- 936 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Kuşlarla Öpüşmenin Bilgisi
“Bir kuşla öpüştüm, menekşe kokuyordu ağzı
Kelebekleri güldürdüm, zamanı durdurup”
Onur Akyıl – İlker İşgören
İlker İşgören’in insan yüzü şair yüzünden önce gelir. Bundandır, kendisiyle bir muhabbet çevirmek şart oldu. Öyle ya, İlker kendi yazıyor şiirini; gerçek bir şair. Habire gözlerine vurgu yapmasının altında da bu yatıyor olsa gerek. Onun samimiyetinden kuşkum yok elbette; anlamak/derine inmek lazım gelen. Bakalım, rüzgarı da hesaba katarak yanıtlanan sorular, okuyana beklenmeyen bir golün heyecanını duyuracak mı şiirimiz adına. Eyvallah!
İlker İşgören,
26.10.1982’ de halen yaşamakta olduğu İzmir’ de doğdu. Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi İşletme Bölümü birinci sınıf öğrencisi. Yazı ve şiirleri Dize, Pencere, Ünlem, Eski, Şiir Ülkesi, İle, Denizsuyukasesi, Şiiristan, Şarapya, Mortaka, Özgür Pencere, Patika, Yazılıkaya, Mühür, Şiiri Özlüyorum, Akatalpa, Sunak, Bursa Kültür Sanat Rehberi, Alaz, Mavi Liman gibi dergilerde yayımlandı, yayımlanıyor.
Şairin Şiir Yüzü (2005), Toplumun Şiir Yüzü (2006) Şiir Yıllıklarına girdi.
Rıfat Ilgaz ve Adnan Yücel (2004) şiir ödüllerine katıldı. Şimdilerde yadsıdığı o şiirlerle fark edildi; övgüye değer bulundu, mansiyonlar aldı.
Yunus Emre Şiir Yarışmasında ikinci oldu. (2006) “Şarap şiire yakışır.” deyip Küp şarapçılığın düzenlediği Ömer Hayyam Şiir Yarışmasında birinciliği kazandı. (2006 ) “Gözlerim Suç İçinde” adlı kitabıyla Attila İlhan Şiir Ödülünü( 1.lik) ve Kocaeli Üniversitesi İlk Kitaplar Ödülünü( Jüri Özel Ödülü ) kazandı(2007). Şairin ilk eseri olan bu kitap Etki-Dize yayınlarından Ekim 2006 da çıktı.
Her şeyden önce, kendini nasıl hissediyorsun? Gözlerin neden suç içinde?
Kendimi nasıl hissediyorum? Soru, insanın kendisi olunca cevap da bir o kadar zorlaşıyor biliyor musun? Çünkü cevaplar hep bir etkiyle, temasla doğmuştur. Kendimi nasıl duyumsadığımı şu an bilmiyorum. Ama çoğu zaman bir boşluğun içindeymişim gibi duyumsuyorum. Boşluğu duyumsadıkça, kendimi düşünmekten vazgeçip, hayata bakıyorum. Hayata baktığım zaman da senin bana sorduğun öteki sorunun cevabı bas bas bağırıyor gözlerimin neden suç içinde olduğunu. Ben, bakmayı, gözlemlemeyi seviyorum. Hayatın her anında şiir yazılıyor bunları kaçıramam. Şiir bulmak için bakıyorum hayata. Ama şiir bulmanın da bir bedeli var, şiire bakarken her şeyi görüyorsun. İşlenen suçları, ihanetleri, haksızlıkları, vurdumduymazlığı… İşte bu farkındalıktır gözlerimi suçlu kılan.
Dünyaya bakıyorum bir de… Soykırımları, savaşları görüyorum baktıkça ve bu yüzden de suçlanıyor gözlerim. Aslına bakarsan dünya da benim içim gibi boşlukta yaşıyor, boşlukta yaşadığı için de kendinden vazgeçip başkalarına bakarak, sataşarak yaşıyor. Yani anlayacağın iyi olmamı gerektirecek kadar rahat değilim. Olamam da… Çünkü şiirin suyuna batırılan bir yüreğim bir de gözlerim var.
Bir gün hayatta büyük, çok büyük bir değişiklik olabileceğine inanıyor musun?
İnanıyorum. Hem de iliklerime kadar. Şiire ve insana inanıyorum çünkü. Şiirin gücüne, şiirin yapabileceklerine… Şiirle bir insanı değiştirebilirsin. Şiirle, önce kendini değiştirirsin, sonra yanındakini, yanındaki de ötekini değiştirebilir. Zaten değiştirmek de zorundayız. Bu ömür böyle çürüyerek geçmez, geçemez. Başka bir söyleşimde “Şiirin incelttiği bir dünyada yaşamak istiyorum” derken de buydu amacım. Şiir inceliğinde insanlar yaratmalı şiir çalışanı. Amacı da bu olmalı diye düşünüyorum. Hayatın kalıcı olmadığının farkında olarak bir yaşam sürmeli insanlar. Kalıcı olmanın yollarını aramalı yoksa neye yararız. Şimdiyi kaçırmayan ama geleceği de bilen olmalıdır şiirin çalışanı. İşte, dünyada şiir yazan, şiir okuyan, şiiri bir yaşam biçimi olarak gören, bunu yaşamına sokan ve sokmaya çalışan insanların var olduğunu gördükçe de inancımı sonuna kadar koruyacağım. Ve yine tekrar ediyorum; değişime inanıyorum, iliklerime kadar. İnsan tükenmediği sürece de inanacağım.
İlker, modern dünyada insan, ideoloji ve şiir üçlüsü, bir üçgene tekabül eder mi?
Evet eder. Ama senin benim açımdan eder. Çünkü şiirin dışındaki insanların çağdaş dünyada ki üçgeni daha farklı… Onların üçgeni, örtünmek, barınmak ve beslenmek…
Sürekli bir şeyleri tüketme çabası içindeler. Zamanı tüketiyorlar ya da tükettiriyorlar adına üretim diyerek hem de. Çalışanın, iliğini kurutana kadar peşini bırakmıyorlar. Çünkü barınmak, örtünmek ve beslenmek paranın olmasıyla sağlanabilir düşüncesi içindeler. Oysa Moliere’ in “para iyi bir köle, kötü bir efendidir” düşüncesine katılmamak elde değil. Bence de paranın efendisi olacak insan, kölesi değil. Yani demem o ki; aydın mantığı ile kurulmalı yeni bir düzen. Ve o düzene ayak uyduracak insanlar yaratmalı.
Evet. Tekabül eder dedim ama nedenlerini biraz daha ayrıntılarıyla anlatmalıyım sanırım. Bunu da ancak o üçgenin sözcüklerini tek tek ele alarak yapabilirim. Neydi o sözcükler; insan, ideoloji ve şiir.
Şiir insanla doğmuştur. Bu geçmişten beri şiir ve insan arasında bir bağ kurulmasını sağlamıştır. Şiir zamanla insana borcunu fazlasıyla ödemiştir ve hâlâ kanımca ödüyordur. Sadece şiirin değil varolan bütün sanatların bir ihtiyacın neticesinde doğduğu bilinen bir şey. Bu yüzden şiir ve insan sonuna kadar birlikte anılacak. Ve hâlâ şiir, burada özellikle bu modern dünyada eğer bizi bugün de şiir üzerine söyleşiler yapmaya itiyorsa, 80 şiirini hâlâ tartışabiliyorsak bu şiirin bugün de sürdüğünün, ihtiyaç duyulduğunun iyi bir kanıtıdır. Şiirin olduğu her yerde ideoloji de olduğu için modern dünyada bu üçlü bir üçgene senin deyiminle tekabül eder ve edecektir de.
Şiirin başkenti olur mu? Şiir, şehir ilişkisi, şiirdeki imajların kullanılması açısından ne derece önemlidir?
Cemal Süreya’ nın güzel bir dizesi var o geldi aklıma “ben nerdeysem yalnızlığın başkenti orasıdır” Bunu şiir ve şehir ilişkisine taşıyacak olursak: “şiir neredeyse başkenti orasıdır.” Ama senin bu soruyu sorma amacın bu değil biliyorum. İstanbullu şiir, İzmirli şiir, Ankaralı şiir, Adanalı şiir, Konyalı şiir, Kayserili şiir, Diyarbakırlı şiir, Şanlıurfalı şiir, Mardinli şiir vs… kavramlar oluşturuldu. Bu açıdan soruyorsun bu soruyu. Böyle bir mantık olamaz, olmamalı. Çünkü şiir özele indirgenemez şiirin vatanı hayat ve insandır.
Şehir imajlarının şiirde kullanılması konusuna gelince, benim şiirimde de özel şehir imajları vardır. Ve benim imajım İzmir’dir. Çünkü yaşlandığım şehir burası. Yaşadığım aşklar, ayrılıklar, zorluklar, acılar, anılar burada doğup büyüyor. O yüzden kullanıyorum şiirlerimde İzmir’i. Evet. Belki bir açıdan yanlış olabilir bu. “Dağınık Şehir” isimli şiirimde şöyle bir dizem var “gözlerin İzmir yolcusu” aslına bakarsanız ben burada İzmir’i kullanmak zorundaydım. Çünkü şiiri adadığım insan o sıralar uzakta okuyordu ve bir konuşmamızda bana İzmir’ i özlediğini söylemişti. Zaten onun bu sözü söylemesi esinlendirmişti bir bakıma beni. Bir deyimimiz vardır “gözü arkada kalmak” “gözlerin İzmir yolcusu” dizesi de bu deyimin şiirsel şeklidir. Yani o şiiri adadığım bayanın bedeni, okuduğu için zorunlu bir şekilde başka bir şehirdedir ama gözleri de bir şekilde burada olmak zorundadır. İşte gözlerinin nerede olduğunu vurgulamak için imledim İzmir’i.
Üretmek nihayetinde paylaşmayı getirir. Şiir nasıl paylaşılır İlker?
Tabi ama öncelikle neyi neden ürettiğiniz de çok önemli.
Şiir doğası gereği kendisini paylaştırır zaten. Ama tabi paylaşım seçeneklerimiz vardır. Ya kitap haline dönüştürürüz ya da ideolojimize ve görüşlerimize uygun edebiyat dergilerinde şiirlerimizi yayınlatarak, şiirin paylaşım sürecini hızlandırmış oluruz.
Kitap çıkmadan, dergilerde yer almadan bir şiir paylaşımını yine de sağlar elbet. Çünkü şiir ölümsüzdür. Bugün sussa da gizlense de yarın mutlaka konuşur ve gizini atar yüzünden.
Oluşan her şiir şairini terk etmiş ve başkasına ulaştığı an artık şiir okuyanın olmuştur. Zaten bizim de yazma amaçlarımızdan biri, şiirle yalnızlaşan insanları kalabalıklaştırmak değil mi?
Şiir, ağlaya ağlaya, kanaya kanaya ve yaralana yaralana paylaşılır. Sanırım en etkili paylaşım da bu şekilde olur.
Dönüp dolaşıp seksen şiiri sorgulanıyor. Sorgulanacak şey bulamama sıkıntısı mı bu sence? Ya da neden hep yeniden seksen şiiri?
Bugünkü şiir ortamında 80’li şairlerin iktidarda olması; dergilerde ve yayınevlerinde mutfakta ilişki kurmaları; olası küçük tıkanıklarda hemen kendi dergi ve yayınevlerini kurmaları, gündemde olmalarına neden oluyor. Hangi niyetle olursa olsun; Mühür, Hece, Üçnokta… gibi dergilerin 80 şiirini tartışmaya açması biraz da bu şiiri sorgulamak içindir.
Aslına bakarsan bundan da önemlisi bu şiir anlayışının gitgide apolitikleşmesidir.
Sözün olduğu her yerde, istemeseniz de bir ideoloji vardır. Bunu yadsımak şiiri bireyci bir düzleme indirgemiştir.
Şiirin sosyolojisini göstererek değerlendirme yapanlar, bu açmaza değinmektedir zaten. 80’li yılların şiiri bu sorunları gidermeye yönelik olacaksa, bunun elbette bir yararı olacaktır. Olmalıdır da. Yoksa şiir hedonist bir araca dönüşecektir. 80’li şiir birazda bu açmazdadır.
“Şiir hayattan doğar ve hayata döner” diyerek 80’li şiiri, olumsuzlayan Veysel Çolak; biçimle içeriğin örtüştürülmemesi konusunda haklı olsa gerek. İçeriğin, biçimi belirlediği bilinen bir doğrudur. Buradan 80’li şiire bakıldığında sorun daha iyi anlaşılmaktadır.
Sözüne ettiğin tartışmalar, umarım, bu açmazı gidermeye yöneliktir. Çünkü bazı dosyalar, kapanmak için açılır. Durumu biraz da böyle görüyorum.
Sevgili İlker, Ebubekir Eroğlu, Modern Türk Şiirinin Doğası’nda “1950’li yılları önemli kılan, ortada bir şiir hareketi bulunması ve şiirin edebi bir dünyayı biçimlemiş olmasıdır.” diyordu. Bu bağlamda, 2000’li yıllar için ne söylemek istersin?
Öncelikle şunu bir açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Tarihi tam bilerek konuşulmalı diye düşünüyorum bu tip konular. Benim şiir de yeni olarak görebileceğim dönem. 1955’ den 1965’e kadar olan dönemdir. Sen de çok iyi biliyorsun ki bu dönem tam anlamıyla ikinci yeninin başladığı dönemi imler senin deyiminle tekabül eder. Şimdi Onurcum, 2000 yılların şiiri hâlâ burada sınırlı kalmıştır. Şiirin bilgisine ulaşamayan çoğu şiir çalışanı sürekli ikinci yeni ve ona benzer hareketleri kopyalayan şiirler yazmıştır. Ve bugün çıkan dergilere bakalım hâlâ da kopyalanıyordur. 2000’li yılların en önemli sorunu gitgide hayattan uzaklaşan şiirler yazılması. Biz de 2000’li yılların içinde şiir yazdığımız için çoğumuz demeliyim. İşte çoğumuz, ne yaptığını bilmeden, ustalardan okuduğu kadarıyla şiirler yazıyor. Şiir tekrardan insana dönmediği ve insana yazılmadığı sürece kan kaybetmeye devam edecektir. Bugün demin de imlediğim edebiyat dergilerini açtığımda bir şiir çalışanı olarak ben bile okurken sıkılıyorsam, beni saran ben de yeni pencereler aralayan şiirlere neredeyse hiç rastlamıyorsam halk şiirden uzaklaştı demek kanımca halka saygısızlık olur.
(Ama tam burada şunu da belirtmeliyim ki. Halkın da sorumlu olduğu yanlar var. Hiçbir halk artık şiirden anlamıyorum diyerek şiire sırt dönemez, dönmemeli. Halk da bize ayak olmalı yol göstermeli. Bu açıdan halk da sorumluluklarını yerine getirmiyor.)
İşte 2000’li yıllardaki şiir, hayatın ritmine kapılıp, insana bulaşırsa bu açmazdan kurtuluruz diye düşünüyorum. Şiir çalışanı, sokakta yatmalı gerekiyorsa, şiir için ve insan için. Ve artık şunu herkes kafasına sokmalı diye düşünüyorum nedir o? Şiirin bir bilgisi var bu bilgiyi ne yapıp ne edip öğrenmeleri gerekiyor. Şiirin bilgisi olamayacağını savunanları ben rahatçı olarak görüyorum. Zaten o tip insanların da yazdıkları ortada. Şiirin bilgisine ulaşmak ve öğrenmek benim için çok önemliydi. Şimdi tam anlamıyla olmasa bile ne yazdığımı bilmemi sağlayacak kadar olan bilgiyi aldım. Bu sayede ne yazdığımı biliyorum ve ne yazamadığımı da bu bana ayrı bir güven ve ayrı bir sevinç veriyor. Ama şunu da atlamamam gerekiyor daha çok ama çok eksiğim var.
Neruda, Pushkin’in, bir düelloda ölümüne atıfta bulunarak, “Dünya şiiri hâlâ, buradan kanamaktadır.”demişti. Dünya şiiri sence nereden kanıyor İlker?
Öncelikle o kuşkuyu belirtelim acaba Pablo Neruda böyle bir şey der mi? Böyle diyorum, çünkü Neruda’nın bu sözü nerde ve hangi bağlamda söylediğini anımsamıyorum. Bildiğim o ki, bütün Şili’yi adım adım dolaşarak, o toprakların gizlediği uygarlıkların, Asteklerin peşine düşen Neruda, şiiri bireyle sınırlamanın ötesinde şiiri kültürel bir mozaik olarak görür. Onun büyüklüğü de buradan gelir. Bu genişlikte bakıldığında şiir, Pushkin’in düelloda aldığı kurşun yarasından sızan kanla başlayabilir. Bireysel anlamda önemli bir açılım da olabilir bu. Ama Neruda’nın Şili’sinde 1973’de Pinoşe’nin Amerikan destekli faşist diktatörlüğü ile başlayan büyük kanama şiire daha uygun geliyor bana. Bugün şiir, emperyalizmin “demir ökçe”si altında ezilen uluslarda kanamaktadır. Gene üretim ilişkilerinin alabildiğine dengesiz işletildiği, emeğin geçersiz kılındığı bireysel ve toplumsal özgürlüklerin yok sayıldığı yer neresiyse, şiir oradan kanamalıdır. Günümüz şiirinde bu var mı diye sorarsan ne yazık ki yok demek durumundayım.
Şunu da vurgulamak isterim ki henüz benim de eğildiğim konular değil bunlar, kendimi hazır duyumsadığımda, o dili kurduğumda yazmak istediğim şiir o amaçla olacaktır. O dili kurduğumda dedim. Arınma Mevsimi adlı şiirimde; “Toprağı eşeledikçe kemik/ Gözlerim suç içinde/ Hangi ırmak kabul eder beni arıtmayı” işte bu dizeleri yazdığımda, soykırımları, toplu katliamları anlatmak istemiş, bunu karşılamak için de demin de yazdığım “Toprağı eşeledikçe kemik” dizesini kurmuştum. Sanıyorum, bu dize amacımı tam karşılamıyor. Evet. Dünyada kanayan yerler belli, işte bu kanamanın dilini bulmaktan söz ediyorum. Bir şiir çalışanı sorumluluğuyla...
Aşk mı şiirin, şiir mi aşkın atasıdır?
İkisi de birbirinin atası değildir. İkisinin de atası “hayat”tır. Eğer aşk mı şiirle var, şiir mi aşkla diye sorsaydın o zaman cevap değişik olabilirdi. Bir başka söyleşiye artık…
Samimiyet şiirin yüzde kaçına tekabül eder? Evrendeki, samimiyet yüzdesi “epey” olan şairler kimler senin için? Sadece samimi oldukları için mi şairler?
Samimiyet sözcüğünden öte içtenlik sözcüğü şiir adına daha verimli bir kullanımmış gibi geliyor bana. İçtenlik bir şiirin tamamını karşılamalı diye düşünüyorum. En az Monteigne kadar içten olmalıdır şair. Monteigne’nin denemeleri yayına hazırlanırken, yayın editörü kitapta bir sürü dil hataları görür. Ve dili iyi bilen birine bu hataları düzeltmesini söyler. Monteigne bu durumu sezer ve hemen müdahale eder. “Onlar benim hatalarım, eğer siz düzeltirseniz benim kitabımı okuyanlar Monteigne bak, dili ne kadar da iyi biliyormuş diyecek. Ama ben hatalarımla beni okumalarını istiyorum.” Der. İşte ben de bu içtenlikten söz ediyorum.
İçten olan şairler zaten yüzdesi “epey” olandır. Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar, Bertolt Brecht, Pablo Neruda, Octavio Paz, Ortega Gasset, Aragon, Paul Eluard, Nâzım Hikmet, Arif Damar, Melih Cevdet Anday vs…
Sadece samimi oldukları için şair değiller elbet. Politik görüşleri ve dünyaya bakış açıları da şair kılmıştır bu ustaları diye düşünüyorum.
Şiirde çırak ustasının nesi olur?
Şiir gibi çoğu görüşlerin çatıştığı bir sanatta, ustalık ve çıraklık ilişkileri de her şey gibi tartışılmaya yeniden başladı. Sanki hiçbir şiir çalışanı çıraklık döneminden geçmemiş gibi bir hava sezinleniyor edebiyat dünyasında… Ben aksini düşünüyorum. Çıraklık önemlidir ama ustanın kim olduğuna bağlı. Şiirimizde bugün hala kabul gören önemli şairlerin, çıraklık eğitiminden geçerek bu günlere geldiği bilinen bir şey… Abdülkadir Budak’ın bu konu hakkında ki bir yazısını okumuştum Varlık Dergisinde. (Aralık 2001) Ve o yazıda kurduğu bir cümle senin soruna da iyi bir yanıt oluyor aslına bakarsan; “Usta, en kısa zamanda terk edilmesi gereken bir rehberdir” yargısına ulaşıyor Sevgili Budak.
Bundan üç yıl önce şiir öğretmenim Veysel Çolak, benimle Eski Dergisinde söyleşmişti. “Türk şiirinde burç oluşturmuş, insanı, hayatı etkilemiş, bu anlamda sevdiğiniz, etkilendiğiniz şairlerin gücünü neye bağlıyorsunuz?” diye bir soru sordu. Ben de “yeni çıkan her şaire bir burç bulmak gerekirse ben Turgut Uyar burcundanım. Çünkü, bir şiir burcu oluşturmak için, şiir burcunuzun ne olduğunu bilmeniz gerekir” diye cevapladım. Evet. Buradan devem etmem gerekirse öncelikle bu zamana kadar şiir burcumun ne olduğunun farkına varılmasının ötesine geçtim diyebilirim. O üç yıllık süreçte, Turgut Uyar poetikasının üzerinden gittim.
Benim şiiri ilk olarak anladığım ustam Mahzun Doğan’dır. O olmasaydı sanırım bırak bu söyleşiyi aldığım çoğu ödülün bir anlamı olmazdı diye düşünüyorum. Daha doğrusu sen beni tanımaz ben de seni tanımazdım. Bana şiiri kavratan ustam ise sevgili Veysel Çolak’tır. Onun şiir atölyesinde yaklaşık 5 yıldır şiir eğitimi görüyoruz. Kendi şiirinden uzak tutarak bir eğitim sistemi geliştirmesine ve bize de bunu uygulamasına karşın, insanlar rahatlıkla içtensiz davranarak, Veysel Çolak o atölyede kendine benzeyen insanlar yetiştiriyor yargısında bulunabiliyorlar. Ve şunun altını çizmek isterim. Sevgili Veysel Çolak için şiiri kavradığım ustam dedim. Kendi şiirimin kaynağına gelince buradaki ustam kesinlikle Turgut Uyar’dır.
Ben ustalarımı açıkladım. Zamanı geldiğinde ustalarım açıklasın onların nesi olduğumu?
Son olarak; sen şiiri nereye taşıyacaksın?
Bir gün etrafımda neler olup bitiyor anlamak istedim. Öncelikle insana baktım. Sonra kendi hayatıma, bir de dışarıdaki hayata baktım. Sonra müthiş bir yüzleşmeye tanık oldum. Şiir, kimsenin umurunda değil. Ama geçmişi duyuyoruz ve biliyoruz. Şiirin geçmişte nasıl umurda olan bir sanat olduğunu biliyoruz. Şiirin insana ve topluma olan katkısını da biliyoruz. İşte şimdiye döndüğümde bu yüzleşme beni inanılmaz burkuyor. Ne oldu da insanlar bu kadar şiirden uzaklaştı. Sanırım ilk buradan başlamak gerekiyor şiire yeniden soyunmak için.
Sana bir şey söyleyeyim mi? Ben şiiri bir yere değil, her yere taşıyacağım. İnsanlara kuşlarla sevişmenin ne demek olduğunu birinin anımsatması gerek. Bir kuşla öpüşürken o menekşe kokan ağızlar için parklarda nasıl dünya yıkanır, bunların da birinin insanlara anımsatması gerek. Bunları yapmak için buradayım zaten. Yapmam gereken sadece, zamanın çarkına geçirmek şiirimin dişlerini… Evet. Uzaktan bakınca bunlar güzel bir ütopya diyebilir insanlar. Ama inan Onur öyle yakınım ki bu dediklerime. Gün gelecek bana dokunan, şiire karışacak.
Şimdi sen söyle sevgili kardeşim, söylediklerimi gerçekleştirirsem, şiir mi beni taşır, yoksa ben mi şiiri?
Teşekkürler kardeşim. Mümkün olan en uzak geleceğe kadar dostlukla!
Alaz Edebiyat Dergisi Sayı:4