Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/ŞİŞHANE’DE RAHİME (LOHUSA) KADIN
Okmeydanı’nda bir cami.. Gürsel Mahallesi Camii. SSK önlerine çok güzel bir görünüm yansıtıyor. Varıp tarihini araştırıyorum. 1980 yılında inşası başlamış. 20 yıldır süren yapım işlerine rağmen halâ tamamlanmış değil. Eh.. Türkiye denen İslâm ülkesinde camilere ödenek mi var ki.. Soyguncuya, vurguncuya, hayâli bankacıya, ya da bu manâlarla iç içe büyüyüp maraz olarak doğan madde veletlerine pay ayıran devlet, Müslüman’lar adına yeri gelince Diyanet’in gücünü kullanır, ama kendi gücünün kullanılmasına imkân tanımaz. Hâl böyle olunca da; “kendi camiini kendin yap!” sloganından öteye geçmeyen bir hiyerarşi dışında kalınmışlığın neticesi olarak da; Osmanlı mimarisine haslet duyan bir zihniyet Fatih’e, Süleymaniye’ye benzer ibadethane yapmaya kalkarsa 20 yıl Allah rızasına talim eder.
İşte bu camiyi, en şaşaalısını üç beş yılda yapmış olan Osmanlı eseri zannettim. Lâkin karşıma 20 yıllık bir rıza talimi çıktı ve halâ bu camide eksiklikler mevcut.
Böylesine milli gönül kırgınlığı içinde veda etiğimi Kâğıthane’den Fetihtepe’ye varıyorum. Bir Osmanlı mimarisi ararken arada da 20 yılda tamamlandığı anlatılan bu devrin camisiyle karşılaşıyor ve soruyorum; “bu civarda Osmanlı’ya ait cami nerede var?” Fetihtepe İmamı; “Piyalepaşa, orada.. Piyalepaşa!” diyor. İstanbul’u gayet iyi tanıyan bir doktor dostumun dediği gibi bu bin yılda gezsem, bin yılda yazamam. Ama hiç tanımamak ve yazamamak da var. Bu niyetle Fikirtepe’den de umutsuz ayrılıp Halıcıoğlu semtinden Kulaksız’a geçiyorum. Genişçe yamaçta yer alan Tarihî Kulaksız Mezarlığı’nda belki bir şeyler bulurum umudum doğuyor. Mezar taşlarını bir bir yokluyorum. Yokladıkça da Tarihî kelimesini yok edici, yeni devire ait isimler okuyorum. Hülâsa Tarihî Kulaksız Mezarlığı’nda sembolik bir mazi ibaresi buluyorum.
.. Ve Piyale! Diyorum, nerde Piyalepaşa!
Lâkin yorgunum, saatlerdir yürüyorum. Piyalepaşa, Kulaksız’dan içte arkalarda bir yerdeymiş. Yine bir başka zamana deyip Kulaksız Mezarlığı’nın düzlüğünde Zindan Arkası Mezarlığı’na yol veren Seferikoz Camii’ni, karşı parkından seyrediyorum. Caminin zemin katı odalarını tam ortadan ikiye ayırıp burayı, birkaç metrelik, Zindan Kapı’ya caddelerden varan yol yapmışlar. Bu; birinci özellik Seferikoz’da. İkinciye gelince, o da minare Hilâl kısmında Sarık modelin oturtulması.. Sarık, malûm ki ecdadın kendisine fani dünyada her an başucunda hissettiği çok yakın ölüm hazırlığıydı. O sarık ki şu kefendi. Hâl bu. Aradığınız manâyı her eserde bulduracak nice ecdad yadigârı var da, ona bakacak göz ve onu tanıyacak izan var mı, bu meçhul.
Kulaksız’ın bir iki beden büyüğü Kasımpaşa’da Eğriboz ve Seyit Ali Çelebi camilerini gezdikten sonra Beyoğlu’na iniyorum. Burada da Kasımpaşa Camii ile tanışıyorum. Her hâliyle güzel ve Osmanlı’nın Geç Devir eserlerinden. Avlusundaki inşaat malzemelerine bakılırsa tadilatta. Güzelce Kasımpaşa (Büyük Camii) Muvakithanesi de bu avluda yer alıyor.
..Ve biraz ilerisinde Haliç’e nazır parkta Cezayirli Gazi Hasan Paşa’mız Haliç tersanesine mütenasib ehliyetiyle solundaki kükremiş Aslan’ın pozuna gülümsüyor. Sanki; “ben senden geri kalır Aslan mıyım da, benim nezaretimde bana bu poz!” dercesine ceddin veledine ibret gönderiyor. Bunda bir ibret var da, acaba elleri parmaklara kördüğümleşen, gözleri bakışlara esirleşen neslin alışkanlığı, tefekküre dokunma ve anlama zahmetiyle ne kadar tanışık, onu bilemiyorum.
“Birkaç ciddi eser için, bu kadar yol mu gidilir” hissiyatını aklıma düşüren fikrime; “dur olduğun yerde, 30 kuşatma ve onca şehit veya ölü. Onca iman ve insan gücünden feyzle, Resulûllah’ın müjdesini kazanma mücadelesi veya Hadis-i Şerif’i tanımaz, bilmezlerin İhtiras-ı Vataniyye’den gelen imparatorluk düşleri.. tarafınca ancak gittiğin yollar boyu anlaşılacaktır. Durma yürü!” emrini veriyor. Hic tanıyamadığım bu şehri, hiç olmazsa nefsimin azdırıcısı mutfağım kadar tanımam gerek. Yine ayak emri, yine yoldayım.
Profesör Doktor Semavi Eyice’nin kaleme alıp İstanbul Bülteni’nde neşrettirdiği makalede yüzlerce eserin tahrib mekânı olarak gösterilen Galata’ya ha vardım, ha varıyorum derken, bilhassa içinde birçok denizce kabri varken yok olan Şişhane yokuşlarında tek bir türbe çarpıyor gözümü. Aklıma ilk takılan, acaba Subaşı mı, Kürkçübaşı mı ya da Muharebebaşı mı gibi er kişilerden, varıp bir Evliya Kadın’la oğulcuğunu muhafaza eden bir türbe buluyorum. Rahime (Loğusa) Kadın türbesi. Ve işte hikâyesi; “Loğusa Kadın (rahime Sultan) İstanbul’un kadın evliyalarından olup hayatı hakkında kesin bir bilgi yoktur. 1647’de vefat eden Loğusa Kadın’ın kocası Yeniçeri imiş. Eğri Savaşı’na katılacakmış. Ancak hanımı Rahime Sultan hamile olduğu için, onu nereye ve kime bırakacağını bilmiyormuş. Günlerce süren müracaatlardan netice almayınca ellerin gökyüzüne kaldırarak; “Ey yüce Rabb’im! Savaşa gidiyorum. Karımın karnındaki evlâdımı sana emanet ediyorum” diye dua etmiş. Daha sonra da savaş hazırlıklarını tamamlayıp orduya katılmış.
Dört ay sonra Rahime Sultan çocuğunu doğuramadan vefat etmiş. Semt halkı da naşını bu türbenin olduğu yere defnetmiş. Ancak Rahime Sultan’ın karnındaki çocuk sağmış. Annesini mezara verilişinden üç gün sonra (!) dünyaya gelmiş ve süt emmeye başlamış. Çocuk, ölü annesinin göğsünden süt buluyor, karnını doyuruyor. Nerede, nasıl yaşadığının farkına varmadan uyuyormuş.
Rahime Kadın’ın kocası Eğri Savaşı’ndan hanımının ölümünden yedi gün sonra dönmüş. Hanımını sormuş, semt, komşu halkı üzüntüyle kendisine durumu anlatmışlar. Yeniçeri; “Karımı da, yavrumu da ben Allah’a emanet ettim” diye haykırıyormuş. Komşularını da alarak mezara gelmiş ve mezardan yükselen çocuk sesi üzerine onu açmışlar ve görmüşler ki annenin cesedi çürümüş ama sağ memesi dipdiri ve çocuk sağ memeden emiyor.
Bu çocuk mezardan alınıyor, yetiştiriliyor. Dönemin önemli devlet adamlarından oluyor. Öldüğünde de annesinin yanına gömülüyor.”
Lohusa Kadın’ın hikâyesi böyle. Türbede başta Yeniçeri kocanın adı, sonda da devlet adamı çocuğun adları geçmiyor. Farzedin ki isimleri veren tarih ve belgesi yok. Farzedin ki 1647’de, 1617’nin Sultan Ahmet I döneminden bahsedildi. Olabilir.. Ne dedik yazımızın başlarında; NİYET. Şu hâlde Loğusa Kadın (Rahime Sultan) Türbesi’ndeki bilgilerin bir kısım aklımıza yatmaz satırı veya kelimesini doğruydu, yanlıştı gibi yorumlayıp, Eğri’ye doğrultmaya çalışan bir Allah dostunun Loğusa Kadın’ına ezamızla yaklaşarak ukalâ âlimliği yapamayız.
Şişhane yokuşundan Galata’ya geçecek bir Allah kuluna, oto denilen yol canavarları bir türlü yol vermeyince ona da kendine teselli mırltıları üretmek kaldı. Kulaksız’dan, Rahime Sultan’a dek ulvî âlemin içte kalan tarafını göremesek de duygularımız ve özlemlerimiz o yöne aktığından bizi Galata’ya geçirtmeyen yol canavarlarının kasdını rahatlıkla anlıyoruz. Galata’da tarihin seyri içinde hiç hoş olmayan eser tahribatı yaşanmış. Sayalım; Molla Gürani, Alaca, Bektaş Efendi, bereketzâde mescidleriyle, Karaköy Camii yıktırılıp yokedilenlerden. Bunların yanı sıra sebil ve çeşmeler de tarihi tahribatlardan nasibini almışlar. Kim bilir, bunun içindir ki yol canavarlarından yol müsaadesi alınamıyor..
Galata demişken, Yeraltı Camii’nden de kısaca bir not düşelim. Adından da anlaşılacağı üzere Yeraltı Camii doksan-yüz kavisli kolon aralarındaki ibadet alanlarıyla ve sadece beyaz renk hâkimiyetiyle dikkati çekiyor. Çok geniş bir alanı var ve girişin solunda Ashab-ı Kiram’dan Süfyan ibn Ubeyne (R.A.) ile yine Ashab-ı Kiram’dan Vehb ibn Huşeyre (R.A.) ve Amr ibn-el’as (R.A.) Hazretleri’nin türbeleri bulunuyor ki, muhteşem bir ışıklandırmayla adeta bütün ziyaretçileri cazibelerine kaptırıyorlar.
Namaza edaya gelenlerse bu caminin ulviyetinde dalıp dalıp gidiyorlar. Bu da Galata’nın 2. yüzü..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.