğuyla bir başına yaşamaya cesaret edememiş. Tası tarağı toplayıp memleketine dönmüş tez elden. Kızlarını da memleketinde gelin etmiş. Şimdi her sene kışları bir iki ay ziyaret edip kızlarını sonra serin yaylalarına döner yaz olmadan yine. Eğer babası yaşasaydı gerçekten de havası ve endamı yerinde bir Parisli olurdu Maviş belki de...
“Lüzumsuz işler müdiresi” diyeceğim kendime, dilim varmıyor. Her işe koşmaya çalışan, hiçbir işi bitiremeyen tuhaf bir yolcuyum, desem daha uygun. Bir gün, kim bilir nereden dönüyordum. Okuldan mı? Bankadan mı? Hastaneden mi? Postaneden mi? Şu bizim Maviş sokağımızın başındaki kocaman arazinin bir köşesine oturmuş, ikindi güneşini seyirde... Altında da bilmem neden yıkılmış- mutlaka görevliler yıkmıştır- beton bir elektrik direği... Kucağındaki deftere bir şeyler yazıyor. Tabii ki hemen yanına gittim. Pat diye sordum:
- Ne yazıyorsun Allah aşkına kız Maviş böyle romantik bir ikindi güneşine nazır? Güldü. Omuz silkeledi.
- Sana ne? Sen işine baksana!
- Aşk olsun Maviş sana ne olur mu?
- Sana ne tabii? Ben sana soruyor muyum? Nerden geliyorsun? Çantanda ne var? Bu sefer sinirlendirdim galiba onu.
- Haklısın. İnan başkasına sormam. Seni çok sevdiğimden... Hemen de yumuşar karşımda. Sevgisi böyle hoştur işte...
- Şiir yazıyorum. Bu da benim şiir defterim.
- Bir gün verir misin okuyayım şiirlerini?
- Tabii! Neden olmasın canım benim. Sen okumayacaksın da kim okuyacak? Dur bir şey yazıyordum. Az kaldı. Bitsin, vereyim. Götür evinde oku. Aman ha başkası sakın okumasın. Sana emanet...
Ah emanet, bu can da tene emanet...
Maviş’in şiir defteri yüzlerce şiirden ibaret... Şiir demeyelim, şairler alınır. Manzume diyelim hepsine... Şair-i azam değil ya, şair bile denmezmiş böylesine, yeni öğrendim. Aklına ne geldiyse yazmış, çoğunun da teması aşk... Olsun, ben hepsini çok sevdim. Maviş kokuyordu her biri, samimiyet ve masumiyet kokuyordu. Kelkit’in yaylalarına özlem vardı yazdıklarında, çok uzaklarda kalan çocukluk yıllarına, küçük yaşta kaybettiği babasına, bütün bir sene yolunu gözlediği, kış aylarında ziyaretine gelen annesine ve hayaletleri anımsatan ütopik aşkına...
Maviş’in bir yerlerde çalışmasına izin yok. Malumunuz üzere eşi şiddetle aynı zamanda da yoğun bir baskıyla karşı, onun çalışmasına. Bu yüzden Maviş hep evde yapılabilen işlerin hayalini kurmakla ve bu hayalleri elinden geldiğince uygulamaya geçirmeye uğraşmakla meşgul. Bununla ilgili ortak bir de anımız var.
İki pazarlamacı çalıyor Maviş’in kapısını. Maviş pazarlamacılardan asla bir şey almaz. Taksit ödeyemez, üstelik güvenmez onlara... Nasıl oldu da kandırdılar Maviş’i şaşmak lazım. Dedik ya hep evde yapabileceği işlerle meşgul aklı. Bundan olsa gerek. Pazarlamacıların tezgâhına düşmüş. Bu uyanıklar Maviş’e bir bornoz takımı satmışlar Maviş’ten habersiz. Nasıl mı? “Biz” demişler “Bu bornozların ipliklerini evde oturan bayanlara temizletiyoruz. Takım başına 1 milyon lira veriyoruz onlara.” YTL’den ve TL’den önceki bir hikâye bu... Maviş’in gözleri parlıyor. “Günde en az 40- 50 tane temizlerim” diye hesap ediyor. Güzel iş. Yan komşusunu da çağırıyor, maksat o da nasiplensin. Bunlara birer senet imzalatıyorlar. Tabii ki imzalananların senet olduğunu ne Maviş ne de yan komşusu biliyor. Maviş’in okuma yazması var fakat hırsı gözlerini kör etmiş, kim okur imzaladığı metni? Yan komşusunun okuma yazması yok. O da Maviş’e güvenmiş.
Aradan birkaç gün geçmiş. Maviş bana müjdeyi verdi. Evde yapabileceği bol kazançlı bir iş! İmzaladığı kâğıttan söz edince benim içime şüphe düştü. “Getir bakayım senin şu iş mukabelene” dedim. Getirdi. Okudum Düpedüz bir senet bu. “Güle güle kullan güzelim. Bir bornoz takımı almışsın. Hem de ne kadar ucuz (?) Neyse canım üzülme on taksitle...” Ben işin şakasındayım. Maviş başladı ağlamaya. Bazıları için oldukça küçük bir meblağ. Fakat onun için oldukça büyük. “Ağlama!” dedim. “Bakarız çaresine.” “Ne çaresi! Benimki duysa kesin boşar beni...”
Birkaç gün araştırdım, tüketici haklarıyla ilgilenen bir bölüm varmış her ilçenin bünyesinde. Oraya başvurduk. Dilekçeler, şikâyetler derken Maviş kurtuldu senetten. . Sonra da gelsin birbirinden kutlu dualar... Pazarlamacılar gelip bornozları bile almadılar. İplikleri temizlenmiş bornoz takımı hâlâ Maviş’in sandığında beklemede... Diğer komşumuza yol gösterdik o da kurtuldu. Fakat iş tatlıya bağlanana kadar bizim Maviş’e küstü. “Benim okuma yazmam yok sana güvendim. Neden okumadan imza attın, attırdın bana?” yolunda serzenişlerde bulundu. Ey hırs sen nelere kadirsin, Maviş gibi bir uyanığın (?) bile gözlerini kör edensin.
Bir çocukluk arkadaşım var. Maviş’le oğlunu okula getirip götürürken tanışmışlar, ahbap olmuşlar.”Kızım” diyorum ona “Hadi ben mecburum bu aklı bir karış havadaki hatunla ahbaplığa. Karşı komşumdu mecbur tanıştık. Ya sana ne demeli? Yüzlerce velinin içinde bunu mu buldun kendine yoldaş?” Maviş dudak büküyor. “Ay sevsinler. Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu diyeyim. Demek sizin de akıllarınız bir karış havada. Yoksa daha akıllı uslu kimselerle arkadaş olurdunuz.” Her zamanki gibi tekrar ediyorum: “Ben mecburdum kaç yıl karşında oturdum. Tabii muhatap olacağım. Asıl bu Şenay’a şaşmak lazım inan ki...”
Arkadaşım muhasebeci. Eşiyle bir muhasebe bürosu işletiyorlar. Bir gün kimliği belirsiz –daha doğru bir ifadeyle eşinin tanımadığı- bir bayan bürolarına uğruyor. Arkadaşım o anda yok, eşi karşılıyor bayanı. Elinde küçücük bir hediye paketi... Hızlıca: “Ben bunu Şenay’ın gelecek doğum günü için almıştım. Kendisine verirsiniz” diyor. Haydi bakalım! Daha Şenay’ın doğum gününe aylar var. Şenay günlerce “Bu bayan kim acaba?” diye düşünüyor. Bir iki hafta sonra belli oluyor ki Maviş... Kendisi gibi sevimli bir biblo hediye etmiş Şenay’a... Doğum günü çok uzakmış kimin umurunda!
Anneme gittim birkaç gün önce. Yediği dondurmadan zehirlenmiş annem, bir hayli rahatsızlandı. Başını bekledik günlerce. Maviş balkonunda etrafı kolaçan ediyor. Beni görür görmez bir çığlık!
- Senin yüzünden Hamide teyzem hastalanmış. Ne vardı sanki çocuk gibi dondurma istedin? Sen istemesen o da yemezmiş.
Her şeyi de öğrenir. Doğru! Benim yüzümden oldu o dondurma muhabbeti. Fakat ne bileceksin işte anneme dokunacağını? Ben iki porsiyon yedim. Bana bir şey olmadı.
- Offf Maviş senle uğraşamayacağım zaten çok canım sıkkın, diyorum.
-Bak sana ne diyeceğim, gel hele yanıma, diyor. İki dakikalığına yanındayım
- Ben İstanbul’a gittim. Biliyor musun? Ya hem de bir hafta kaldım Orada.
İnandım. Gidebilir gerçekten. Çünkü iki ablası orada evli.. Kocasına kalsa Konak’ı bile göremez yüz yaşına girse de Maviş. İnanmamış gibi yapıyorum.
- Hadi canım sen kim İstanbul kim? Rüyanda mı gördün İstanbul’u? Kaç yıldır türküsünü okudum, ağıdını yazdım ben gidemedim sen mi gideceksin? Komik olma, diyorum.
Yemin billah ediyor. Meğer ablalarından birinin oğlu sünnet olmuş. Onun ısrarı ve de desteğiyle gitmiş İstanbul’a.
- Gezmedik yeri kalmadı İstanbul’un. Kızkulesi’ni, Ayasofya Camii’ni gördüm. Boğazda tur attım. Avrupa Yakası’ndan Anadolu Yakası’na geçtik yeğenlerimle, diyor.
- İyi ya darısı başıma, deyip ayrılıyorum yanından.
Ah ne ihmalkârlık! İstanbul’u görmeden yazı yazmanın, şiir dizmenin hükmü ne?
Maviş, bizim Maviş... Benzerleri çok, eşi benzeri yok Maviş. Şairin “Ela gözlerinde yeşil hareler” dediği kadar güzel gözleri olan, gözlerinde sonsuz ummanlar dalgalanan Maviş... Denize uzak bir memleketten denize kıyı bir şehre gelin gelen fakat kırlarda yetişen gelincikler gibi denize hasret Maviş. Seni sevmek ve tarafından sevilmek ne hoş! Sana vurmak ve sana kıymak ne büyük (k)ayıp...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.