- 598 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kıyılmış hayatlar kıyılmış zamanlara yayılıyordu…
Kıyılmış hayatlar kıyılmış zamanlara yayılıyordu…
Artık her şey bir sona yaklaştıkça içimdeki sıkıntılar bunun ispatıydı…
Bir yudumda içeceğimi sandığım nefeslerini artık kesik kesik soluklarla içimde hissediyordum…
Önümüzde gittikçe yükselen bir duvar vardı sanki…
Her şey yeryüzüne göre terskepçe dikilmişti karşıma…
Sanki bütün çıkmaz sokaklar benim adımlamam için sırasını bekliyordu…
İçimdeki sıkıntıya bir hükmede bilsem, her şeyi ezmek için, karşıma dikecektim…
Her ses, her tını, her cümle kelimeleri sıra sıra dizilmiş gibi karşıma diklemesine çıkıyor ve aşmamam için engel peydahlıyordu önümde…
Bir türlü bitti, bitmeli diyemiyor, karşımda bir heykel gibi durup gözyaşlarını içine yudumluyordu…
Severek, hem de ölesiye severek gidiyordu… Ben bunu hissettikçe, içimde dönüp duran hortumların yüksekliğine bakıyordum… Aşmam, kaçmam mümkün değildi, içim kanıyor gibi, ılık sıcaklıklar içime doluyordu… Ve istersen gitmek, istersen git diyemiyordum… Kendi dünyasındaki şartlara kapılmıştı…
Sudan, selden, ilgisiz şeylerden bahsettikçe neden, neden dökülemiyor diyordum… Neden dostdoğru dikilse, gidiyorum, gitmem gerekli diyebilse, yanardağlar gibi gümbürdeyecekti içim ve kusma hislerimi
terk edip, haline bırakacaktım onu…
Ama
ağlayarak gitmek, ağlatmaktan zevk almak değildi…
İnadına bir gidiş değildi ve bir kadın inadına ağlamıyordu…
Artık kendimi, kendime terk edecek gücüm yoktu…
Pervasız kalmak, vurdumduymaz olmak da güç işiydi ve ben güçsüzdüm…
Terk edilmişliğin sancıları şimdiden derilerimi sarsıyordu…
Sigaram elimin titremesi ile sallanıyor, az önce çektiğim son duman dağlıyor içimi…
Alevlerle adın yazılmış adı, ismi, yudumlayarak silmek, söndürmek, közünü ise çevirmek bu olsa gerek… Bu olsa gerek…
Ne ondan gidiyorum, demeye, ne de benden gidiyorsun, yani bitiriyor muyuz demeye güç kalmamıştı…
Uzaktan sahipsiz köpeklerin havlama sesleri geliyordu… Ve güneş son hızı ile kızgınlığın rengini körfein koyulaşan suyuna bırakıyordu…
Hani herkesin gurup vakti dediği, güneş sönmesi saatindeki gözlerimden dumanlı bakışlar karışıyordu
körfeze bakan gözlerimden…
Niye yanındaydım, neden yanımdaydı?
Sanki birbirimizdeki kopuşların acısını, körfezin berraklaşmış sularındaki durgunlukla hafifletecektik…
Kıyılmış hayatlar kıyılmış zamanlara yayılıyordu…
Ve uzaktan ilk yıldız rengini ve yerini gösterirken birbirimizin yüzünde vazgeçilmiş niyetleri ve verilmiş kararları arıyorduk… Belki de korkusuzluk korkusu buydu ki kendine dirençle sahip olmak…
Boşverilmiş bir geçmiş yoktu bizim ardımızda ve ilgisiz kalacağımız bir gelecek da yoktu, sadece an zamanını yudumluyorduk…
Biz geçmişimizde hiçbir çocuğun topunu patlatmamıştık... Ve hayata dik durmayı öğrenmiştik…
Oysa şimdi kendimize söz geçiremiyor, kendimizi dik tutamıyorduk…
Yaşam, birbirinden ayrılan sevgililerin gölgeleri çiğneyenlerle dolu… Bir de biz katılıyorduk, katılıyorduk aralarına…
Artık güneşin geç doğacağı zamanları karşılamaya hazırlanıyorduk…
Parçalanarak vedalaşma belki de buydu…
Belki de birbirinin parçalarını alarak ilk giden biz değildik ama son giden de olmayacağımızı bilmek de bir başka acıtıyordu içimizi…
Kimse ayrılığım kolaydı demesin ki, biz içinde yüzüyorduk bu derya denizin…
Evet… Adam gibi gideceksin, yırtmadan yüreği, dağıtmadan düşünceleri parçalamadan gideceksin…
Sinsi gidişlerdir ki yüreğimizi darmadağın eden ve utandıran… Ve kayboluşlarda nefes aldıran ki yalnızlaştıran… Adressiz mektuplar beklettiren, sayfalarında mürekkebi uçmuş eski mektupları tekrar tekrar okutturan, sevgili hasretini yüreğe kazıtan, ayrılık şarkılarında kendini arattıran ve her tınısını ezberlediğin şarkıları tekrar tekrar dinlettiren, cümlelerdeki kelimelerin canın yakarken acıttıran bir korku gözü ile hayata baktıran gidişlerle olmasın… Adam gibi gideceksin onurluca, arlıca, şereflice…
Veda cümlesini kullanarak, ben senden gittim, kusura bakma iyilikle kal demeden, boğazda nefesler ukdeleşmeden gideceksin, mertçe ben gidiyorum diyebilerek gideceksin, hesapsızlıkla değil, bütün hesapların görülmesine meydan vererek gideceksin… Bu sen bile olsan bu beklenirdi senden…
Gitmelerin özrü olmaz…
Sadece mantıklı sebebi olur ki bu ortak düşüncede birleşmeli…
Sen bana bu hayatta fazlasın da demek, diyen için de pek o kadar kolay değildi…
Ne bir an ötesi ne de bir zaman geçmişi vardı bu sıkıntıları, tekrar yaşamak için…
Ardımızda ve önümüzde iki mutluluk duvarı örülmüş bir yükseklik engeli vardı…
Aşmak ve atlamak son veda cümlesini unutmak kadar zordu…
Sevmek ve sevilmek bağı birbirine bukağı ile bağlaşmıştı ve arada kalın bir zincir vardı…
Her şey bir gülme ve ağlama arasına sıkışmıştı ki arası baş döndürücü bir boşluktu…
Ansızın “gidiyorsun galiba” dedim…
“Gidiyorsun ki… Git…”
“Bari ben demiş olayım ki gitme sebebin olsun… Terk edilmiş ne kadar düşünce varsa ki, hepsinin içinde kaldık… ”
Her şey terk etme ve terk edilme düşüncelerinin içinde kalmıştı…
Bezginliği yüreğime vurma…
Bir yudumluk suydu sevgide kalış zamanımız…
Ama
terlerimiz hâlâ devam ediyor bedenimizde…
Bir geceyle gün sonu arasındaki zaman artık bize faydasızdı…
Sağır duygularımın ardından sana haykıracağım…
Beni benle terbiye etme…
Beni benle utandırma…
Hızlı oklarını yaylarından bana doğru yöneltme…
Bir kılıç darbesini belime küstahça vurma…
Aşkları anlatan güzel şiirleri, masalları bana anlatma…
Bana…
Mor düşlerimi siyahla çerçeveleyip,
tersyüz ettirme bana…
Gururunun hoyrat tutuşlarını bana yapıştırıp,
bezginliği yüreğime, vurma…
Vurma,
vurdukça serme beni yere…
Lacivert düşlerim en uçuk mavideyken
koyverdin beni uçurumun koyu dip karanlığına…
Hey hat…
Bu azgın rüzgâr, es ki, başımdan git…
Koyver yakamı tırnaklarının arasından…
Birkaç adım daha atsam…
Atsam ki,
batağın ta içine gömülecektim…
Sadece bakındım bu çorak topraklara, selden göçükte kalmış yamaç evlerine, yüreğimdeki titremelerime…
Gitmelere, eski anı toplamıma,
Ve
Kendime
ve sana baktım yorgun gecenin, yorgun gözleriyle, hiçbirinin altında bir ışık yok… Hepsi zifir mavi…
Hepsi yozlaşmış, safransarısı kırmızı koyusu…
Bir yerlerde açık mavi kalmamış… Hepsinin içine acısu eklenmiş ve karanlık…
Alnımı düz fayanslı duvara çaktırıyorum farkındasızlık ve de koyvermişlik, boşvermişliğe…
Daha fazla zorlamaya ne gerek var…
Terk et kendini kaderinin soğuk kollarının arasına…
Oysa,
kırık musluklu yalaklara ciğer soğutacak sular, dağın yamaçlarından akıyordu…
Oysa… Oysa…
Umudun aydınlığa çıktığı yerde yaşam yeniden mi başlardı sorusu beynime çakılıyordu…
Herhâlde düşekalka, tekbaşa, yalnızbaşa, yürümek bu olsa gerek…
Artık hasreti düşmüş mavi gözlerin rengi içime…
Hasret başlar bir döngüyle, gidenler ve kalanlar, yalnızlığa terk edilenlerle ve yalnızlaşanlarda…
Mustafa Yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.