Kimlik
Bir giydiğini bir daha giymeyen, saç stilinde denemediği model, renk kalmayan, bakılmayı, beğenilmeyi, yeniliği seven, modayla oldukça içli dışlı bir kızdı. Saydığım bu özelliklerine bir türlü ısınamasam da, kendimi onu sevmekten alıkoyamıyorum.
Tam on beş yıldır Moda’daki evimden kalkıp Beyoğlu’na çalıştığı mağazaya onu ziyarete gidiyorum. Her sabah. On beş yıl. Daha bir gün olsun izin kullandığını görmedim, her gittiğimde oradaydı. Ben daha önce işini bu kadar severek yapan bir insan görmemiştim. Müşterilerini ilk o karşılar, güleryüzünü onlardan hiçbir zaman eksik etmezdi. Sanki günlük rutin makyajıydı bu gülümseyiş, hiç değişmezdi.
Onu o mağazanın dışında hiç görmedim. Hep bir gün gitmeyi bıraksam merak edip o gelir mi peşimden diye düşündüm durdum, ama göze alamadım gelmemesini. Çok denedim, on beş yıl uğraştım, ufacık bir akşam yemeği için. Kabul etmedi. Canıma tak eden günlerden birinde onu iş çıkışı takip etmeye karar verdim, o kadar vakit geçmişti, en azından nerede oturduğunu öğrenmeyi hakettiğimi düşünüyordum. Gece geç saatlere kadar bekledim. Dışarı çıkmadı. Ertesi gün tekrar bekledim. Yine gelmedi. Yatacak yeri, kalacak bir evi mi yoktu, patronuyla gizli bir ilişkisi mi vardı, neden vazgeçemiyor bir türlü buradan diye çok düşündüm. Bulamadım.
Yine onu ziyarete gittiğim sabahlardan birinde ‘Seni buralardan götüreceğim. Benimle gelir misin’ diye sordum. ‘Burada ne kadar kazanıyorsan sana iki katını veririm.’ Gelmedi. Böylece yatalak bir annesi, lösemili bir kızı olması gibi kafamdaki düzinelerce ihtimalden birkaçı elenmişti. Mesele para değildi. Peki neydi. Her sabah böyle sorularla onu köşeye sıkıştırmaya başladım ve sonunda utanıp da bir türlü sormayı beceremediğim tek ihtimal kaldı ellerimde. Patronuyla ilişkisi vardı, artık kim karşıma ne delille çıkarsa çıksın aksine inanmayacağım bir gerçekti bu ilişki.
Gittim patronuyla konuştum. İşçilerinden herhangi biriyle ilişkisi olması ihtimali üzerinden diyaloglar kurdum, ismini vermeyi göze alamadım. Bir yanım hala bu ilişkiyi yalanlıyordu çünkü. Beni uzun uzun dinledi ve sonunda böyle bir şeyin mümkün olmayacağını, evli olduğunu ve karısını çok sevdiğini söyledi. ‘O zaman izin ver alıp götüreyim buradan’ dedim. ‘Onun iyiliği için, bırak onu benimle gelsin. Lütfen.’ Beni iterek uzaklaştırdı yanından, ‘Satılık değil kardeşim’ dedi. Damarıma basmayacaktı, bir hınçla yumruk attım. Şiddetli bir kavgaya giriştik, araya girenler oldu, komşular müşteriler etrafımızda toplandı. Sonra polisler geldi, kalabalığı yararak götürdüler beni, onun gözlerinin önünde. Hiç bu kadar aşağılanmamıştım, belki de aşağılanmıştım, ama hiç bu kadar acıtmamıştı.
Patron, ‘Deli bu, bırakın gitsin.’ diyerek şikayetini geri aldı da ikinci günün sonunda anca öyle çıktım oradan. Hemen eve gidip duş aldım, dolaptan takım elbisemi çıkardım, kravatımı bağladım, ayakkabılarımı boyadım, saçlarımı taradım, kaşlarımı düzelttim. Bu sefer dedim içimden, bu sefer ikna edeceğim seni, iş işten geçmeden.
Olmadı, yine tek kelime etmedi. On beş yıldır, o güzel dudaklarının küçük bir hareketi, o tatlı dilinden çıkacak herhangi bir harf için geliyordum bu kadar yolu, artık yetmişti. Bacaklarından yakaladığım gibi kucağıma alıp koşarak uzaklaştım oradan. Peşimden gelip yakaladılar, yine bir kalabalık, yine polisler, yine nezaret, yine şikayet, yine geri.
O, on beş yıldır öylece, bıraktığım yerde, mağazanın vitrininde hareketsiz şekilde duruyor, biliyorum beni bekliyor. Yarın sabah yine onu görmeye gideceğim. Bekle beni sevgilim.
YORUMLAR
İnsanın nerede durduğundan ziyade nereye baktığı Olduğu yeri tesbit açısından daha bir önem arz eder.Sanırım Valeriydi.''Güzel olan hiç bir şey Hülasa edilemez'' demiş.Orjinallik adına yazınız ve konusu çok güzel.Keşke Kahramanı siz olmasaydınız.<<Modadaki evinden çıkar her sabah onu görmeye giderdi>>üslübuyla yazılsa daha baskın bir hikaye olurdu.
Zevkle okudum.Ellerinize sağlık.