at
Siyah renginin altındaki asil ruhunu, sadakati, kuvveti ve güzelliğini, ilk bakışta ondan bir parça olduğunu zannettiğiniz gümüş işlemeli siyah eyeri tamamlıyor, mükemmelleştiriyordu. Onu görüp de unutmak, ona sahip olmayı arzulamamak, dönüp bir defa bakmamak mümkün değildi. Bütün bu özellikleriyle hak ettiği bir isim taşıyordu; Karabey. Onu görebilmek için saatlerce yürüyerek vardığımız yaylanın sisten ve akşamın ilk karanlığından siluetleri seçilebilen evleri arasından geçerken uzaklardan duyulan sesi, yüreklerimize serin bir esintinin ürpertisini hissettiriyordu.
Sabah olduğunda ilk işimiz ahırın kapısını açıp, geldiğimizi ona haber vermek oldu. Niyetimizi anlamış olduğunu başını yukarıya doğru kaldırarak kısa bir “hoş geldiniz” diyerek geçiştirdi ve önüne konulan torbadaki yemini katur kutur sesleriyle öğütmeye başladı. O gün bütün vaktimi onu seyrederek, onu seyrettiğimi de fark etmesini sağlamak için yazarken bile hafiften utandığımı hissettiğim sesler çıkararak ve hareketler yaparak geçirdim. Ertesi gün aynı heyecanla ahırın kapısına vardığımda yerinde olmadığını gördüm. Sorduğumda bana meranın bugün serbest bırakıldığını ve Kara bey’in de oraya otlamaya götürüldüğünü öğrendim. Yayladaki çocuklar gümüş işlemeli eyeri ahır kapısının yanındaki yerinden almış, yaylaya genellikle odun taşımak maksadıyla getirilen, komşularımızın eşeğinin sırtına koymuşlar, ellerinde sopalar ile “deh... deh” diye bağırarak kendilerine oyun kurmuşlardı.
Eşek sırtına vurulan gümüş işlemeli, siyah deri eyerin azametinin ağırlığı altında ezilmiş, ne yapacağını şaşırmış, etrafına bakınıp duruyordu. Üzerindeki heybetli elbiseye uyabilmek uğruna başını dik tutmaya çalışıyor, kulaklarını dimdik hale getiriyor, başını yana doğru çevirip sırtındaki eyere göz atıyor, müstehzi kahkahalarla onu seyreden kalabalığa bakıp önce kulaklarını iki yana düşürüyor sonra başını aşağıya doğru eğiyordu. At gibi davranmaya çalışması onu komik hale sokuyor, sırtına vurulan eyerin duruşunun eğretiliği, eyerin ona ait olmadığını, onun da eyere ait olmadığını gayet bariz bir şekilde açıklıyordu. Oysa o bir eşek idi ve hiçbir eşek, sırtına eyer vurulmakla “at” olmazdı. Fakat eşekler bu durumu anlamakta zorluk çekerler ve eyer sırtlarında olduğu sürece kendilerini “at” zannederlerdi. Ancak bu eşek etrafına toplanan kalabalığın alaycı kahkahalarının ve bakışlarının eşeklik haysiyetine mıh gibi saplanmasından mahcup ve mağdur oluyordu. O bir eşek idi ve eşek kalmalıydı, eşek olduğunu idrak eder, aslı gibi davranır ve sırtına semeri vurulursa kimse onunla alay edemez, aşağılayamazdı. Hareketlerinden anlaşılıyordu ki o, eşek olduğunun farkında olan bir eşek idi ve itibarını geri istiyordu. Her gün odun taşıdığı, kenarlarının yırtığından samanlar sarkan, eski ve kirli semerini istiyordu. O semerle gerine gerine yatacağı bir yere kavuşmuş, karnı doymuş, sahibi tarafından ödüllendirilmiş ve kimse onunla alay etmemiş, gülünç olmamıştı.
Çocuklar, büyüklerin uyarısıyla eyeri eşeğin sırtından alıp, semerini yerleştirmişler, kolanlarını bağlayıp salıvermişlerdi. Asıl kimliğiyle bütünleşen eşek, mutluluk içinde hızlı adımlarla oradan uzaklaşmış, adeta rahatlamıştı.
Dikkatimizi birazcık toplayıp etrafımızı gözlediğimizde, daha önce baktığımız ama göremediğimiz nice olayların, varlıkların olduğunu fark ederiz. Sadece biraz dikkat ve sabır, bir sürü eşeğin sırtına geçirdiği veya sırtlarına geçirilmiş eyer ile kendisini “at” zannettiğini , “at” gibi yürümeye, koşmaya çalıştığını görecek ve hallerine gülmekten kendinizi alamayacaksınız. Eğer elinizden gelirse, lütfen eşeklerin sırtlarındaki eyerleri alınız ve semerlerini geri veriniz ki; onlara yapılan zulüm bitsin, asıllarına ruc’ü edip içinde bulundukları gülünç vaziyetten kurtulabilsinler.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.