- 1029 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SANAYİ MAHALLESİ (2)– 12 EYLÜL 1980
SANAYİ MAHALLESİ (2)– 12 EYLÜL 1980
Sanayi Mahallesi, solcuların kontrolünde.
İlk bir iki hafta, bizim hayatımızda pek bir değişiklik olmadı.
Bazı geceler atölyeye gelip, bildiri bırakıyorlar.
Bizde teşekkür edip alıyoruz.
Daha sonraları, Sultan Selim Caddesinin girişinde arabayı durdurmaya başladılar.
Kimdim, niye gelmiştim, kimi görecektim falan gibi suallere cevap verdikten sonra geçiyorum.
Aynı sorgulama birde, bizim atölyenin bulunduğu sokağın girişinde yapılıyor.
Sabah akşam ve her gün bu kontrolü yapanlar değiştiğinden, her gelişimde ve gidişimde, bu sualleri cevaplamak zorunda kalıyorum.
Bu sabah, en az 7 müşteri telefonla şikâyet etti.
Görüşmeye geldik ama cadde girişinde sorgulanınca, geri döndük diye.
İş yeri açacak başka bir yer bulamadınız mı diye azarlayanlar bile var.
Bizim buraları Jandarma bölgesi.
Sanayi yeni yeni yerleşmeye başladığından, ayda yılda bir kere devriye geliyor.
Bizde diken üzerindeyiz.
Müşteri gelmeye korkunca, iş yapamaz olduk.
Arif’i çektim bir kenara.
-Arif, şehir içinde bir büro bulmamız lazım.
Karakola filan yakın bir ofis arayalım.
Hem vitrinli filan bir yer bulursak, numune mamüllerden de sergileriz.
Satış imkânımız da artar.
Arif, Mecidiyeköy’de oturuyor.
—Tamam, abi, ben tanıdıklara haber salayım.
Bize Mecidiyeköyde ucuz bir yer bulsunlar.
Levent falan sosyetik yerler.
Pahalı olur oralar.
Cumartesi günü Arif’in kırtasiyecilik yapan bir arkadaşından haber geldi.
Profilo fabrikasına yakın bir sokakta inşaatı yeni bitmiş bir apartmanın alt katı kiralıkmış.
Hemen gittik Mecidiyeköy’e.
Tamda istediğimiz gibi bir yer.
Karakol dört sokak ilerde.
Batar katlı, vitrinli bir dükkân.
Mal sahibi de hali vakti yerinde, efendi bir adam.
Durumumuzu anlattım.
—Ne olur Bedri ağabey, sana açık yüreklilikle halimizi izah ettik.
Bir sene için bize bir kıyak çek.
Kirayı düşük tut.
Şöyle, uzun uzun yüzüme baktı.
—Siz ne ödeyebilirsiniz?
—Aylık 200 lira.
—Anlaştık.
Bir sene bu fiyattan oturursunuz.
İşleriniz iyi giderse, seneye tekrar konuşuruz kirayı.
Sevinçten adama sarılıp yanaklarından öptüm.
Sokağın başındaki büro eşyası satan Mecit Bey’e, Arif zamanında iş yapmış.
Ondan da, iki masa, iki koltuk, dört de sandalye aldık senetle.
Telefona da hemen müracaat ettik.
20 gün sonra bağlarız dediler.
O hafta sonu, hanımları da getirdik ve baştan aşağı bir temizlik yaptık.
Masaları da batar kata yerleştirdikten sonra, beş on sefer yaparak numune arabaları, Mecidiyeköy’e getirdik.(Benim Vosvos’a tek araba sığabiliyor).
Vitrini de tanzim edince bayağıda güzel bir yer oldu.
Arif ilerideki kahveye çay söylemiş.
Tam hepimiz yorgunluk çaylarımızı içiyorduk ki, karşımızdaki kasetçi dükkânından Mehter marşları çalmaya başladı.
Avazı çıktığı kadar açmışlar sesi.
Dükkânın dışına bağlı iki adet hoparlör bangır bangır bağırıyor.
Oturduğumuz bir saat boyunca, marşlar durmak bilmedi.
Birbirimizle bile rahat konuşamıyoruz.
—Arif, kalk lan, söyle şu adamlara.
Biraz kıssınlar sesini şu teybin.
—Tamam ağbi.
Arif karşıya gitti.
Bende vitrinden gözlüyorum.
Takım elbiseli, kravatlı iki genç ile konuşuyor.
Bir ara el kol hareketleri yaptı ve alı al moru mor geri geldi.
—Ne oldu be Arif?
Amma konuştun adamlarla.
Alt tarafı, biraz sesini kısacaklar teybin.
—Bildiğin gibi değil Attila abi.
Burayı tutamazmışız.
—O neden?
Kendileri mi istiyormuş burayı?
Tek aklıma gelen neden, bu olabilir diye düşünüyorum.
—Yok yahu.
Ne iş yaparsınız diye sordular, bende anlattım.
Atölyeniz nerede diye sordu biri.
Sanayi mahallesi diyince, kızdılar.
Sizi burada oturtmayız diyorlar.
Sanayi mahallesindekilerin hepsi komünist imiş.
Israr edersek sonumuz fena olurmuş.
Biz komünistleri Mecidiyeköy de barındırmayız diyorlar.
Biran düşündüm.
17–18 yaşlarından itibaren, devamlı arayış peşinde olduğum için, üç dört sene sağcı, üç dört senede solcu olmuştum.
Neticede, her iki kesimde beni tatmin etmediğinden, Atatürkçülükte karar vermiştim.
Her iki taraftan da, birçok tanıdığım ve arkadaşım var.
Ulan, gideyim, beni, şu, şu, şu kimselerden sorun diyeyim.
Ama hiç yoktan, bende bu kaosa karışırım diye korkuyorum.
Dolayısı ile bir şey demedim adamlara.
Bir yandan da Arif’e çatıyorum.
—Ne biçim Mecidiyeköylüsün sen be?
Tanımıyor musun bu insanları?
—Abi bunlar yeni açmış dükkânı.
Daha üç ay olmuş.
Ben tanımıyorum.
Kalktım, Mecit Bey’e (masa koltuk aldığımız bey)gittim.
Aman bulaşmayın onlara dedi.
—Belalı herifler bunlar.
Başka bir sokakta yer arasanız iyi olur.
Hanımları evlere gönderdikten sonra atölye’ye döndük.
Çöktüm masama, kötü kötü düşünüyorum.
Bir ara odaya Doğan geldi.
Doğan, Kuştepe’de (Mecidiyeköy’ün bir mahallesi) oturuyor.
Babası’nın at arabası var.
Demirciden, Arifin eski atölyesine, profil demiri taşıtmıştım birkaç kere.
Öyle tanışmıştım.
Benim oğlanı işe alsana Attila Bey.
Çok iyi kaynakçıdır.
Şimdi çalıştığı dükkânda çok az para veriyorlar.
Dürüst çocuktur.
Al işe Doğan’ı, sana hem iyi bir çalışan hem de iyi bir dost olur.
İşte böyle işe aldık Doğan’ı
On dokuz yaşında tek gözü kısık, saçları itina ile Elvis vari taranmış, limon suyu ile biryantinlenmiş genç bir delikanlı.
Baktım, kısık olan gözü beyaz bir leke kaplı.
—Bu gözüm hiç görmez abi.
Bebe iken, horoz gagalamış köyde.
Ama merak etme.
Kaynakçılığım iyidir.
Hakikaten de çok usta bir kaynakçı çıktı Doğan.
—Ne düşünüyorsun Attila ağabey,
Kelek bir durum mu var?
Doğana anlattım olanları.
—Vay hergeleler vay.
Ulan onlar sağcı ise, biz de sağcıyız, bizde milliyetçiyiz.
Dağdan gelen bağdakini kovarmış.
Kim oluyor onlar be.
Abi, sen yarın için, bana öğlene kadar izin ver.
Ben konuşurum onlarla.
—Aman Doğan girme bu boka.
Bak Mecit Bey bile bulaşmayın bunlara dedi.
—Sen merak etme ağabey.
Bana bir şey olmaz.
Aynı davanın adamlarıyız biz.
Doğan öğleden sonra işe geldi.
—Tamam, Attila abi.
Ben konuştum onlarla.
Problem yok.
Ertesi sabah Mecidiyeköy’e gittim.
Oturdum masaya.
Ne tepki gelecek karşıdan diye bekliyorum.
Marşlar gene çalınmaya başladı.
İçlerinden biri geldi yukarı.
—Selamın Aleyküm.
—Aleyküm selam.
—Tanışmak için geldim.
Benim adım Kürşat.
—Memnun oldum.
Bende Attila.
—Doğan size kefil oldu.
Bir mahzur kalmadı burada iş yapmanız için.
—Sağ olun. Teşekkür ederim.
Kendi kendime de için, için kızıyorum.
Oğlum Attila.
Göt kalmamış sende.
Siktir git diyemedin heriflere.
İçime oturdu bayağı.
Atölyedeki broşürleri, dosyaları, irsaliye ve fatura koçanları, kalem vs kırtasiye malzemesi ve daktilomu yeni ofise getirdim.
Getirdiklerimi koyacak bir yer bulamadım.
Mecit Bey’den, bir de dolap almak lazım.
Sokak kapısının da, kapı tokmağı yok.
Kapıyı açarken kilitteki anahtarı yan çevirip çekiyorsun.
Pek yakında anahtarı kırarız her halde.
Gitmişken Mecit Bey’e sorayım.
Belki onda vardır, kapı tokmağı.
Dolabı gönderdi Mecit Bey.
Kapı tokmağı yokmuş onda.
Ben Perşembe pazarından alıp sana getiririm dedi.
Sözünü de tuttu Mecit ağabey.
Akşama doğru, şeffaf renkli plastikten dökülmüş, al bayrak kırmızısı, çok şık bir kapı tokmağını bana getirdi.
-Bu da size benim hediyem olsun.
Allah bol kazançlar ihsan eylesin.
Sağ ol Mecit Bey. Teşekkür ederim.
Akşamda Arif geldiğinde tokmağı kapıya taktı.
Ertesi sabah Kürşat, elinde bir karton kutu ile geldi.
—Selamın Aleyküm.
—Aleyküm selam Kürşat.
Buyur otur.
Çay söyleyeyim.
Sağ ol Attila Bey.
Bir ricam olacak senden.
Elindeki kutuyu açtı.
İçinden pırıl pırıl, işlemeli, pirinç döküm, bir kapı tokmağı çıktı.
Sinirimize dokunuyor taktığınız kapı tokmağı.
Bu da Musa ile benim hediyemiz olsun.
Lütfen onu söküp bunu takın.
—Sağ ol Kürşat.
Hakikaten çok şık ve güzel bir tokmak bu.
Ama anlayamıyorum. Niye masraf ettiniz.
Nesi var bizim tokmağın?
—Rengi abi, rengi.
Komünist kızılı bu tokmak.
Asap bozuyor.
Ve Supan Allah çektim içimden.
Tokmağı değiştirdim.
Zamanla, konuşa konuşa, benim yalnız ekmek peşinde olduğumu anladılar.
Hatta bazen mal sevk ederken, yükleme ve boşaltmaya da yardıma geldiler.
Paraşütçü olduğumu ve Muhafız Alayında komando eğitimi de gördüğümü öğrenince çok şaşırdılar.
Bir akşam, gelen kamyonete büyük takım arabaları yüklüyorum.
Tekerlekli, 120 cm boyunda, 6 çekmeceli, ağır hizmet tipi arabalar bunlar.
Beheri 80 kilo geliyor.
Kamyonetin şoförü;
—Attila Bey.
Tekerleklere takoz koyalım ne olur.
Yolda sağa sola kayarsa, kasayı mahveder.
Arabaların boyası da, saç kaplamalar da çizilebilir.
Alt katı araştırdım.
Takoz olabilecek gibi, bir parça yok.
Komşu dükkânlardan biri camcı.
Ona Çayırovadan her hafta cam geliyor.
Camların birbirine çarpmaması için tahta parçalar görmüştüm aralarında.
Camcı arkadaşa gittim.
—Merhaba Salih ağabey.
Takım arabası sevk ediyorum da; teker arkalarına koyabileceğim tahta takoz lazım bana.
Var mı sende öyle bir parça?
Dükkânın arka tarafında dizili camların arasından bir tahta parçası getiriyor.
Bir metre boyunda 5–6 cm kalınlığında bir tahta bu.
Teşekkür edip alıyorum.
Tahtayı parçalara ayırmam lazım.
Büroda acaba testere getirdik miydi diye sağı solu araştırdım.
Hayır, maalesef getirmemişiz.
Dışarı çıkıp tahtanın bir ucunu asfalta, bir ucunu da kaldırım taşına dayadım.
Sağ elimle karate vuruşu yaparak tahtayı parçaladım.
Kamyonet gidince Kürşat ile Musa’nın gözleri hayretle, fal taşı gibi açılmış bana baktıklarını görüyorum.
Tahta olayından sonra, Mehter marşlarının sesi normale indi.
Hatta bana müşteri geldiğini görünce, tamamen kapatıyorlar sesi artık.
Dükkânlarının önünden geçerken de, her ikisi de ayağa kalkarak saygı gösteriyorlar.
Birkaç kere de bağış diye geldiler.
Ama her seferinde ya İslam tarihi, Ya meali ile komple Kuranı Kerim, ya da partilerinin bastırttığı Türk tarihi ile ilgili kitaplar hediye ettiler.
İşin garibine bakın ki arada Mehter Marşlarını özlemeğe başladım.
Bazen Erdem ile haber yolluyorum.
—Erdem söyle Kürşat’a, biraz mehter marşı çalsınlar lütfen.
Ne ise.
Mecidiyeköyü bir nevi mağaza gibi yaptık.
Batar kat ofis, giriş katı show room oldu.
Telefon da bağlandıktan sonra, Sanayi Mahallesinden bir kızı işe aldık.
Sabahları Erdem ile mağazada buluşuyoruz.
Binnaz bana bir gün evvel gelen mektupları veriyor.
Teklifleri yazıp Binnaz’a veriyorum.
Oda onları daktilo edip postaya veriyor.
Erdem ile öğleye kadar burada çalışıp, öğleden sonra atölye’ye gidiyoruz.
Gelen veya gelecek müşteri var ise Binnaz bize telefon ile bildiriyor.
Bizde tekrar mağazaya dönüyoruz.
Telefon ile arayanlarıda Binnaz not alıp atölyeye telefon açıyor.
Böylece yarı orada, yarı burada işleri yürütmeye ve ayakta kalmaya çabalıyoruz.
Haziran ortaları bir sabah tam masama oturmuştum ki telefon çaldı.
Binnaz telefonu açtı.
Baktım birden yüzü gerildi.
Acaba kıza birimi asılıyor telefonda diye aklımdan geçirirken, Binnaz yanıma geldi.
Fısıltı halinde;
—Attila Bey, sizi istiyorlar.
—Hangi firma imiş?
—İş ile ilgili değil.
Mecidiyeköy karakolundan arıyorlar.
—Alo buyurun efendim.
Ben Attila.
—Kadir Attila Bozoğlu ile mi görüşüyorum?
—Evet beyefendi.
Siz kimsiniz?
—Ben Komiser İskender.
—Evet Buyurun?
—Doğan Mertoğlu diye bir elemanınız var mı?
Sizin şirkette çalıştığını söylüyor.
—Evet doğrudur.
Benim elemanım.
—Derhal Karakola gelirseniz iyi olur.
En geç yarım saate kadar burada olun.
Attila Bozoğlu – Eski Foça