- 920 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kürt Sorunu ve Milliyetçilik Bataklığı
Bu yazı, Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya’nın 24-25 Temmuz 2010’da Diyarbakır’da Özgür-Der Diyarbakır Şubesi’nin düzenlemiş olduğu “Kürt Sorunu Forumu”nda yaptığı konuşmanın metnidir.
Kürt sorunu yaşadığımız ülkenin yakıcı bir sorunudur. Devlete hâkim zihniyetin ürettiği milliyetçi fanatizmin ve inkârcı politikaların acı bir meyvesi, zehirli bir neticesidir.
Sorunun temelinde ne var? Bu topraklarda yaşayan farklı etnik kökenden Müslümanların eşitliği ve kardeşliği temelinde bir siyasi yapı vaadine rağmen, kurucu kadrolar devleti etnik temelli ulusal-laik bir devlet formunda örgütlemiş ve Osmanlı bakiyesi coğrafyada hâkim unsur Türk kavmini esas almışlardır. Türklük dayatması, bu coğrafyada yüzlerce yıldır var olan farklı etnik/kavmi kimliklerin inkârına ya da tahkir edilmesine yol açmıştır. Bu arka planı görmezden gelen ve yaşananlara resmi ideolojinin kısır penceresinden bakanlar açısından ise ortada sadece bir asayiş ya da ekonomik ger kalmışlık sorunu vardır. (Ana muhalefet partisinin liderinin çözüm önerileri sıralarken hayvancılığın geliştirilmesini ve Et Balık Kurumunun ihyasını öne çıkartması konuya çarpık ve sığ bakışa örnek)
Sorun Çözülüyor mu? Irkçı-asimilasyoncu uygulamaların AB sürecinde değişiklikler ve demokratikleşme-sivilleşme adımlarıyla büyük ölçüde sona erdiği iddia ediliyor. Oysa sorunun özünü teşkil eden ırkçı resmi ideolojik çerçevenin temel esasları değişmemiştir. Ortada on yıllardır kimliği, dili, inancı, varlığı inkâr edilmiş bir halk; binlerce faili meçhul cinayet, yakılan köyler, pislik yedirilen köylüler, devasa işkenceler, zulümler…
Sorun Dönemsel Aşırılıklardan İbaret Değil! Kürt sorunu TC tarihinin belli dönemlerindeki aşırılıklardan, azgınlıklardan ibaret görülemez. 12 Eylül baskıları, Diyarbakır cezaevinin sistematik bir işkence merkezine dönüştürülmüş olması, Kürtçe yasağı vb. zalimlikler ya da sonraki süreçte köy yakmalar, yargısız infazlar vd. hukuksuzlukların bitmiş olması sorunun bittiğini göstermez. Ayrıca tüm bu suçların sorumluları hakkında hiçbir işlem yapılmamıştır.
Hala hiç utanmadan küçücük çocuklar okul kapılarında her sabah yalan söylemeye zorlanmakta, faşizan antlarla, marşlarla kimliksizleştirilmeye çalışılmaktadır. Kürt illerinin hepsinde şehir girişlerine kondurulmuş devasa yazılarla halka mutlu ve onurlu olabilmek için “Türküm” demek gerektiği dayatılmaktadır. Kemalist sistem tüm topluma Türklük kimliğini dayatmakta, Kürtçenin kullanımı hala çeşitli düzeylerde yasaklarla engellenmektedir.
Kemalist Resmi İdeoloji ile Hesaplaşma Mecburiyeti: Bürokratik yapı, bilhassa da asker ve yargı bürokrasisi, kısmi iyileştirmelere dahi şiddetle direnmekte. Bu zihniyet sorunun kaynağıdır. Çerçevesi içinde kalınarak bu yakıcı soruna nasıl çözüm bulunabilir? Sorun devletin kendisini ve toplumu tanımlamasında. Açılım sürecinin tıkanması da budur. Kemalizm ile hesaplaşmayı göze almadan değil çözüm, ilerleme dahi sağlanamaz.
AK Parti’nin Güdük Açılımı: Kemalist ideolojiyi esas alan bir yapılanma olarak TC devletinin temel misyonuyla, kurucu ideolojisiyle, tarihsel süreçte etnik kökeni ne olursa olsun her kesimden halka karşı uygulanan devlet terörüyle hesaplaşmayı, geçmişle köklü bir yüzleşmeyi göze alamayan bir projenin bu soruna gerçekçi çözüm bulması mümkün değildi.
Ne yapılmalıydı? Herkesin eşit haklara sahip olması, etnik kimlikleri-inançlarından ötürü kimsenin imtiyaz ya da ayrımcılıkla karşılaşmaması, herkesin kendisini ülkenin gerçek sahibi hissedebileceği ortamın yaratılması için resmi ideoloji tartışmaya açılmalı ve reddedilmeliydi.
Yine çatışmaların sona ermesi için aynı anda operasyonların sonlandırılması ve PKK militanlarının sınır ötesine geri çekilmeleri sağlanmalıydı. Doğrudan veya dolaylı görüşmelerle aşamalı biçimde çatışmalar durdurulmalı ve “genel af” gündemleştirilmeliydi. Ne var ki, gerek Kemalist düzenin ideolojik boyunduruğunu aşamaması, gerekse de egemen bürokratik oligarşik yapı tarafından kuşatılmışlığından dolayı açılım projesi güdük kaldı. Bilhassa da asker ölümleriyle kabartılan milliyetçi hamaset ve CHP-MHP muhalefetinin sıkıştırmaları neticesinde belirginleşen oy kaybetme kaygısıyla da geri adımlar birbirini izledi.
Kürt Milliyetçiliğinin Basiretsizliği: Açılım sürecinde Kürt milliyetçiliğinin de çözüm perspektifinden uzak olduğu ve çözümsüzlüğü beslediği ortaya çıkmıştır. Baştan olumsuz yaklaşılmıştır; AK Parti rekabeti öne çıkmış, hatta AK Parti düşmanlığıyla hareket edilmiştir; milliyetçi yönlendirmelerle bu toplumun ne kadar kirletildiği hesap edilmemiştir (Kürt sorunu İzmir’den Ankara’dan bakıp Diyarbakır’ı görememektir ama çözüm de mutlaka Diyarbakır’dan bakıp İzmir’in, Konya’nın ne hissettiğini anlamaya çalışmayı gerekli kılar.)
Şiddetin sorunu çözecek anahtar gibi görülmesi hastalığı terk edilmemiş, şiddetin faşizmi besleyen sonuçları görmezden gelinmiştir; şiddete ikircikli yaklaşım korunmuştur (Belediye otobüsünü molotoflayabilecek caniler üreten bir ortama tavır almayanlar neyi şikâyet ediyorlar? Yüksekova’da çarşıda sivil kıyafetiyle dolaşan Yasin Ak adlı uzman çavuşun öldürülmesinin yargısız infazdan farkı ne?)
Anayasa değişikliği tartışmaları ve referandum konusu bu basiretsizliğin ve dar perspektifin açık biçimde yansıdığı diğer somut göstergeler olmuştur.
Milliyetçilik zulme kapı aralar, zalimi meşru gösterir, kini besler. Sadece ezenlerinki değil, ezilenlerin milliyetçiliği de hastalıklıdır. Çözümsüzlük dayatır. Kalıcı çözüm ise ancak kardeşlik ve adalet anlayışının siyasi yapıdan sosyal ilişkilere kadar her düzeyde yaygınlaşması ve bilince dönüşmesiyle gerçekleşebilir. Bu ise mutlaka ulusalcı temelde örgütlenen laik dikta düzeni ile köklü bir hesaplaşmayı gerektirir. Ama yetmez, milliyetçiliğin her boyutundan ve türünden beri olmayı da zorunlu kılar.
Kürt sorunu bağlamında milliyetçi tutumun ürettiği körlük ve cahiliyyenin somut tezahürleri Irak ve İran’da yaşanan gelişmelerde somut biçimde görülmüştür. Irak’ı işgal eden emperyalist güçlerle işbirliği içerisine giren Kürt milliyetçileri İslami güçlere karşı küfür güçlerinin safında yer almışlardır. Aynı şekilde İran’a karşı ABD’nin PJAK’ı desteklemesi de milliyetçi hareketlerin işbirlikçiliğe ve ilkesizliğinin bir başka örneği olarak karşımıza çıkmıştır.
Kürt Sorunu Karşısında İslami Camianın Durumu
Kürt sorununun Türkiye’de her kesimi olduğu gibi İslami camiayı da etkilediği, zorladığı, geçmişten bugüne taşınan çeşitli zaaflarına ayna tuttuğu söylenebilir.
Kürt sorununun derinliği ve yakıcılığı çift taraflı bir zihinsel kırılmaya yol açmakta ve söylemsel sapmayı beslemekte. Bir tarafta devlet, vatan, şehit, bayrak, terör, bölücülük ve benzeri kavramlar üzerinden devletçi, ulusal sistem savunucusu yaklaşımları gelişirken, diğer tarafta ise, bilhassa Kürt milliyetçiliğinin etkisi altında kalan çevreler ve şahıslarda Müslümanlığı adeta bir yük gibi algılamaya müsait bir zihinsel tutum, yaşanan sıkıntı ve açmazlara ilişkin olarak her fırsatta Müslümanlarla hesaplaşmaya ve Müslümanları suçlamaya, mahkûm etmeye teşne bir ruh hali ile karşılaşılmaktadır.
Kavramsal Tehdit: Bu tutumun söylem düzeyinde beslediği kirlilik ve sapmaları, örneğin Ümmet kavramının aşağılanmasında, kardeşlik kavramının hiçe sayılmasında görebiliyoruz. Kısmen rejimin İslami kavramları ve sembolleri araçsallaştırmasına tepki olarak, kısmen de milliyetçi rüzgârların boğucu atmosferinin etkisiyle, Kurani kavramlara dudak büken bir ruh halinin geliştiği görülebilmekte. Öyle ki İslami çevreler içinden çıkan birilerinden dahi “Ümmet kavramını duymak dahi istemiyoruz” ifadelerini duymak mümkün olabilmektedir.
Aslında bu tarz tepkiler geliştiren çevrelere ya da şahıslara sormak lazım: Ümmet kavramını duymak dahi istemiyorsunuz anladık da, ne duymak istiyorsunuz? Kardeşlik kavramının kirletildiğini söylüyorsunuz, tamam da yerine ne öneriyorsunuz? Ulusal birlik ve aidiyet mi?
Maalesef bazı kardeşlerimizin tepkisel bir tutumla uç noktalara savruldukları bir gerçektir. Öyle ki, Müslümanlara yönelik eleştiriler zaman zaman İslami kimliğin adeta bir yük gibi algılandığı izlenimini doğuracak boyutlara varabilmektedir. Bu tutum Kuran-ı Kerim’de Hucurat Suresinin 17. ayetinde vasfedilen tutumu andırmaktadır:
“Onlar İslam’a girdikleri için seni minnet altına sokuyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer doğru kimselerseniz bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur.” (49/17)
“Geç Kaldık!” Söylemi: Kürt sorunu merkezli tartışmalar her gündeme geldiğinde birileri ısrarla geç kalındığı vurgusunu yapıyor. Geç kalındığını söyleyenler neye geç kalındığını izah etmeliler, ayrıca “ne yapılmış olsaydı geç kalınmazdı” bunu da açıklığa kavuşturmalılar.
Öyle ya Müslümanlar ulusalcılık bayrağı açmakta mı geç kaldılar? Kürt ulusal hareketinin öncülüğünü yapmakta mı geç kaldılar? Yoksa tevhidi bir hareketi tüm donanımıyla ve kuşatıcılığıyla ülke çapında ve toplumun tüm katmanlarında görünür kılmakta mı geç kaldılar veya daha doğru bir tanımlamayla başarısız kaldılar ya da başarısız kaldık?
Bu anlamda bir başarısızlıktan söz edeceksek bunun kimsenin kimseyi suçlayabileceği, birilerinin kendilerini temize çıkartıp diğer kardeşlerini suçlayabilecekleri türden bir başarısızlık olmadığı görülmelidir. Kolektif bir sorumluluk söz konusudur ve başarısızlıktan ziyade yetersizlikten söz etmek daha doğru olur.
Türkiyeli Müslümanların Kürt sorununda daha aktif, üretken ve kuşatıcı bir pratik içinde olmamaları elbette bir sorundur, eleştirilmelidir. Mamafih bu olguyu nasıl açıkladığımız da çok önemlidir. Genel yetersizliğin, eksikliğin, hareket anlamında yeterince gelişmemişliğin bir yansıması olarak algılanıyorsa doğrudur, aynen diğer pek çok konuda olduğu gibi Kürt sorununda da eksiklerimiz vardır.
Mamafih devletçi tutum kaynaklı kaygılarla Kürt sorununa özel bir ilgisizlik olduğu iddiası doğru değildir. En azından tevhidi bir perspektife sahip olma iddiasındaki Müslümanların büyük kısmı açısından Kürt sorununda asla devletle paralelleşme tutumu yaşanmamış, soruna hep muhalif bir perspektiften yaklaşılmıştır. Ne var ki, sisteme karşı tavrın somut pratik zeminlerde geliştirilememiş olması doğal olarak Kürt sorununda da belirleyici konumdan uzak olmalarını getirmiştir. Bu yetersizlikte sorunun doğasının da belirleyici bir etken olduğu görmezden gelinmemelidir.
Sorunun doğasıyla ne kast ettiğimizi Filistin-Kürdistan karşılaştırması örneğiyle izah etmek mümkün. Bilindiği üzere Türkiyeli Müslümanlara Kürt duyarlılığı yüksek kesimlerce sıkça yöneltilen eleştirilerden biri de Filistin sorununda sergilenen sahiplenme tavrının, Kürt sorununa gösterilmemesidir. Doğrudur! Filistin sorunuyla ilgilenme düzeyi ile Kürt sorununa yaklaşım arasında bariz bir fark vardır. Ama acaba bu fark bazılarının zannettiği gibi sadece “uzak coğrafyalar”daki mücadelelerin daha az bedel gerektirmesiyle mi ilgilidir?
Acaba başından itibaren Filistin davasının İslami şiarlar, sembollerle algılanan ve süreç içinde de İslami hareketlerce temsil edilen bir dava oluşunun bu sahiplenme düzeyini belirlediği görmezden gelinebilir mi? Aynı şekilde Kürt sorununun zulme karşı haklı bir tepki boyutu taşımakla birlikte, genelde ulusal kimlik ve şiarlar temelinde gelişen ve laik-ulusal örgütlülüklerce temsil edilen bir dava olarak algılanması mesafe doğurmamış mıdır?
Genellemecilikten Kaçınma: Konuşurken, yazarken, düşünürken Kürtler-Türkler diye genelleme yapma yanlışı yaygınlaşmakta. Oysa bu akla da adalete de aykırıdır. Genellemecilik hastalıktır. Bir başka tipik sapma söylemi: “Türklerin, sizin devletiniz var“ söylemidir. On yıllardır mücadele ettiğimiz, değiştirmeye çalıştığımız sistemin adeta bize mal edilmesi ayıptır. Kürt kökenli Müslümanlar bilmek zorundadırlar ki, mevcut devlet Türk kökenli Müslümanlara ait bir yapı değil, bilakis bu Müslümanlar için bir zindandır!
Sonuç itibariyle, İslami çevreleri eleştirme, Müslümanlarla hesaplaşma adına, özeleştiri adına Kürt milliyetçiliğinin ideolojik atmosferinde yaygınlaşan tezler, iddialar sahiplenilmemeli, milliyetçiliğin hiçbir türü beslenmemelidir.
Çözüm Olarak Ne Öneriyoruz?
Laik devlet ve siyasal kültür “ben kimim” sorusunun mahiyetini, kaynağını ifsad etmiştir. Müslüman için kimlik ne demektir, ne esastır? Bu soruya net ve sahih cevaplar vermek durumundayız. Aidiyet bilincimiz, kimlik hassasiyetimiz elbette milliyetçilikle malul, etnik düşünmeye koşullanmış, asabiyeci bir zihin yapısının mensuplarından çok farklıdır.
Bu çerçevede Müslüman için kimlik meselesine en temelde nasıl bakılması gerektiği şu hadiste net biçimde özetlenmektedir:
Ebu Hureyre rivayetiyle Tırmizi ve Ebu Davud’dan nakledilen bir hadiste Resul (as) şöyle buyuruyor: “Bakınız, Allah atalarını yüceltmeye dayanan cahiliye şirkinin kibrini sizden uzaklaştırdı. İnsan ya Allah’a karşı muttaki bir mümin yahut zavallı bir günahkârdır. Bütün insanlar Âdem’in evlatlarıdır ve Âdem balçıktan yaratılmıştır”
Müslümanlar olarak yaşadığımız coğrafyanın, hatta dünyanın parçacı biçimde ele alınmaması gerektiğine, halklarımızın kaderinin ayrı olmadığına inanıyoruz. Bununla birlikte bir halk kendini nasıl tanımlıyorsa ve neyi talep ediyorsa elbette kendi tercihinde özgür olduğunu da kabulleniyoruz. Ayrılmak, ayrı yaşamak da dâhil olmak üzere her halk, her topluluk kendi geleceğini kendi tayin etmeli ve herhangi bir dayatmaya maruz kalmamalıdır.
Bununla birlikte bizler, Ümmetin daha fazla bölünmesinin değil, birleşmesinin, adalet ve hakkaniyet temelinde birlikteliğinin sağlanması için çaba sarf etmeliyiz. Dünya küreselleşirken, yaşadığımız bölge daha fazla parçalanmamalı, atomize olmamalı!
Bunun için ise İslam’ın adalet ve hakkaniyet anlayışına uygun olarak, kardeşlik hukukuna uygun bir çözüm önerisi sunmalıyız. Özetle önerimiz içinde yaşadığımız devletlerin tanımdan pratiğe her alanda etnik temelli bir yapılanma olmaktan kurtarılıp, adalet ve hakkaniyet temelinde kuşatıcı bir kimliğe kavuşturulmasıdır. Somutlaştırmak gerekirse yaşadığımız devletin Türk devleti olmaktan çıkartılmasıdır.
Aynı şekilde Ortadoğu’daki tüm devletler de etnik kimlikli devletler olmaktan kurtulmalı, bu cahili anlayıştan arındırılmalıdır. Bu coğrafyada yaşayan herkesin kendisine ait hissedebileceği, hiç kimsenin kendisini imtiyazlı algılayamayacağı, yine hiç kimsenin kendisini yabancı, mağdur, 2. sınıf hissetmeyeceği bir zemin inşa edilmelidir. Kısacası Hz. Peygamber Efendimizin de buyurduğu gibi “kendimiz için istediğimizi, kardeşimiz için de istediğimiz zaman” sıkıntı biter, sorunu çözeriz.
Rabbimiz bizleri adalet zemininde buluştursun, imandan sonra, hidayetten sonra sapkınlığa yönlendirmeye çalışan cahili güçlerin sapkınlıklarından korusun! Müminler ancak kardeştirler buyruğu gereğince kardeşliğimizi pekiştirsin, daim kılsın! Bizleri cahiliyenin ve zulmün karanlığından İslam’ın aydınlığına eriştirsin inşallah!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.