- 2010 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
VUSLAT (Aşk-ı Melik & Ecrin)
“Akşam vakti dolaştım sokaklarda,
Yırtık bir afiş, seni gördüm duvarda.”
Duyduğu müziğin ahengiyle ilerliyordu. Araba gürültülerine, trafiğe aldırmadan yola atmıştı kendini. İçindeki vehimler onu boğuyordu. Her dakika aklında olan tek bir soru vardı: “Neden?” Son günlerde bu soru beynini işgal etmişti. Apansız aklına geliyor, çıkmak bilmiyordu. Her şeyi sorgular olmuştu bu soruyla. “Neden?” Bir cevabı da yoktu. Belki kendi içindeydi cevabı. Her şey gibi onu da kendisinin bulması gerekiyordu; ama yok bu başka bir şey. Anlamayacak, anlatılamayacak, anlaşılamayacak bir şey... Ne zaman başlamıştı bu? Her şeyi baştan düşünüyordu şimdi. Olayları başa sardı.
Son zamanlarda hep yaptığı gibi gözlerini kaçırıyordu. “Ama neden?” dedi kendi kendine. Cevap bu kez kendine bağlı değildi. Her şey onda gizliydi. Karşısında sıkılan kıza söyledi bunu:
— Her şey sende gizli!
Kız anlamsız bir şekilde gülümsedi. Bunu bir iltifat olarak algılamıştı; ama bu, fırtına öncesi sessizliğe benziyordu. O sözden sonra da bir süre sustular. Melik susuyordu, sıkılıyordu. Belki ilk defa, belki bu aralar süregelen bir şeydi bu; ama yokluğunda en çok istediği şey onu görebilmekti. Hep onun ismini sayıklardı:
— Ecrin...
Bütün defterlerinde onun adı karalıydı.
— Ama neden? Şimdi bu sıkkınlık neden?
Bir atak yapmak istercesine kızın eline uzandı. Her şeyi unutmak, kendini soyutlamak
istercesine... Uçurumdan düşüp de kuru bir dala tutunmak gibi bir şeydi bu ve dal kırıldı. Ecrin yavaşça çekti elini.
Elinde bir şey saklıyormuşçasına, tutmaktan korkarcasına bir çekişti bu. Melik şaşırdı. Bu hareketinin sebebi utangaçlık olamazdı. Daha önce de tutmuştu elini. Peki ya o söyledikleri:
— Elime dokununca bile varlığımı kaybediyorum.
Peki bu söz? Buna benzer tüm sözler? “Söz gelip geçici.” dedi kendi kendine. “Ya o bakışlar?”
Gözlerini kızın gözlerine odakladı. Ecrin yine kaçırdı gözlerini. Melik emreder bir sesle konuştu:
— Ecrin!
Kız ürkek bakışlarını Melik’e dikti. Bu kez Melik kaçırmak istiyordu bakışlarını. Hemen toparlandı. Bakışlarını sertleştirdi, kaşlarını çattı:
— Neden elini çekişin, sıkılganlığın, tüm bu hareketlerin neden?
Kız cevap vermedi. Melik sesini yükseltti:
— Neden?
Yine cevap yoktu; ancak bakışlarından bir şeyler seziyordu Melik. Bir boşluk vardı.
— Bitti mi? diyebildi sonunda
Ecrin de bunu bekliyormuş gibi “Bilmiyorum.”dedi
Melik her şeyi anlamıştı. Yoktu artık, kaybetmişti onu.
— Evet, buraya kadarmış, dedi ve ayağa kalktı. Nemlenen gözlerini göstermek
istemiyordu. Aniden arkasını dönerek son kez süzdü kızı. Arkasını döndü ve masadan uzaklaştı.
İşte böyle başlamıştı her şey. İçindeki boşluk, gönlündeki kırıklık, bu olayla
patlak vermişti. Onu boğuyordu şimdi. Sanki hazır bekliyormuşçasına aniden, çepeçevre sarmıştı onu. Tıpkı bir ahtapot gibi… Kollarını boğazında hissediyor, yutkunamıyordu.
Şimdi her şey anlamsızdı. Bu bulutlar, yapraklar, insanlar… Herkes bir yerlere koşturuyordu. Amaçsız, sebepsiz anlık maceralar... Yine sordu kendine:
— Neden?
Fark etmemişti bu kez, isteyerek olmamıştı. Hiç aklında yokken dudaklarından dökülüvermişti: “Neden?”
Montunu koltuğunun altına alarak bir banka oturdu. Bank yalnız, deniz kenarında dalgaları izliyordu. Evet yalnız. “Tıpkı benim gibi!” dedi kendi kendine.
Dalgalar üstüne geliyor, sonra eli boş olarak geri çekiliyordu. Anlamsızdı bu da. Bulutlara baktı. “Boş!” Yanındaki ağaçtan süzülerek düşen bir yaprağı izledi. “Boş!”
Gök gürlemeye başlamıştı. Bulutlar git gide kararıyordu. Sonbaharı çok severdi; ama bu sevgi, hüzünle karışıktı. Dile gelmez bir şeydi bu. Canı acıyor; ama bu acıdan bile hoşlanıyordu. Bir şalgam suyu içmek gibi... Acı onu yakıyordu; ama vazgeçemiyordu sevgisinden. Duraksadı. Nereden gelmişti tüm bunlara? Şalgam, sonbahar, ayrılık, Ecrin, ihanet...
Son söz içini yakmıştı. İhanet miydi bu? “Bilmiyorum” demişti; ama artık tamamen anlaşılıyordu, bitmişti. Öyle olmasa “Hayır yanlış anladın.” deyip sarılmaz mıydı? Ne güzel olurdu. O zaman, işte o zaman unuturdu her şeyi. Aşk, ihanet, nefret...“Bir bakışa, bir sarılışa!..”
Eli cebine gitti. Paketinden bir sigara çıkarıp yaktı. Her içine çekişinde bir acı, bir nefret; nefesi dışarı verişinde onlardan kurtulma vardı sanki. Yarısına kadar içti. Sonra söndürüp pakete koydu. Bu, alışkanlık olmuştu onda. Ecrin istemiyordu sigara içmesini. “Bırak.” demişti kaç defa; ama olmuyordu işte. Ona diyemiyordu “Sebebi sensin.” diye. Şakaya getirip söylemişti bir keresinde. Kız da bunu bekliyormuş gibi “İşte ben yanındayım.”demişti. Evet, yanındaydı; ama sadece bedeni… Paketi tekrar çıkardı. O yarım kalan sigarayı yakarken de o anı düşündü, Ecrin istemişti bunu.“En azından azaltabilirsin” demişti. O da öyle yapmıştı. Hep yarım, günde en fazla bir tane içiyordu. Tekrar içmeye başladı. İnadına yapıyordu bunu. “İşte! Bak sen istedin, ben yapmıyorum!” dercesine çekiyordu zehri içine; ama kafası zaten dumanlıyken bu dumanı almak nedendi? İşte yine o kelime “Neden?” O kaçtıkça bu kelime kovalıyordu onu. Tam başka şeylere daldım derken yine, yine!
Bulutlar birbirleriyle iyice kaynaşmıştı. Şimşek çakıyordu. Ardından gök gürültüsü... Bunu düşündü: Neden?
Evet! Cevabını ilkokul öğretmeni vermişti yıllar önce:
— Işık, sesten daha hızlı yayıldığı için bulutların çarpışması sonucu, önce şimşek
çakmasını görürüz. Sesi daha sonra duyarız.
İşte, bir sebebi vardı. Ardından bir yağmur damlası düştü yanağına. Üstünde durmadı bunun. Yerde bir gazete parçasına takıldı gözleri.
“Havaların soğumasıyla insanlar evlerine kapandı. Kış, kendini iyiden iyiye
hissettirmeye başladı.” diyordu.
Ani bir hareketle yerinden doğruldu. Aradığı bir şeyi bulmuşçasına gözleri gülüyordu.
— Neden? dedi bir daha ve tekrar “Neden?”Anlıyordu yavaş yavaş, bir sebebi
vardı her şeyin. Evet, önce şimşek çakması görünüyordu. Çünkü ışık sesten hızlıydı. Dalgalar üstüne geliyor ve geri çekiliyordu. Çünkü Ay’ın hareketleriyle gel-git oluşuyordu. Rüzgâr esiyor, bulutlar kararıyor, hava nem kokuyordu. Çünkü yağmur yağacaktı. İşte yağıyordu da!
Aniden bastıran yağmurla insanlar sokakta koşturmaya başlamıştı. Kimisi sabah yanına şemsiye almış, kimisi hazırlıksız yakalanmıştı. Melik de hazırlıksız yakalananlardandı; ama aldırmıyordu buna. Aksine hoşlanıyordu bundan. Yağmuru severdi. Bütün kötülükleri, yükleri üstünden atıyordu yağmur, temizliyordu onu.
Tekrar düşüncelere daldı. Evet, her şeyin bir sebebi vardı: gel-git, yağmur, şimşek, yaprak, sonbahar... Peki Ecrin? Bunun sebebi neydi? O neden ayrılmıştı? Geriye tek bu kalıyordu. Beyni zonkluyordu üç gündür bunları düşünmekten. Montunu alarak ayağa kalktı. Son kez bakıyormuşçasına denize baktı ve arkasını dönüp oradan uzaklaştı. Arkasından ağlayan yalnızca bulutlardı.
* *
*
— Ecrin sen misin? Ecrin! Nereye gidiyorsun? Bekle!
Ecrin uzaklaşıyordu. Melik koştu, yetişmeye çalıştı; ama nafile... O yaklaştıkça kız gözden kayboluyordu.
— Melik! Yardım et!
Duyduğu çığlıkla beyninden vurulmuşa dönmüştü. Biraz daha ilerledi. Önünde, sonu görünmeyen bir uçurum vardı. Her yeri sis kaplamıştı. Dalga sesleri geliyordu kulağına. Ardından bir çığlık daha:
— Meliiiiiik!
Melik koşmaya başladı. Uçurumun ucuna geldi. Aşağıyı göremiyordu. Bir adım daha atsa o karanlığa düşecekti. Başını aşağı eğdi. Gözbebekleri yerinden fırlayacakmışçasına büyüdü. Ayaklarını hissetmez oldu. Gördüğü manzara karşısında titriyordu.
— Meliiiiiik!
Ecrin bir dala tutunmuş, düşmemek için direniyordu. O sonsuz uçurumda kuru bir dala emanet etmişti kendini. Bir anda kayalar inlemeye başladı:
— Ecriiiiiiin!
Bu kez Melik’ti çığlığı koparan. Önünü görmeden bir adım daha attı. Ayağının ucundan bir taş aşağı düştü. Uzaklaştı, uzaklaştı ve görünmez oldu. Melik daha öteye gidemedi.
Ecrin çaresiz bir şekilde çırpınıyor, yardım bekliyordu. Çok da aşağıda değildi. Melik olduğu yere yüz üstü kapandı ve uzattı elini.
— Ecrin! Tut elimi!
Aniden sıçradı. Alnından sicim gibi ter akıyordu. Her şey bir anda kaybolmuştu. “Ecrin!” dedi. Elini, ayağını yokladı. Sonra derin bir “Oh!” çekti.
— Kâbusmuş! diyebildi.
Gözleri doluyor, kalbi hızla çarpıyordu. Nefesi sıklaşmıştı. Hemen telefona sarıldı. Ecrin’le konuşmak; en azından sesini duymak istiyordu. Gizli numaradan Ecrin’i aradı. Telefon çaldı, çaldı… Üçüncü çalmada duyulan karşıdaki ses, Melik’in kulağını deliyordu. Oradan süzülüp kalbine, derinlere işliyordu.
— Kimsiniz? Kimi aradınız? Cevap versene!
Melik daha fazla dayanamadı ve telefonu kapattı. Gözlerindeki nem, doyum noktasına ulaşmıştı. Şimdi bir yağmur damlası gibi yanağından süzülüyordu.
Telefonu yatağa attı, gözlerini kuruladı. İçeriden bağlama sesi geliyordu. Toparlandı ve salona geçti. Babası, babasından kalma sazıyla bir türkü işliyordu gönüllere. Melik karşısına diz çöktü ve aman dileyen gözlerle babasına baktı. Karşılık alamayınca türküye verdi kendini. Ne de güzel söylüyordu babası. Hele sözler! Ne kadar da kendini anlatıyordu.
“ Bana kısmet değil dizinde yatmak
Dizinde yatıp da yüzüne bakmak…”
Gözleri, sazın dalgalanan telleri arasında dalmış, gitmişti. Nemleniyor, babasına acziyetini göstermemek için de yüzü renkten renge giriyordu.
“ Bir kara kaşın bir kara gözün
Değer dünya halına...”
Türkü bitmişti. Babası sazı öptü ve doğrularak duvara astı. Melik’e döndü. Gözleriyle başını okşadı.
Melik, bundan da cesaret alarak babasının yanına oturdu ve anlatmakta kararsız olduğu rüyayı aktarmaya koyuldu. Baştan sona anlattı ve bir tabir beklemeye başladı.
Babası, Yusuf Bey, oldukça kültürlü biriydi ve tam bir Türk Halk Müziği üstadıydı. Ne zaman boş kalsa sazını eline alır, önce akordunu kurcalar, sonra da bir türküye başlardı. Melik de tam aksine gitardan hoşlanır, daha çok rock dinlerdi. Bazen odasına çekilir, gitarını alır ve dünyayla bağlarını koparırdı. Babası gitara önce karşı çıkmış, sonra onu kırmamak için almıştı.
Yusuf Bey, oğluna dönerek söze başladı:
— Ecrin’e dikkat et evladım. O, kötü bir yolda. Senin de gördüğün gibi bu yolun
sonu uçurum; ama ne olursa olsun sen yanından ayrılma. O uzattığın eli de hiç çekme. Ecrin temiz kız, kötülüklerden bîhaber. Aklını çelmek, ayağını kaydırmak isteyenler olacaktır. İşte o anda tutacak olan da sensin.
Melik, başı önünde, yanakları kızarmış dinliyordu. Babası, Ecrin’i küçüklüğünden beri tanır, çok severdi. Melik’le ilişkisini de -nasılsa- öğrenmiş, birkaç lakırdıyla takılmıştı oğluna. Daha sonra Melik, ne zaman başı sıkışsa babasına danışır oldu. Her seferinde kararsız kalıyor, sonunda anlatıyor ve başı önünde babasını dinliyordu. Bu sefer eksik anlatmıştı derdini. Yusuf Bey, ayrılıktan habersizdi. Aslında ortada ayrılık da yoktu. Melik sinirlenmiş ve oradan ayrılmıştı. Tabii bunlar sadece kendini avutmak içindi. Son zamanlarda sezdiği şey doğru çıkmış ve düğüm çözülmüştü. Ne çözülmeydi ki şimdi her şey kördüğümdü!
* *
*
— Alo, Sibel sen misin? Evet ayrıldık. Yok, üzgün değilim; aksine üstümden bir
yük kalkmış gibi... Telefonda olmaz, dışarı çıkınca anlatırım sana. Tamam canım, sen kızlara söyle çıkalım. Bayyy...
Telefonu kapattı ve kendini koltuğa attı. Ayrılığın dördüncü günü de monoton geçiyordu Ecrin için. Dört gündür özgürlüğe kavuşmuş gibi davranıyordu. Sibel’in verdiği haplardan da alıyordu gönlünce. Biraz başını döndürüyordu önceleri. İlk zamanlar verdiği mide bulantısı da geçmişti. Bunun yanında, gönlünce eğleniyor, akşama kadar internette geziyor, tanıdık tanımadık pek çok erkekle muhabbet kuruyordu. Yine de sıkılıyor, özellikle geceler durgun geçiyordu. Aslında geceden korkuyordu ve bunun sebebi de Melik’ti. Başını yastığa koyduğunda onu yine sorguluyor; “Çok geziyorsun Ecrin! Tanımadıklarınla konuşmak da ne? Seni tanıyamıyorum!” diyordu. Gözlerini kapayana dek bu böyle sürüp gidiyordu. Nasıl anlatsaydı ki? Öyle mutlu oluyor, huzur doluyordu ki Melik’le... Bozmaktan korkardı onunla güzel zamanlarını. Babası, annesinin ölümünden beri öyle değişmişti ki. Odasının kapısını açıp “Nasılsın?” bile demiyordu. “Yusuf Amca...” Oysa o, Melik’in can dostu gibiydi. Kıskanıyor muydu Melik’i, böyle ilgili bir babası olduğu için? Yersiz kaçışlarının sebebini anlatmıyor; Melik’in kendine acımasını, bu yüzden yanında olmasını istemiyordu. Melik sordukça da “Bu benim hayatım, sadece yaşıyorum işte.” deyip geçiştiriyordu.
Onunla konuşan Melik değil vicdanıydı aslında. Her insan tanımadığı biriyle konuşabilir; ama Ecrin, bunu kendini küçülterek, eğlence için yapıyordu. Gününü boş geçiriyor, anlamsızca davranıyordu. Geceler de o günün yargıçlarıydı ve Ecrin’in sorulara verecek cevabı dahi yoktu. Metin’den aldığı haplar... Onlar unutturuyordu her şeyi de, bu vicdan azabı niyeydi? Metin, internette tanıştığı bir üniversiteliydi. Onunla pek çok kez görüşmüştü. Arkadaşları da yanındaydı. Metin’in ona farklı bir ilgisinin olduğunu biliyordu. Bu hoşuna da gidiyordu. Büyük bir kız olduğunu ispatlamak için almıştı o haplardan. Melik fark etmesin diye de epey uğraşmıştı. Daha fazla saklayamayacağını anlayınca da bitmesini istemişti. Yine de dili varmamıştı “Bitirelim.” demeye.
Gözleri nemlendi. Melik, elâ gözleri, şefkat dolu bakışları... Sonra silkelenip “ İyi ki ayrılmışız! Neydi o öyle sıkıyönetim gibi? Oh, nefes aldım işte!” dedi. Tüm bu sözlere rağmen içinde bir boşluk, hayatında eksik bir şeyler vardı. İstediği, beklediği şey olduğu halde; hem de bu ayrılığı ilk dile getiren Melik olduğu halde bu boşluk da neydi?
İlk günler her şey güzeldi. Melik’in arkasını dönüp gidişi biraz üzmüştü belki. Yine de o ilk gün huzurlu geçmişti. Hiçbir acı sıcağı sıcağına hissedilmediği gibi bu da etkisini geç göstermişti.
Melik her şeyiydi onun. Her anında o vardı. Aldığı her nefeste, attığı her adımda hep o... Beraber büyümüşlerdi. İlkokula beraber gitmişler, lisede ise farklı bir sevginin içinde bulmuşlardı kendilerini. O günü, Melik’in itirafını hatırladı.
Melik onu sabah yine evinden almış, yola düşmüşlerdi. O gün bir tuhaflık olduğunu anlamıştı aslında. Zaten az yürüyünce de Melik söze başlamıştı.
— Bugün okula gitmeyelim Ecrin. Bir yerde oturalım. Konuşacak, anlatacak çok
şeyim var.
— Her gün beraberiz, ne biriktirdin o kadar merak ettim.
— Anlatınca öğrenirsin işte, sabret az.
Heyecanlı bir tebessüm vardı Melik’in yüzünde. Aslında her şey ortadaydı; ama sözcükler giydirilmeliydi aşka. Sevgi, sözcüklerle de dile gelmeliydi. Sesten, gürültüden uzak bir yere geldiklerinde Melik, Ecrin’e döndü. Hafif kızarmış, utangaç bir şekilde ellerini kavradı Ecrin’in. Gözlerine baktı.
Ecrin, ben sana aşığım!
Bu tek cümle, her şeyi anlatmaya yetmişti. Sonra hiç bırakmamacasına sarılmışlardı. Ecrin ne bir şey söylemiş, ne de itiraz etmişti. Gözlerinin içi gülüyordu. Konuşmak, bir şey demek istiyor; ama o anı bozmaktan korkuyordu. Ağzını açsa bu sessizlik, bu vuslat bozulacakmış gibi geliyordu.
Sonra yemyeşil ağaçları yansıtan bir gölün kenarına oturmuşlardı. Melik her şeyi orada anlatmıştı. Bu durumun nasıl başladığını, geceleri onu düşünmekten uyuyamadığını, konuşmak için ayna karşısında kaç kez prova yaptığını ve sonunda bu itirafı yapmaya karar verdiğini... Ecrin, yüzünden eksilmeyen bir tebessümle dinliyordu. Arada bir başını kaldırıp bakıyor, Melik’ in gözleriyle karşılaşınca hemen geri eğiyordu. Ecrin’in yüzündeki tebessüm, o gün yüzünden hiç düşmemişti.
O günlerin hayali içinde bir tebessüm yine yerleşmişti yüzüne. Çalan telefon onu düşüncelerinden etmiş, gerçeklerle baş başa bırakmıştı. Öyle ki içini yavaş yavaş bir boşluk, karamsarlık kaplıyordu. İsteksizce telefonu eline aldı.
— Kimsiniz? Kimi aradınız? Cevap versene!
Telefon yüzüne kapandı.
— Bunun için mi böldün düşüncelerimi? dedi ve telefonu bir kenara attı. Tekrar o günleri
düşünmek istiyor; ama olmuyordu. İçinden bir ses “Hayır siz ayrıldınız ve bunun tek sorumlusu da sensin!” diyordu. Sonra bir ümitle:
— Belki de arayan Melik’ti, diye mırıldandı; ama o ses yine izin vermedi ve “Kabul et,
sen onu kaybettin!” diye haykırdı.
Ecrin suratını astı ve halsiz bir şekilde odasının yolunu tuttu. Şu, her şeyi unutturan haplardan bir tane aldı, yatağına uzandı.
* *
*
Melik, Ecrin’le karşılaşmamak için okula başka bir yoldan gitti. Rüyası da babasının tavsiyeleri de girdap olmuş beyninin içinde onu boğmaya devam ediyordu. Ne diye bugün okula gelmişti ki? Arkadaşlarıyla bir arada olursa, derslerle ilgilenirse acısını daha az hissedecekti. Gerçekten de öyle oldu. Daha az hissediyordu; ama sadece “Acım yerinde duruyor mu?” diye, yüreğini yoklamadığında... Son dersin çıkış zili de çaldı. Biraz ağırdan alıyor, Ecrin’le karşılaşmak istemiyordu. Yeterince zaman geçtiğini düşündüğünde dışarı çıktı. Ecrin, okul kapısının önünde bir gençle sarılıyordu. Gülüşmeler… Sibel... Yanlarında birisi daha… Bu genç de kimdi? Belli ki Ecrin’den büyüktü. Bakışları Ecrin’e yakalandı. Bir suçlu gibi kapıdan çıktı ve hiç fark etmemiş gibi köşeyi döndü. İçinde kocaman bir yangın peyda olmuştu. Kim atmıştı bu kıvılcımı?
— Neden Ecrin, neden? Bunu hak edecek ne yaptım sana?
Kendinden yakışıklı mıydı o genç? Zengin züppenin biri miydi? Ecrin’den ne istiyordu? Ya Ecrin, onun ne işi vardı böyle biriyle? Yine deniz kenarında buldu kendini. Sığınak olmuştu bu fırtınalarına deniz. Nefes almaya çalıştı. Boğuluyordu. Bu vefasızlık, bedenine bu sefer sahiden fazla ağır geliyordu. Okula gitmemiş olsaydı keşke; keşke Ecrin’i görmemiş olsaydı.
Kıskançlık krizinin arasında bir haykırış duyuyordu.
— Meliiiiik! Yardım et! Bu da neydi? Babasının sözleri “ Ecrin’e dikkat et evladım.
O, kötü bir yolda. Senin de gördüğün gibi bu yolun sonu uçurum; ama ne olursa olsun sen yanından ayrılma. O uzattığın eli de hiç çekme. Ecrin temiz kız, kötülüklerden bîhaber. Aklını çelmek, ayağını kaydırmak isteyenler olacaktır. İşte o anda tutacak olan da sensin.” Nasıl yapacaktı? Zor durumda gibi değildi ki Ecrin. Mutluydu. Zaten ayrılmak istemese söylemez miydi? Onu mutlu edememişti. Onun istediği gibi biri olamamıştı belki de. Nerede yanlış yapmıştı? Eksik neredeydi? Keşke o masadan öylece uzaklaşmadan bir şeyler sorup öğrenseydi. Gururu onu yenik düşürmüştü. Dalgalar, içindeki şu yangını da alıp götürseydi keşke. İnadına akşam oluyordu. Gece yakındı, kendisiyle savaşı da... Nasıl dayanacaktı?
* *
*
Ecrin, oturdukları kafeden sonra eve gitti. Birlikte geçirdikleri zaman boyunca Sibel hep kendisine “Melik’ten ayrılmakla en iyisini yaptın.” diyerek espri yapıyor, imalı imalı gülüyordu. Oysa onun canı çok yanmıştı. Onu Metin’le görmüştü Melik. Kesin aralarında bir şey olduğunu sanmıştı. Nasıl bembeyazdı yüzü. Onu hiç böyle görmemişti. Arasa, durumu anlatsa; ama onlar ayrılmıştı. Kendisini küçük düşüremezdi. Ne isterse düşünsündü. Sibel’in verdiği yeni haptan aldı bir tane. Diğerlerinden farklıydı anlattığına göre. Odası dönüyor, pişmanlıklarını iç kavgalarını bir kenara atıyordu. Silik hayaller içinde rüyaya daldı. Rüyasında, annesi hatırlamadığı bir şeyler anlatıyordu gözyaşlarıyla. Telaşla kalktı yatağından. Saate baktı. Geç kalmıştı. Babası onu uyandırmadan gitmişti. Annesini kaybettikten sonra onu ne sabahları okul için uyandırmış, ne de birlikte kahvaltı yapmışlardı. Oysa annesi, onu öpe koklaya uyandırır, kahvaltısını hazırlar; sıcak poğaçalar kahvaltı masasını süslerdi. Bir ailede her şey demekti anne. İşte o, her şeyini kaybetmişti. Melik’in anlamadığı, Ecrin’in anlatamadığı buydu. Zihni bu düşüncelerle çalkalanırken okul yolunu tutmuştu.
Ecrin okula girerken, Melik okuldan çıkıyordu. Yüzü yine bembeyazdı. Zaman garip oyunlarından birini oynuyordu. Telaşla koşuyordu Ecrin, ikinci derse olsun yetişmek için. Tam kapıda çarpıştılar. Kitapları dağıldı Ecrin’in, sonra çantası düştü, çantasının içindekiler, haplar yere saçıldı. Melik kitapları almak için eğildi. Hapları telaşla toplayan Ecrin’e baktı.
— Ecrin onlar ne? Hasta mısın Ecrin, o haplar ne?
Ecrin aceleyle hapları toplamaya devam etti. Cevap vermiyordu. Kitaplarını da Melik’ten aldı. Ne diyebilirdi ki? Koşa koşa sınıfa gitti.
Melik yerde öylece kalakalmıştı. Yaşlar süzülüyordu gözlerinden. Ecrin hasta mıydı? Bu yüzden mi ayrılmıştı ondan? Ya o kim olduğu belirsiz yeni arkadaş? Zor toparlandı. Yürümeye başladı. Sahil kenarında buldu kendini. İşte uçurum, işte Ecrin… Peki elini nasıl uzatacaktı?
Ecrin’in yüzündeki tedirginlik de geçmemişti bütün gün. Okul çıkışı Sibel ve Metin’le yine aynı kafede oturdular. Metin’in arkadaşı küçük bir parti veriyordu. Metin onların da gelmesini istiyordu. Sibel çok istekliydi; ama Ecrin üniversitelilerin arasında bulunmak istemiyordu. Melik olsa “Tanımadığın insanların bulunduğu bir davette ne işin var Ecrin?” derdi. Sabahki hali... Ne çok hasta görünüyordu Melik. Ona düşen hapları sorması, cevap verememesi… Ne diyebilirdi ki? O, bu düşünce girdabından çıkmak istemezken, Sibel partiye gitmekte ısrar ediyordu. Gitmek istediğinden değil; ama Sibel’in ısrarlarını daha fazla dinlememek için:
— Tamam canım gideriz, dedi. O an aklına “Babam geç saatte bir yerlere gidersem
beni merak eder.” demek geldi. Başaramadı. Asıl yalan bu olurdu. Babası onun evdeki varlığının farkında bile değildi. Ne zaman beraber yemek yemek için ona bir şeyler hazırlasa “Ben yedim.” diyordu. Ne zaman Ecrin annesinden konuşmak istese “Annen öldü Ecrin, artık unut onu!” deyip Ecrin’i azarlıyordu. Odasına gidip yatardı. Yapayalnız kalırdı Ecrin. Annesinin kurtulması için ameliyat yapılaması gerekiyordu; ancak hastalık o kadar ilerlemişti ki kanserin kıskacındaki vefalı anne, ameliyatı bekleyemeden bu hastalığa yenik düşmüştü. Kafedeki uğultu onu daha çok sarsıyordu. Gitmek istediğini söyledi. Sibel’e haplardan yanında olup olmadığını sordu. Farklı bir hap vardı Sibel’in yanında. Eski haplardan çok daha etkiliydi. Partide deneyeceklerdi; ama isterse verebilirdi Ecrin’e. Ecrin:
— Eski haplardan olsun, bana yetiyor, dedi. Yalnız Sibel, haplara artık parasının
yetmediğini, bu hapları kendisinden alırken artık para vermesinin iyi olacağını söyledi şaka yollu. Ecrin, babasının her gün masaya kendisi için bıraktığı harçlığın büyük kısmını Sibel’ e verdi. Hapların bu kadar pahalı olması onu şaşırtmıştı. Peki Sibel onları almak için o parayı nereden buluyordu? Vedalaştı. Eve vardı. Bir hap aldı ve uzandı. Geceki partiye kadar uyanırdı mutlaka. Sonra şık giyinmesi de lazımdı, ne de olsa üniversitelilerin katıldığı bir partiydi. Melik zihninden geçti kararttığı kaşlarıyla. Uykuya sığındı Ecrin. Her şeyden kaçarcasına, özellikle Melik’ten… Kalırsa, Melik her şeyi anlayacaktı sanki.
Melik, beynindeki düşüncelerle, sabahı zor etmişti. Kararlıydı, Ecrin’le mutlaka konuşacaktı. Onu seviyordu ve sevdiğine zarar gelmesini asla istemezdi. Ecrin onu sevmese de olurdu artık; ama başına bir şey gelmesi Melik’i yıkardı. Erkenden okulun yolunu tuttu. Bekledi. Ecrin yine geç kalmıştı. Sınıfa gitti. Etrafta bir dedikodu dolaşıyordu. Okula polisler gelmişti. Gece, okuldan gençlerin de katıldığı bir parti yapılmıştı. O partiye katılanlardan bir kız içtiği uyuşturucu nitelikli ağır bir haptan yüksek dozda alınca ölmüştü. Her yer dönmeye başladı. Haplar yerlere düşüyordu gözünün önünde. Ecrin topluyordu. Güçlükle bir çığlık kopup geldi boğazından:
— Ecriiiiiiinnnn!
Ecrin uçurumdan düşüyor, Melik’ in elini tutamıyordu. Olamazdı. Ecrin ölemezdi. Melik olmadan o hiçbir şey yapamazdı. Nasıl bir acıydı bu? Bütün yaşadıkları geçiyordu gözündeki perdeden. Neden o gün gitmesine izin vermişti? Kollarından tutup “Açıkla!” dememişti? Gururuna uyup o masadan kalkmadan sebepleri neden sormamıştı? Onu Melik öldürmemiş miydi?
Yusuf Bey hastanede, Melik’in bir travma geçirdiğini öğrendiğinden beri başından ayrılmamıştı. Annesi de gözyaşları içinde neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor; gözyaşlarına dualarını katık ediyordu. Melik kimi zaman küçük bir bebek olup kucağında duruyor, kimi zaman ilk sözcüklerini söylüyor, kimi zaman arka sokakta çocuklarla top koşturuyordu. Annesinin gözlerindeki yaşlar Melik’le büyüyordu. İyileşecek miydi Melik?
Melik’in gözleri aralanmıştı. Yusuf Bey heyecanla seslendi.
— Melik, uyandın mı oğlum?
Melik, cevap vermeye çalışırken nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Tarif edemediği derin bir acı vardı yüreğinde. Acısına harmanlanmış bir isim: Ecrin! Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Güçlükle konuşabildi:
— Ecrin, baba Ecrin’i tutamadım; düştü uçurumdan. Tutamadım onu baba! Sen
dediğinde onu bırakmasaydım, sevseydim onu her şeye rağmen...
Konuşma seslerini duyan annesi girdi içeriye. Sarıldı yavrusuna. Acısını da akıtmak ister gibi gözyaşlarını akıttı saçlarına.
— Melik bizi çok korkuttun, çok korkuttun evladım.
— Anne, Ecrin...
— Tamam oğlum biliyoruz, biz de çok üzüldük. Her şey güzel olacak oğlum, çok güzel
olacak. Tüm sıkıntıların sona erecek oğlum.
O zaman daha çok sarıldı annesi. Göz bebeği, tek evladı; yaşından büyük acılarla cebelleşiyordu. Kapıda bir gölge fark etti Melik. Hayaldi, Ecrin’i burada görmek istiyor, onunla olmak istiyordu. Çiçeklerin arasındaydı Ecrin. Çiçekler ona ne kadar çok yakışırdı. Hayal, kendisine doğru ilerliyordu. Keşke onu almaya gelmiş olsaydı. “Sensiz yapamadım Melik.” deseydi. “Ne olur sen de gel!” Başı dönmeye başladı Melik’in. Gözlerini kapattı. Yeniden yaşlar süzüldü yanaklarına. Bu acı… Nasıl dayanacaktı? Dayanamayacaktı!
— Geçmiş olsun Melik. Çok üzüldüm. Ben, buna sebep olmak istemezdim.
Kendisiyle konuşuyordu Ecrin. Ölmemiş miydi? Gözlerini araladı. Karşısındaydı Ecrin.
Gerçek miydi? Annesine, babasına baktı. Onlar da Ecrin’e bakıyorlardı. Evet, gerçek olmalıydı.
— Ecrin! Ecrin! Ölmedin mi! Yaşıyorsun! Şükürler olsun yaşıyorsun!
Doğrularak Ecrin’e sarıldı. Ecrin de Melik’e… Hiç ayrılmamak adına bir sarılmaktı bu. İlk sarılmaları gibi… Yaşlar, ikisi bir aradayken gözlerine daha çok yakışıyordu. Sevgi şahitleri de ağlıyorlardı.
Ecrin, gece aldığı haptan sonra uyuya kalmış, partiye gidememişti. Partiye giden Sibel, çevresindekilerden etkilenip verilen haplardan birkaç tane almıştı. Alkolle birleşen bu haplar onu komaya sokmuş, kalbi buna daha fazla dayanamamıştı. Ecrin’in arkadaşı olduğu için polis onun evine de gelmişti. Ecrin babasıyla karakola gitmiş, ifade vermişti. Sibel’i kaybetmek ona çok ağır gelmişti. Hataları da olsa yalnız zamanlarının sığınağı olmuştu Sibel. Onu unutmayacaktı.
Karakolda babasıyla uzun uzun konuşma fırsatı da bulmuştu. Babası, annesinin ölümünden hastalığını değil, tedavi ettiremediği için kendini sorumlu tutmuştu yıllarca. Bu yüzden Ecrin’in yüzüne bakamıyor, ondan uzak duruyordu. Kaybettikleri zamanları telafi etmek üzere babasından ayrılıp aldığı haberin şokuyla hastaneye koşmuştu. Bir acı daha yaşamak istemiyordu. Melik’e bir şey olursa bunu asla kaldıramazdı. Çiçekleri severdi Melik, çiçeklerin arasında görünen gülen yüzü… Yoldaki çiçekçiden kocaman bir çiçek demeti almıştı. Şimdi, çiçek demetleri arasında hayatındaki boşluklardan sıyrılmış bir Ecrin olarak Melik’in kollarındaydı. İkisi de uçurumun kenarında birbirlerine tutunmuşlardı. O eller asla birbirinden ayrılmamalıydı, ayrılamazdı!
Lütfi KARABIYIK
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.