- 825 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
RAMİZ
-Yahu biz bu ağaç yaşasın diye, her gün gidip gelip su döküyoruz, adam gelip mayosunu asıyor… Olacak şey değil!
-Hay yaşa… Geçen sene kestiler canım ağacı, sonra öyle bırakıp gittiler. Yağmur yağmasına bağlı su yüzü görmesi.
-Bak sen! Gitti adam yine eşyasını oraya astı… Hişştt… Birader!
-Buyur.
-O kadar uğraşıyoruz yaşatalım diye şu ağacı, gelip eşyanızı buraya asıyorsunuz. Askılık değil ki bu!
-Oraya asmadım ki, şu terafa astım.
-Şu taraf dediğin tam da ağacın dalının yeşerdiği yer.
-İşte oraya asmadım diyom ben de, diğer tarafa astım.
-Asma kardeşim. Niçin asıyorsun, asma! Bu ağaç benim değil ki hepimizin. Sen asarsan arkandan gelen de buraya asacak. Yazık, kala kala bir tek dalı kaldı zaten.
-Peki madem. Dediğin gibi olsun bakem. Asmayıveririz napçez.
Beyaz keçi sakallı, güngörmüş olduğu her halinden belli bu ağaç bekçisi adam, savunduğu meselede haklı olmasına rağmen, yüksek ses tonundan dolayı bir süre eleştirilse de, tatil yöresinin yerlisinden olan yaşıtının, mayosunu alıp ağacın henüz dal vermemiş kesik kollarından birine asması ile olay tatlıya bağlandı. Ağaç bekçisinin amacı ağacın hiçbir yerine hiçbir şeyin asılmamasıydı ama... Şimdilik bu kadarını beklemek, tatil boyunca ona derin hayal kırıklıkları yaşatabilirdi. Çünkü birçok insan o ağacın ölü olduğunu düşündüğünden, değiştirdiği mayosunu kuruması için oraya asıyordu. Genci yaşlısı, kısacası hiç kimse, ağacın kesik kollarının birinden, inat edermişçesine çıkmış o yemyeşil yapraklı dalı görmüyordu. Tabii bu durumda, ağacın soyunma kabininin hemen yanında olmasının da etkisi vardı. Ama biraz daha dikkatle baksalar, o güzelim yemyeşil dalı görebilirlerdi… Biraz daha dikkatli baksalar…
Tartışma çoktan bitmiş, keçi sakallı ağaç bekçisi arkadaş gurubunun yanına çoktan dönmüştü. Her gün bu saatlerde üç dört eski dost toplanır, dünden, yarından ve çoğunlukla da bağır çağır bir halde şimdiden konuşur, güler eğlenirlerdi. Yaşına göre dinç vücutlu, uzun beyaz saçlarını kapkara bir toka ile tutturmuş, ağaç bekçisi gibi keçi sakallı, altın kolyesi ve denize girerken taktığı gözlükleri ile her gün birilerine takılan, elindeki gazeteye dikkatlice bakıp, küfür kıyamet ile okuduğu haberleri çevresindekileri ile yorumlayan bu adam gurubun elebaşıydı. Hallerinden ve tavırlarından, uzun bir süredir insanlık, hak ve emek için kafa patlatan, dişiyle tırnağıyla mücadele veren insanlar oldukları anlaşılıyordu. Genelde ilk önce keçi sakallı ağaç bekçisi ile atkuyruklu ihtiyar bir araya gelir, ardından, uzaklardan ya birilerine bağırarak, ya da direk arkadaşlarını hedef alan bir ses tonu ile “beni niye beklemediniz ulan!” diyerek, kara kuru, beyaz saçlı, emekli albay gelirdi. O geldi mi tartışmalar yerini derin kahkahalara bırakır, emekli albay sinir küpü olup gurubu terk edinceye kadar süren yeni tartışmalar başlardı.
“Yok yahu vallahi ne dediğini bilmiyor bu adam!”
“Bırak gitsin, gelir birazdan…”
“E ne dedim ki şimdi ben birader?”
“Biraz çeneni tut çeneni! Öyle her boka bağırılmaz!”
“Tamam abiciğim sen haklısın! Valla da sen haklısın, billa da sen haklısın!”
Tam olarak ne konuştukları duyulmasa da, arada kulağınıza bu cümleler takılır dururdu. Onlar konuşurken bir süre onları dinlemekle kalmaz, izler, sonra tekrar sırt üstü uzanıp, kendimi güneşe bırakırdım…
Gökyüzü tertemizdi. İçimden sayfalar dolusu şiirler, öyküler geçiyordu. Sağıma bakıyordum, soluma bakıyordum hep insan. Denize giriyorlar, çıkıyorlar, koşuyorlar, oynuyorlar. Yaşıyorlar… Derin bir nefes alıyordum, sahil insan kokuyordu. Denizden gelen hafif bir rüzgâr, burnuma insanlar, sözler, bağırışlar, hikâyeler getiriyordu. Gözlerimi kapıyordum. Zihnime açılıyordum…
Birden bir bağrışma duydum. Bu emekli ihtiyarın sesi değildi. Konuşması bu tatil yöresinin insanlarını andırıyordu. Dönüp baktım ve orta yaşlı, bıyıklı, kısa boylu bir adam gördüm. El hareketleri, duruşu, bağırırken vücudunun aldığı şekil tam bir Ege köylüsünü andırıyordu. Ege’nin köylerinde insanlar, sıcağın da vermiş olduğu bunaltı ile nadir de olsa sinirlendikleri zaman, çok telaşla bir şey anlatıyormuş gibi olurlar. Çok uzaktan görseniz, elinde sürekli alnını sildiği bir mendille büyük hareketler yapan bu adamın, bir at yarışı anlattığını yahut tuttuğu takımın önemli maçlarından birini izlediğini sanırdınız. Hâlbuki o tüm bu düşünülenin aksine, kabinin içindeki birine bağırıyordu. Yanında onunla beraber bekleyenler kafa salladıkça o, daha çok bağırıyordu.
-Nedir bu be! Bir saat oldu kadeşim! Seni mi bekleycez burda?
İçerden anlaşılmayan, cılız bir ses geldi. Oysaki kabinin altındaki boşluğa baktığımda büyük kösele bir ayakkabı görmüştüm. Dışarıdaki adam bir kez daha bağırdıktan sonra bu kez anlaşılır, ama aynı cılızlıkta bir ses geldi.
-Bekle bakem, çıkcez ne acele ediyon!
-Ne bekleycem be! Bu kada durulmaz ki içede! Kaç kişi bekliyo seni burda!
Henüz pantolonunun düğmesini iliklememiş, köselesinin ökçesine basan, on beş on altı yaşında, kara kaşlı kara gözlü, deyim yerindeyse kömür gibi bir çocuk çıktı kabinden. Üstündekiler ya abisinin ya da babasının eskileriydi. Gri kumaş bir pantolon, kahverengi bir oduncu gömleği vardı üzerinde. Adam bağırmaya devam ediyordu.
-Yarım saat oldu be! Bunca insan va burda, bu kada bekletilmez ki!
-Ne bağırıyon dayı? Keyfimizden mi duruyoz içede? Na’pem anca!
İçeri girip kapıyı çarparcasına kapayan adam, içerden hala laf yetiştiriyordu. Çocuk duşa doğru gidip ayakkabılarına ve çıkardığı mayosuna su tuttuktan sonra dayanamayıp bağırmaya başladı.
-Yaşlısın diye sesimizi çıkarmeyoz ama bize de bağrılmeycek burda! Biz akşama kader pazarda sizin için çalışeyoz! Yorgunum, bir saat uyumamışım ben dün gece, bir denize girek dedik olcek şey mi yaptığın?
Kendisi gibi kapkara arkadaşları, kavga çıkarsa diye tetikte bekliyor, gariptir ki hiç birinin ağzını bıçak açmıyordu. İçlerinden en kısa boylusu diğerler arkadaşlarına bakıp gülümsedikten sonra bağırdı:
-Çok oyalandın be Ramiz hadi gidek. Yaşlıdır, şimdi ne desen anlamaz.
-Bağarmeycek Bayram. Ben sesimi çıkarmadım o kader, sustum. Sutukçe bağırdı be… Tut bakem şunu Çarli.
Çarli dediği gurubun en küçüğüydü. Sürekli kıçından düşen, kemeri son deliğe kadar sıkılmış pantolonunu çekip, Ramiz’in uzattığı sarı kırmızı mayoyu omzuna attı. Ayaklarını kuma sürüyerek birkaç adım yürüdüler ve denizden yeni çıkmış iki arkadaşlarını daha alıp, kurulanmalarını beklemeden çekip gittiler. Adam onlar gitmeden kabinden çıkmamıştı. Korkuyordu. Çünkü ufak tefek de olsalar bu çocuklar kavga ne demek iyi bilirlerdi. Bir de işin ucunda onların kinini, nefretini kazanmak da vardı. Her Pazar günü, sahilin biraz ilerisinde açılan pazardaki pazarcıların çocuklarıydı hepsi. Her hafta bu gün sabah erkenden gelir, babaları, anneleri, nineleri, dedeleri pazarı kurarken denize koşar, birbirlerini suya atar, az biraz yüzer, ardından da karınca gibi kuma gömülüverirlerdi. Haftada bir kez olsun yaşadıkları bu özgür dakikalar, kavgasıyla, gürültüsüyle, ağlamasıyla, zırlamasıyla yaklaşık kırk beş dakika kadar sürer. Sonra hiç gelmemiş gibi sahili terk ederlerdi.
Onlar geldi mi ben yüzüyorsam yüzmeyi, uzanmışsam güneşlenmeyi bir yana bırakır, iskeledeki koşuşturmalarını izler, birbirlerine ettikleri ve benim şimdiye kadar neredeyse hiç duymadığım tertemiz küfürlerini zihnime kaydeder, heyecanlarına, mutluluklarına, çocukluklarına ortak olurdum.
İşte, altı arkadaş daha geldiler. Ufacıklar. Yanlarında getirdikleri torbayı da –içinde kuru ekmek ve siyah bir pantolon var sanırım- bizim ihtiyarların göz nuru ağacına astılar. İhtiyarlar şu an ateşli bir şekilde tartışmaktalar. Henüz ağaca asılan torbayı görmediler. Bizim çocuklar da sahilde bir yandan soyunup, diğer yandan konuşuyorlar:
-Gircen mi len?
-I ıh…
-Sen?
-Soğuk mudur ki?
-Soğuktur elbet.
-Belki girerim, azcık oturem.
-O zaman Kemal, sen, ben, bir de İso. Hadi İso!
YORUMLAR
Sonuna kadar keyifle okudum, ama son kısımda donup kaldım. Bitti mi yani dedim...Devam edecek diye bir şey de yazmadınız..Eğer böyle bitiyorsa olmadı derim...Yok eğer devam edecekse, bir dahaki bölümü beklerim...
Saygılar...