Gamlı Hatıra
Boyası pul pul dökülmüş eski kulpu tutup kendime doğru çektim ve sürtünerek açılan pencereden dışarıya bakmaya başladım. Oysa şimdi musalla taşı gibi karşımda duran masada ders çalışmalıydım. Beynimi kaplayan tüm fikirlerden arınıp çabalamalıydım. Ama pervaza konan bir güvercin, yağan yağmur ve koşan çocuk beni sihirli bir âleme davet ediyor. Buz gibi hava odayı doldururken, ben sadece izliyorum. Hemen önümdeki incir ağacı yapraklarının rüzgârda birbirine çarparken çıkardığı sesi dinliyorum. O gün masaya döneceğime, o pencerenin önünde bir asır öylece kalmayı dilerdim. Hatta bu beni tüm dünya hazineleri önüme serilmişçesine sevindirirdi.
Bu dünyada tembel olmak en büyük kabahat! Oysa bilmezler; en asil meslek tembelliktir. Özgür olduklarını sana ahmaklar tutsaktırlar aslında. Biri yanıma gelip dememiş miydi: “Aylaklık da bir yere kadar. Çok pişman olursun ileride!” Ah! Ne söylenir ki bu söze?
Karşı dairenin perdesinde bir kıpırdanma. Kulağında telefon, alnı cama dayalı, gözleri ıslak, yüzünün her çizgisi mana dolu bir kız… O kadar yakın ki nefesini hissediyorum. Aramızda sadece ağaç... Gözleri camdaki bir lekeye mıhlı, bir kartpostal sanki… Dudakları kıpırdıyor sadece. İncir ağacının çaldığı müziğe eşlik ediyor. Kim bilir kime şarkı söylüyor bu kız? Biraz yavaşlayan yağmur yine şiddetleniyor ve kız telefonu kapatıyor. Bir an sadece bir an, kazayla gözü gözüme ilişiyor. Yanınızdan hızlıca geçen bir vagondaki kızla ne kadar göz göze gelebilirsiniz? Perde çekiliyor. Kızın camda bıraktığı buğu hala yerli yerinde ama bu gamlı hatırada siliniyor siliniyor ve sahibi gibi kayboluyor. Bir cesed nasıl soğursa öyle…
Ve sonra elinde baltayla gelen bir adam incir ağacını kesmeye başlıyor, diğeri güvercinin başını koparıyor, çocuk yere düşüp ağlamaya başlıyor ve büyük bir sel her yeri tarumar ediyor. Pencere bu kez sürtünerek kapanıyor. Hiçbir şey olmamış gibi. Zamanı geri sararak… Ve musalla taşında bir adam…