- 1006 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
bir fincan aşk
Her akşam fabrikadan eve dönerken, tüm gün ayakta durmaktan şişmiş ayaklarnın acısına aldırmadan, yolunu uzatıp biraz daha yorulmak pahasına da olsa, çeyiz eşyaları satan o dükkânın vitrininin önünde durup uzun uzun seyrederdi içeriyi.
Kırmızı bir tabelâda dükkânın ismi yazıyordu. Tabelânın etrafında akşam karanlığında da göze çarpmasını sağlayan sarı ışıklar vardı. Karanlıkta albenisi artardı dükkânın. Zira ister istemez takılırdı insanın gözleri ışıklar arasındaki o isme:
"Yuva Çeyiz..."
Vitrine, evlenecek bir çifte gerekli olan eşyaların en gösterişli olanlarından dizilmişti. Bembeyaz ve ihtişamlı elektronik eşyalar, çiçeklerin en güzelleriyle bezenmiş, pahalılığı bir camın ardından dahi anlaşılabilen yemek takımları, rengarenk perdeler, battaniyeler...
Hayran hayran seyrederdi Oya, bir camın ardındaki o ulaşılmaz dünyayı.
Bilirdi; gözlerine dolan o ışıklı dünyanın aydınlığına sahip olmaya haftalığından eline kalan birkaç kuruş yetmezdi. Astarı yırtılmış, çıtçıtı kapanmaz olmuş, soluk renkli cüzdanındaki parayla, o aydınlık eşyaların arasında uçurumlar vardı.
Gerçi gönlünü ne o elektronik eşyalara, ne göz kamaştıran renklerdeki perdelere vermişti. "Ah benim olsaydı..." diye içinden geçirdiği, kocaman eşaların ardına sıkışıp kalmış gösterişsiz bir fincan takımıydı.
Bir defasında cesaretini toplayıp dükkândan içeri girmiş, yakından bakmıştı o fincan takımlarına.
"Menekşe gözlü kızım" derdi annesi Oya’ ya. Fincanların üzerinde de gözbebeklerine rengini emanet etmiş küçük menekşeler vardı ve herbiri Oya’ nın gözlerinin rengine boyanmıştı.
Öyle sıcak, öyle güzel, öyle hassas...
Hoyratça dokunulsa Oya’ nın gözlerine, menekşe rengi yerini siyaha bırakacak ve bir daha o gözlere hiç güneş doğmayacak, hiç bahar gelmeyecekti.
Hoyratça dokunulsa bir fincana desen kılınmış menekşelere, dağılıp gidecekler sanki, geri dönülmez bir yerlere; ıpıssız bırakarak bir fincan takımını.
Avuçlarında bir serçe yavrusu tutar gibi dokunmuştu Oya onlara; annesinin kirpiklerinde asılı kalmış bir damla gözyaşını, annesini incitmeden siler gibi.
Gözlerini bir fincanın üzerindeki menekşelere dalmışken gönlünden Ali geçti.
"Ali" dedi. "Ali’ m..."
"Ah şu fincanlar benim olsa. olsa da beni istemeye geldiğin gün -daha çok gönlümdeki ateşte pişmiş olan- kahve, menekşelerle bezenmiş fincanlarda dudaklarına dokunsa..."
"Anne" demişti Oya birgün; "haftalığımdan birkaç lira ayırsam da o fincan takımını alsam olmaz mı?"
"Ah kızım, ah menekşe gözlü Oya’ m" demişti kadın; "bilmez misin ki bir ay kirayı geciktirsek ev sahibi burnumuzdan getirir, bilmez misin ki faturalar geleceği günü şaşırmaz, bilmez misin ki kardeşin okula gider."
Bir fısıltı halinde dökülmeye devam etti cümleler dudaklarından;
"Bilmez misin ki baban hastadır. Evimizde herkes senin eline bakmaktadır. İstemez miyim telli duvaklı gelin edeyim seni, istemez miyim gül kokulu sandıklarda saklayayım bir genç kızın yüreğini gülümsetecek ne varsa çeyiz namına."
"Anladım anne" dedi. "Ben anladım da gönlüm ister ki, sevdiğime ğişireceğim ilk kahveyi, ona gözlerimi anımsatacak bir fincanda ikrâm edeyim."
*********
Ertesi ve daha ertesi günlerde şişen ayaklarının acısına aldırmadan, gecenin geç saatlerine kadar çalıştı Oya. Fazla çalışmasının karşılığı olan birkaç lirayla, hayalini kurduğu fincan takımını alabilecekti.
Eve geldiği saatlerde, ev ahalisi çoktan uyumuş oluyordu. Üzerindeki giysileri çıkarmaya bile mecali kkalmamış bir hâlde, ayaklarında dayanılmaz ağrılar, gönlünde bir fincan takımın hayaliyle uykuya dalıyordu. Daha o, uykusunun tadına bir nebze olsun varamadan güneş doğmu ve yeniden yollara düşme vakti gelmiş oluyordu.
*********
Beraber büyümüşlerdi Ali’ yle. Başlangıçtaki çocukça bağlılık, seneler geçtikçe yerini aşka bırakmıştı. Avuçlarının, avuçlarının terlediği ilk erkekti Ali ve son olmasını umduğu. O akşam sımsıkı tutmuştu Ali’ nin ellerini. Avcundaki kader çizgisi, Ali’ nin avcundaki kader çizgisiyle birleşsin istemişti.
Yazgısı Ali olsun ve Ali’ nin yazgısı Oya...
*********
Babası hastalanıp dayatağa düşünce, bir daha ayağa kalkamayacağını öğrendiği gün Ali’ ye koşmuştu. Kollarına bırakıvermişti kendini. Saatlerce tek kelime etmeden öylece durmuşlardı. Saatlerce Ali’ nin kokusunu çekmişti içine. Ruhunu, ruhundaki yaralara merhem bellemişti. Saatler sonra;
"Ali" demişti; "n’ olur sev beni, n’ olur beni gittiğin her yere götürecek kadar sev..."
"Söz..." demişti Ali, "gittiğim yer neresi olursa olsun birlikte gideceğiz."
*********
o haftanın sonunda, elinde haftalığının dışında biraz daha para kalmıştı. Heyecanla koştu Yuva Çeyiz’ e.
"Ben" dedi, " şu fincan takımını almak istiyorum."
"Tabi" dedi satıcı kız, "sanırım çeyiziniz için alıyorsunuz."
"Evet; hem çeyizim olacak hem de aşık olduğum adam beni istemeye geldiği akşam, bu fincan takımıyla ona kahve ikrâm edeceğim."
"Öyleyse çok daha gösterişli takımlarımız var, onları öneririm size."
"Hayır, hayır; kesinlikle bu takımı istiyorum."
"Ama bunlar çok sade" dedi satıcı kız, diğer fincan takımlarna doğru yürürken. "Bakın bu takımlarımızın üzerindeki çiçek desenleri daha parlak. Sizin beğendiğiniz takımın üzerindeki menekşe desenleri, bunların yanında soluk kalıyor."
"Olsun, ben o takımı istiyorum."
"Peki" dedi kız, ısrar etmenin yersizliğini anlayarak. Fincan takımını paketledi ve Oya’ nın ellerine bıraktı. Sımsıkı tuttu Oya elindeki paketi.
"Artık benim" diye geçirdi içinden; benim ve Ali’ nin.
Ayaklarının ağrısı çoktan dinmişti.
*********
Heyecanla girdi Oya eve.
"Hayırdır" dedi annesi, " bu ne neşe?"
"Anne bak ne aldım?"
Dokunmaya kıyamaz bir halet-i ruhiye içerisinde paketinden çıkarıp gösterdi annesine fincan takımını.
"Güle güle kullan kızım" dedi kadın. Canı gönülden ortak olmuştu kızının mutluluğuna.
*********
Dışarı çıktı Oya, Ali’ ye koştu.
"Ali aldım, sonunda aldım."
Gülümsedi Ali, neden bahsettiğini anlamıştı.
"O fincan takımını mı?"
"Evet, artık beni istemeye gelebilirsin."
"Dur önce bir nefes al."
Gülümsesi Oya.
"Görmen lâzım Ali, tıpkı gözlerimin renginden fincanların üzerindeki menekşelerin rengi. Dudaklarına değecek onlar. Gözlerimin rengini dudaklarına emanet edeceğim."
"Ben de" dedi Ali, "ben de emanetini baştacı edeceğim. Hem benim de sana bir sürprizim var."
Elini cebine doğru götürdü Ali, iki yüzük çıkardı cebinden.
"Bak hazır artık yüzüklerimiz."
Konuşamadı Oya, uzun zamandır böylesine mutlu olmamıştı. Sarıldı Ali’ ye. Sonra sımsıkı tuttu Ali’ nin ellerini. Avuçlarındaki yazgıyı Ali’ nin avcundaki yazgıya sakladı.
Yazgın olayım Ali ve yazgım olasın.
*********
O sabah yeni doğan güne gözlerini gülümseyrek açtı. Yüreği bir kelebek gibiydi. Soğuk bir kışla mücadele edip de aydınlık bir bahar gününe kavuşmuş olmanın sevinciyle uçuyordu yüreği göğsünde. En güzel elbisesini giyindi. Saçlarını taradı, kirpiklerini rimelledi, yanaklarına ve dudaklarına pembenin en masum tınundan birer parça kondurdu. Aynadaki aksine gülümsedi.
*********
Kapının zili çalar çalmaz fırladı yerinden. Aşk bellediği adamdı kapının öte yanındaki. Lâkin kapıyı açınca Ali’ nin anne, baba ve ablasını buldu karşısında. İçeriye buyur etti onları pembe pembe gülümseyerek. Misafirler Oya’ nın anne babasıyla tokalaşırken, Oya da odanın kapısının dışında heyecanla bekliyordu.
"Ali" diyorlardı, "Oya’ nın gözlerinin renginde menekşe bulacağım" diye tutturdu. "Aşık işte, lâf da anlamıyor. Başka çiçek olmazmış. Gerçi çoktan bulmuştur, tâ sabahtan çıkmıştı, gelmek üzeredir."
*********
Mutfağa geçti Oya, kahveyi ,şekeri, suyu yerlerinden aldı. Cezveyi indirdi raftan. Nasıl olsa Ali gelmek üzereydi, bu yüzden kahveleri yapmaya başlamasının bir sakıncası yoktu.
Kahve köpük köpük olunca doldurdu fincanların içine. Şimdi altı yeni fincanın herbiri, aşkla pişirilmiş köpük köpük kahveyi misafir ediyordu.
"Nerde kaldın Ali" diye geçirdi Oya içinden; " kahveler soğuyacak."
Yarım saat sonra hâlâ gelmemişti Ali. Kahveleri lavaboya döküp yeni baştan yapmaya başladı.
Aradan iki saat geçmiş ve Oya dört defa daha kahve yapmıştı. "Of Ali" diyordu kendi kendine, "şart mıydı sanki menekşe alman..."
Kızıyordu Ali’ ye. Bu mutlu günlerinde onu bu denli bekletmesi öfkelendirmişti Oya’ yı.
Yedinci kez kahve yapmıştı ki, kahveleri fincanlara doldurduğu esnada kapının çaldığını işitti Oya. "Ah Ali, sonunda teşrif edebildin" diye kendi kendine söylenerek fincanlarla dolu tepsiyi eline aldı. Annesi kapıyı açarken o da kahveleri ikrâm etmeye başlayacaktı. Elinde tepsi, annesinin açtığı kapının önünden geçerken, kapıdakinin Ali değil mahallenin çocuklarından biri olduğunu gördü. Nefes nefese kalmıştı çocuk.
"Oya Abla" dedi, "sizin sokakta araba çarptı Ali Ağabey’e. Nefes alamıyor, heryeri kan içinde."
Kollarının dermanı kesildi Oya’ nın, altı fincan kahve ile dolu tepsi ellerinin arasından kaydı. Altı fincanın altısı da tuzla buz olmuştu.
Zeminin üzerinden kimsesiz menekşe cesetleri...
*********
Koştu Oya.
Madem nefes alamıyordu Ali, onunla nefesini paylaşmaya koştu. Madem kan içinde kalmıştı Ali, kendi damarlarında akan kan ne güne duruyordu. Aşk bellediği adamla paylaşmadıktan sonra, damarlarındaki kan, Oya’ ya can değil, ızdırap olurdu ancak.
Koştu Oya.
Ali’ yle dolu çocukluğu geçti gönlünden. Birlikte büyümeleri... Ali’ nin sözleri, gülüşleri geçti. Ali’ nin avuçlarında avuçlarının terleyişi geçti. Ruhundaki yangınların, Ali’ nin göğsünde gül bahçesine dönüştüğü anlar geçti.
Koştu Oya.
Ali’ nin yanına ulaştığında ambulans gelmişti, doktorlar Ali’ ye müdahale ediyorlardı. Bir sürü insan vardı Ali’ nin etrafında; bir sürü ağız, bir sürü ses, bir sürü gürültü... İnsanı boğan bir kargaşa...
Omuzunu sarsan bir doktor, " yakını mısınız" diye sordu.
Kekeleyerek "evet" dedi Oya.
"Öldü" dedi doktor.
Nasıl da kayıtsız, donuk bir sesle söylenmişti bu tek kelimelik, salt yüklemden ibaret, gizli öznesi "Ali" olan bu cümle.
"Öldü..."
Kaldırım taşına oturdu Oya. Gözleri Ali’ nin kanlar içinde kalmış ellerinden fırlamış bir demet menekşede takılı kaldı.
Ali gitmişti.
Ali, ardında bir demet menekşe ölüsü bırakıp gitmişti.
Ali gitmişti; lâkin söznü tutmamıştı, gittiği yere Oya’ yı götürmemişti.