- 993 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KÖYE GİDEN YOL
KÖYE GİDEN YOL
Göçü traktöre yüklediğimizde babam savaş kazanmış kahraman gibi römorka çıktı. Eve ve köye şöyle bir baktı. Kendi kendine; “Bak köylü, Ömer nasıl zengin olacak. Üç dört sene sonra, altımda sıfır araba ve cebim para dolu sizi ziyarete geleceğim.” Dedi.
İlçeye göçümüz gelmiş, babamın kiraladığı iki oda bir salon bodrum katına yerleşmiştik. Ben Kümbet İlköğretim Okulu üçüncü sınıfına kayıt olmuştum. Yeni arkadaşlar, yeni bir okul. Öğretmenim de değişmişti. Köyde İki sene beni Meftune Öğretmen okutmuştu. Artık Yusuf Öğretmen okutacaktı. Yeni okulum köydeki okulumuza hiç benzemiyordu. Kocaman iki binadan oluşuyordu. Birine eski bina birine yeni bina diyorlardı. Bizim sınıf eski binadaydı. Köydeki okulumuz önceden köy konağı iken okul olarak düzenlenmiş. Küçük bir binaydı.
Babam traktörü sattı. Yeni bir iş kurmak istiyordu. Anneme anlatırken duydum; “Bak hanım bu alleflik (Tarım ürünleri alıp satma işi) işinde çok para var. Buğdayı ikiye alıp üçe satacaksın, arpayı ikiye alacaksın biraz bekletip dörde satacaksın. Zengin olacağız hanım inşallah zengin.” Diyordu.
Babam yeni işine gidip geliyor. Ben okuluma devam ediyorum. Küçük kardeşim apartmandaki amca ve teyzelerin sevgilisi olmuştu. Evden eve dolaşıyordu. Küçük kardeşimi sevmek için hangi komşumuzun eve aldığını bilemezdik. On daireden oluşan apartmanın tüm zillerine basar, Nilsu kimde diye sorardık. Annem şehre gelmemize pek memnun olmamıştı. Sorumluluğu ve işi artmıştı. Sabah yoğun trafikte başıma bir iş gelmesin diye beni okula bırakıyor, kardeşimin ihtiyaçlarını giderip evin işlerine koyuluyordu. Evimiz bodrum katı olduğu için temizliği zor oluyordu. Hem bizim ev nemleniyordu. Annem buna da çok bozuluyordu.
Babam bize bir şey söylemiyordu fakat yeni işinde başarısız olmuştu. İşi iyi gitmiyordu. Gece bizi yatırdıktan sonra annemle konuşmalarını duyuyordum. Bir müddet sonra işyerini bir başkasına devrederek o işi bıraktığını anneme söyledi.
Babam artık kol kuvvetiyle çalışarak evimizi geçindirecekti. Bu ilçede fabrikalar, büyük atölyeler yoktu. Herkes kendi yağıyla kavrulup gidiyordu (Herkes kendi başının derdine bakıyordu). Ayağını yorganına göre uzatmayanlar (Hesabını bilmeyenler) perişan oluyorlardı.
Babam inşatta çalışıyordu. Beş katlı bir apartman inşaatının beşinci katının betonu dökülecekti. Babam pek becerikli birisi değildi. Hele inşaat işlerinden biraz da korkardı. Onda yükseklik korkusu vardı. Patronu babama makine betonu kolonlara dökerken hortumun yanında dur, dışarı dökülen harcı kürekle kolonlara itele demiş. Ben bu güm rüyamda bizim evin etrafında bir kalabalığın toplandığını, annemin ağladığını, sonrada annemin kardeşimin bir bulutun içinde kaybolduklarını görmüştüm. Anneme anlatım. O “hayırdır inşallah” dedi. Fakat o güzel yüzü birden soldu. Belli ki benim rüyam onu korkutmuştu.
Babam inşaat işinin acemisi olduğundan tedbirsiz davranmış. Harç akacak hortumun yanında duruyormuş. Makine hortuma beton bastığında beton hortuma dolunca hortum ileri doğru kımıldamış. Babamı inşaattan aşağıya itmiş. Babam düşmüş. Hemen orada hayatını kaybetmiş. Haber evimize duyuldu. Dünya başımıza yıkıldı. Annem, ben ve küçük kardeşim yetim kalmıştık. Artık babamız yoktu. Evi geçindirme, ev kirasını ödeme anneme kalmıştı. Ben erkek olsam Allahın izniyle annemi yormazdım. Kendim babamın yerine çalışır kazanır evin giderlerini karşılardım. On yaşındaki bir kız çocuğuna kim iş verir de, kim çalıştırır ki.
Annem apartmanın temizlik işlerine bakmaya başladı. Haftada iki sefer merdivenleri ve apartmanın önünü yıkıyor. Bazı aileler ev temizliğine çağırıyorlar. Ev sahibimizden Allah razı olsun, kirayı bir miktar azalttı. Komşularımız ne kadar yardımcı olsalar da şartlar günden güne zorlaşıyordu. Ben bu sene dördüncü sınıftaydım. Kitaplarımı okuldan verdiler. Defterlerimi öğretmenim aldı. Fakat her şey bununla bitmiyordu. Artık benim hiç harçlığım olmuyordu. Arkadaşlarımın babaları her gün az çok harçlık veriyorlar, onlar da kantinden bir şeyler alıyorlardı. Babam varken harçlığım olmasa da pek önemsemiyordum fakat babam öldükten sonra böyle şeyler aklıma geliyor, kendi kendime iç geçiriyordum.
Anneme bir doktorun çocuğuna bakıcı aradığını söylediler. Annem gitti görüştü. Anlaşmışlar. Her gün sabah doktorun öğretmen olan eşi Fadime teyze çocuğu bize bırakıyor, iş çıkışı da gelip alıyordu. Annem artık yalınızca bu çocuğa bakıyor, bir de evde yapılabilen dantel, işleme gibi işler yapıyordu. Geçim sıkıntımız biraz hafiflemişti. Bu sene sonuna kadar böyle devam etti. Doktor amcanın çocuğu ile kardeşim Nilsu yaşıttı. Her ikisi için de iyi olmuştu. Çocuk bizim evde kaldığı zamanın çoğunu kardeşimle oynayarak geçiriyor, bu yüzden annem zorluk çekmiyordu. Tam şansımız döndü diye düşünmeye başlamıştım. Doktor amcanın tayininin başka bir ile çıktığını söylediler. Annemi yine kara bir düşünce sardı. Şimdi ne yapacaktı. Yeniden ev ve apartman temizliğine mi dönmeliydi? Annem bu düşüncelerle boğuşuyordu.
Komşumuzun oğlu Ahmet bisikletine binmiş bizim apartmanın etrafında dolaşıyordu. Kardeşim Nilsu Ahmet’in önüne çıkıp. Men de binecem men de binecem diye yolunu kesiyordu. Ben de bineceğim demeye dili dönmüyor, kelimeleri biraz yuvarlayarak söylüyordu. Ahmet anneme:
- Teyze Nilsu bisiklete binmek istiyor.
- Ahmet o binemez.
- Bırakmıyor beni.
- Bisikletin arkasına bindir de geri indir. Sakın yürütme bisikleti.
- Şöyle bir dolaştırıp getiririm.
- Hayır düşer.
- Teyze bak nasıl sağlam tutuyor. Bu kız düşmez.
- Ben iki tekerli her şeyden korkarım.
- Teyze güldürme adamı. İnsanlar bisikletlerle ne numaralar yapıyor bir bilsen.
- Bilmem ben hep korkmuşumdur.
- Bu kız inmiyor.
- Tut kolundan indir.
- Ağlıyor. Bırak şöyle bir dolaştırayım da gönlü olsun.
- Tamam ama dikkat et.
-Tamam.
Ahmet Nilsu’yu bisikletle bir defa apartmanın etrafında dolaştırdı getirdi. Çocuk inmek istemeyince bir kere daha dolaştırırım bu son diye pazarlık ettikten sonra ve çocuktan tamam sözü aldıktan sonra bisikletini yürüttü. Ana caddeden yana olan köşeyi dönmüşlerdi ki acı bir firen sesi ile karışık iki çığlık duyuldu. Aklım başımdan çıkmıştı. Ne zaman yola geldim bilmiyorum. Ahmet üç dört metre ileride, kardeşim ise bir beyaz taksinin altında yatıyordu. Ben adeta donmuştum. Annem kazayı görünce olduğu yere yığılıp kaldı. Bayılmıştı. Bir anda orası insan doldu. Nilsu’yu ve Ahmet’i Alıp hemen hastaneye kaldırdılar.
Yola çıkarlarken yolda oldukça hızlı gelen arabayı Ahmet görmüş fakat kaldırıma kaçmaya fırsat bulamamıştı. Araba metrelerce firen yapmasına rağmen yine de duramamış. Bisikletteki çocuklara çarpmış. Ahmet’i fırlatmış ileri atmış fakat Nilsu altına düşmüştü. Kardeşimi kurtarmak için doktorlar çok çalıştılar fakat kurtaramadılar. Ahmet’in kırıkları vardı. Kırıkları sarıldı. Babamdan sonra kardeşimi de torağa verdik. Beyaz arabayı kullananı polis amcalar aldı. Bir çekicide arabayı götürdü. Aradan birkaç gün geçmişti. Annemin ifadesini almak için polis amcalar karakola götürdüler. Annem karakola gitmeden önce kardeşime çarpan arabanın şoförüne beddualar ediyordu fakat karakola gidip geldikten sonra acımaya başladı.
- Anne adama beddua ediyordun şimdi yazık diyorsun neden?
- Kızım daha lise ikinci sınıfta bir çocuk. Ehliyeti yok. Babasının haberi olmadan arabanın anahtarını almış, gezmeye çıkmış. Biraz hızlı gidiyormuş. Babası farkına varmadan arabayı yerine koyacakmış. Çocuklar birden önüne çıkınca telaşlanmış. Firene basayım derken gaza basmış. Araba yavaşlayacağı yere daha da hızlanmış. Hakimin karşısında ağlayıp duruyor.
- Ne olacak şimdi?
- Onu çocuk hapishanesine gönderecekler. Yıllarca hapis yatar dediler.
- Yatsın.
- Öyle deme kızım. Onun da annesi, babası oradaydı. Onlar da bizim kadar üzgünler. Onların da ağlamaktan gözlerine kan dolmuş.
- Benim kardeşim öldü.
- Kızım o gençte yarım öldü sayılır. Yıllarca hapis yattıktan sonra çıkıp hayat kurmak kolay mı?
Annemle yeni bir hayata başlamıştık. Babam ve kardeşim artık yoktu. Annem ve ben vardım. Bir birimize yaslanıp yaşamalıydık.
Annemin eli kolu tutmaz olmuştu. Toparlanması zaman aldı. Bu sürede komşuların yardımlarıyla hayatımızı sürdürdük. Benim de okulum aksamıştı. Annem tekrar evlere temizliğe gitmeye, apartmanın merdivenlerini yıkamaya, ben okuluma başladım. Öğretmenim:
- Eda günlerdir neredesin?
- Öğretmenim duydunuz mu bilmiyorum. Geçenlerde bir trafik kazası olmuştu. Kardeşim arabanın altında kaldı.
- Çok üzüldüm kızım. Başınız sağ olsun.
- Teşekkür ederim öğretmenim.
Sınıfımdaki tüm arkadaşlar çok üzüldüklerini belirttiler.
Anemin kazancı yememize içmemize ancak yetiyordu. Ev kirasını tam veremiyorduk. Eksik ödemek zorunda kalıyorduk. Ev sahibi birkaç ay idare etti fakat bir gün çıktı geldi. Anneme:
- Kızım aylardır garipsiniz, yetimsiz, peş peşe kötü günler yaşadınız diye sesimi çıkarmıyorum fakat artık ya kirayı tam ödersin ya da çık.
- Amca ben yemiyorum, içmiyorum sana kira biriktiriyorum ancak bu kadar oluyor.
- Artık olmaz, kirayı tam isterim.
- Bizim azımızı çoğa say.
- Bak kızım ben de geçim sağlamak için çalışıyorum. Düzenli bir gelirimiz olmazsa ben de perişan olurum. Bana hak ver.
- Tamam amca ucuz bir ev bulana kadar bizi idare ete de evinizden çıkalım.
O günden sonra annemle kenar mahallelerden ev aramaya çıktık. Bir ev bulduk. Ev sahibi:
- Kızım kocan nerede?
- Sizler ömür efendim.
- Ya, başınız sağ olsun.
- Siz sağ olun.
- Kızım dul kadına ev veremem.
- Amca.
- Boşa ısrar etme.
Sözcükler annemin boğazına dizildi kaldı. Oradan ayrıldık. Bir ev daha bulduk. Evi gezdik gördük. Ev sahibi:
- Nasıl beğendiniz mi?
- Evet ev bize göre iyi.
- Kirası?
- Yetmiş beş lira verin yeter.
- Biz fakiriz elli lira versek olmaz mı?
- Olmaz.
- Allah rızası için bize biraz yardımcı olun. Yetmiş beş lira veremem.
- Madem Allah’ın rızasını andın, hadi altmış beş lira olsun.
- Tamam tutacağım.
- Bacım siz ne iş yapıyorsunuz?
- Evlere temizliğe gidiyorum. Bir apartmanın merdivenlerini yıkıyorum.
- Yani sabit bir gelirin yok öyle mi?
- Evet.
- Size ev veremem.
- Neden?
- Sizden kirayı düzenli alacağıma inanmıyorum.
- Kiranızı düzenli veririm.
- Hayır hayır, evi size veremem.
Adam çekti içeri girdi. Annemle kapıda kala kaldık.
Ben okuldan geldikten sonra kenar mahallelere gidiyor, kiralık ev arıyorduk. Bugün bir ev daha bulduk. Genelde Rumen vatandaşların oturduğu bir mahalleydi. Yalnızca bir oda vardı, bir de daracık giriş. Bu mahallede evlerin çoğu böyleydi. Bu evlerde Rumen’ler çoluk çocuk, genç ihtiyar hepsi bir odada yatıyorlardı. Bizim köye gelirlerdi. Harman yerine çadır kurarlardı. Orada da öyle yaparlardı. Hepsi bir çadırda yatarlardı. Bizim köye geldiklerinde bize seyirlik olurdu. Çadır kurarlar. Çadırın önünde kasnakları yaparlar. Deriyi incecik keserek yaptıkları ve ismine sırım dedikleri deriden iplerle, kasnakta açtıkları deliklerden geçirerek, bir ağ gibi örüp kalbur yapmalarını izlerdik. Sonra o kalburları, saratları (büyük kalbur) omuzlarına takar köy de dolaştırarak, satarlardı. Bizim köyün bakır kaplarını kalaylamak için önce dört taştan bir ocak kurarlardı. Ocakta güçlü bir ateş yakarlardı. Ateşi zaman zaman güçlendirmek için bir körük kullanırlardı. Ateş küllenince körüğü bir kişi körüklerdi. Ateş parlamaya başlar, çıngılar etrafa savrulurdu. Biz geriye kaçardık. Bir bezle bakır kazanları, tavaları, tabakları küllerler sonrada ateşe tutar kalay sürerlerdi. Nasıl kalaylayıp o kapları, kazanları, tencereleri parlattıklarını çocuk aklımızla anlayamazdık. Akşamları çadırın yanında yaktıkları ateşte ısınır, ateşin etrafında oynardık. Babam annem onlara ekmek ve yemek verirlerdi. Kim derdi ki bir gün gelecek onlarla komşu olacağız.
Kırk liraya tutuğumuz eve taşındık. Yeni komşularımız taşınmamızda bize çok yardımcı oldular. Akşam yemeğimizi de onlar verdiler. Herkes çekilmiş evine gitmişti. Annemle baş başaydık. Annemin ağladığını hissettim. Yanına varıp:
- Anne neyin var?
- Daha ne olsun, bir yerimizden oynadık, dünyamız tersine döndü.
- Anne lütfen.
- Kızım şu kaldığımız eve bak.
- Neyi var?
- Şu oturduğumuz mahalleye bak.
- Anne hepsi bizi iyi karşıladılar, yardımcı oldular.
- Biz onlara yardımcı olur, ekmek, yemek verirdik.
- Yine bir gün durumumuz düzelirse, yine onlara yardım edersin.
- Zor gelir artık o günler zor.
Annem arkasını döndü başını yastığa koydu. Ben de başımı annemin koluna koydum. Bir birimize sıkıca sarıldık, uykuya daldık.
Benim gideceğim okul oldukça uzaktı. Komşularımızın çoğu çocuklarını okula göndermiyordu. On kadar çocuk beraber okula gidiyorduk. Onlarla gidip geldiğim ve de o mahallede oturduğum için beni de onlardan sanıyorlardı. Beşinci sınıf bitmek üzereydi. Sınıfımdaki arkadaşlar bana pek ilgi göstermemişler benden uzak durmayı yeğlemişlerdi. Ben de pek üstelemedim. Onlarla biraz mesafeli durdum. Bir sabah okula yeni gelmiştik. Öğretmenim sınıfa girdi. Masasına oturdu. Beni yanına çağırdı; “Çocuklar herkes beni dinlesin. Dün Eda arkadaşınızın Kümbet İlköğretim Okulundaki öğretmeniyle görüştüm. Eda’nın ailesi yoksul olduğu için o mahallede oturuyorlarmış. Tabi ki komşularıyla gelip gidiyor. Beraber yaşadığı insanlardan uzak duramaz ya. Eda için öğretmeni hem çok terbiyeli, hem de çalışkandır dedi. Bundan sonra arkadaşınıza karşı son derece yakın olacak, onu kıracak, üzecek hiç bir şey yapmayacaksınız” dedi. Bana döndü, “Eda seninle ve ailenle ilgili her şeyi öğrendim. Artık bir sıkıntın olduğunda bana geleceksin tamam mı?” diye sözünü tamamladı. Bundan sonra sınıf arkadaşlarımla ilişkilerimiz daha iyi oldu.
Beşi bitirmiştim bu yıl altıncı sınıfa devam edeceğim. Kılık kıyafet gerekli, annemin kazancı ise ancak yememize yetiyor. Ceket, etek, çorap vesaire alınacak nasıl alacağım düşüncesi kafamı meşgul ediyordu. Komşu çocuklarla çarşıya pazara bir şey almaya gidiyoruz, birini alıyorlarsa ikisini çalıyorlardı. Yapmayın etmeyin demem bir fayda vermiyor, bildiklerini yapıyorlardı. Anneme anlattım;
- Anne biz komşu kızlarla çarşıya çıktığımızda, hırsızlık yapıyorlar.
- Ay olacak şey mi?
- Evet, ben ne desem dinlemiyorlar.
- Kendine dikkat et kızım.
- Ne yapabilirim?
- Onlar alış veriş yaparken oradan uzaklaşıp, ileride bir yerde bekle onları.
- Bir de olur olmaz adamlardan para vesaire istiyorlar.
- Aman kızım sen isteme.
- İstemiyorum.
Bir sabah mahalleden altı, yedi kız bir araya gelmiş bizim kapıyı çaldılar.
- Kim o
- Biziz.
- Aa.. simisiniz?
- Evet.
- Ne bu sabah sahah.
- Biz karşı tarlaya gidiyoruz.
- Nereye?
- Tarlaya.
- Nerede bu tarla?
- Gidince görürsün.
- Ne yapacaksınız orada?
- Çalışacağız.
- Ne işi var orada?
- Çok karlı bir iş. Biz her sene okul masraflarımızı ve harçlığımızı oradan çıkarırız.
- Kötü bir iş değil değil mi?
- Hayır hayır. Hiç kötülük yok.
- Tamam ben de geliyorum.
- Bekliyoruz.
- Yanıma bir şey alacak mıyım?
- Bir çuval alırsan yeter.
- Çuvalı ne yapacağız?
- Topladıklarımızı çuvala dolduracağız.
- Kimseye ait bir şeyi almayacağız değil mi?
- Kimsenin bir şeyine dokunmayacağız. Söz veriyorum sana.
Herkesin elinde bir çuval yola çıktık. Karşı tepeye doğru ilerledik. Tepeyi aştıktan sonra karşımıza dağ gibi çöp yığını çıktı. Etrafta köpekler, kediler vardı, bir de kargalar uçuşuyordu. Kızlar tepeyi koşarak indiler. Nereye koştuklarını çok merak ediyordum. En geride tek başıma kalmıştım. Çöpün başına vardılar. Herkes eline geçirdiği bir şeyleri çuvallarına sokuşturuyordu. Yanlarına vardım onları seyrediyordum. Aralarından birisi:
- Eda haydi durma sen de topla.
- Ne topluyorsunuz?
- Para edecek her şeyi.
- Mesela?
- Plastik, bakır, para ne bulursak.
- Toplayınca ne yapacağız?
- Bunları alanlar var. Götürüp onlara satarız paramızı alır evimize gideriz. Ayıp mı?
- Hayır da bilmiyorum.
- Bak kim bilir hangi zengin şu bakır tencereyi atmış. Bir sürü para eder. Şu bisikleti götürürüz babamlar tamir edip pazarda satar. İşte sana bir sürü para.
Tamam dedim yavaş yavaş önüme gelen plastikleri, bakır telleri, dürüp büküp çuvalıma koymaya başladım. Kızlar bulduklarını getiriyor benim çuvalıma koyuyorlardı.
- Neden bulduğunuzu benim çuvala koyuyorsunuz?
- Sn ilk defa geliyorsun. Bugun senin çuvalını dolduracağız sonra kendi işimize bakarız.
Çevrede o kadar para edecek malzeme vardı ki benim çuval on dakikada doldu, hem de en para edecek eşyalarla. Sonra kendi çuvallarını doldurdular. Çöpün içinde karınca gibi çalışıyorlardı. Ne kirden renkleri değişmiş köpeklerden korkuyorlar, ne sürü ile oradan oraya akan kara kargalardan, ne de mikroptan. Burası dünyanın en pis yeriydi fakat onlar buna hiç aldırmıyordu.
İşimiz bitti çuvalları sırtladık doğru alıcısına gidiyoruz. Şehrin girişinde ben:
- Böyle çarşıya girmem.
- Neden?
- Utanırım.
- Neden utanacaksın?
- Tanıdık birisi görürse ne derim?
- Kimseye bir şey demen gerekmez.
Döndü arkasından gelen kıza:
- Sen şu bürüğünü (Baş örtüsü) şu kıza ver.
- Al.
- Teşekkür ederim.
Baş örtüsünü aldım kafamı yüzümü iyice sardım. Çarşıya girdik. Doğru eskileri alan bir esnafa gittik. Çuvallarımızın içindekileri yere döktük. Önce benim getirdiklerimi bir bir ayırdık. Plastiği, bakırı, ve diğerlerini ayırdık. Adam tarttı paramı verdi. Tam altı liraydı. Bu benim için harika bir şeydi. Günde beş, altı lira kazanmak….. Dün akşam kara kara düşünüyordum. İşte para işte iş; bundan iyisi olamazdı. Hem baş örtüsü ile gözümden başka kafamın her yerini kapatıyordum. Beni kimse tanımazdı.
Herkes alacağını almış satacağını satmıştı, oradan ayrıldık. Kızlardan biri:
- Gördün mü en çok parayı sen kazandın.
- Sizin sayenizde oldu bu, teşekkür ederim.
- Bugün sana yardım ettik, yarın kendi işini kendin göreceksin.
- Tamam bu kadar bana yeterdi.
- Artık bizimle gelirsin değil mi?
- Tabiki gelirim.
Sabah herkesten önce kaktım. Daha büyük bir çuval buldum, onları bekledim. Hepsi gelince yola koyulduk. Yine çöp dağının başına vardık. Çöpleri ileri geri itiyor, deşiyor çıkardığımız para eder atıkları alıyorduk. Her gün biraz daha alışmaya başladım. Günler günleri kovalıyor ben her gün paramın üzerine biraz daha katıyordum. Kendime okul kıyafeti alacak kadar param olmuştu. Hala bu ay evin kirasını ben verebilirdim. Yine sabah kalkmış çöplüğe gitmiş atık toplayıp satmıştık. Çarşıda en işlek caddelerden birinde yürüyorduk. Annem karşımızdan geldi. Kızları görünce durdu. Onlarla konuşmaya başladı. Ben baş örtüsüyle sarılı başımı saklamaya çalışıyordum. Annem kızlara:
- Burada ne yapıyorsunuz?
- Çalışmaktan geliyoruz.
- Bu çuvallar ne?
- İşimizi bu çuvallarla görüyoruz.
- Sizin iş dediğiniz ne ki?
- Biz çöpe gidiyor, orada para edecek her şeyi toplayıp eskiciye satıyoruz.
- Şu kim?
- Kim kim?
- Şu başı örtülü olan.
Herkes sustu. Bir bana bir anneme bakıyorlardı. Benim çöp toplamaya gittiğimden annemin haberinin olmadığını kimse bilmiyordu. Annem duruşumdan ve üzerimdeki tişörtten şüphelenip omuzum dan tuttu kendine çevirdi. Göz göze geldik. Gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Dudaklarını dişlerinin arasına aldı başını yana çevirdi; “Haydi eve gidin” dedi.
Eve geldik. Annemin gelmesini bekliyordum. Ona kazandığım parayı gösterip kötü bir şey yapmadığımı anlatacaktım.
Annem geldi, bana sarıldı. Yeter artık çektiğimiz bu çile. Yarın bu şehirden ve bu zilletten kaçacağız kızım.
Akşam olmadan konuyu komşuyu gezdi. Beni yanına almadı. Hepsine yaptıkları yardımdan dolayı teşekkür etmiş. Akşam hummalı bir gayretle etrafı toparladı, yiyeceklerimizi bir çuvala doldurdu. Bizim valizimiz yoktu. Yanımıza alacağımız eşyaları çuvala koymuştu. Zaten yanımıza alacaklarımız giyeceklerimizdi, başka bir şeyimiz yoktu. Yataklarımızı bir komşuya bıraktık. Bir köşede dursun. İlerde gelir alırız dedik.
-Anne aklından ne geçiyor?
-Gidiyoruz kızım.
-Nereye?
-Baba, dede yurduna.
-Babam her şeyi satmış. Nerede oturacağız?
-Benim babama, dedene gideceğiz.
-Ne yiyeceğiz, ne içeceğiz?
-Deden ne yiyorsa biz de onu yeriz.
-İyi düşündün mü?
-Bak kızım. Herkes şehirde iş yapıyor, zengin olup köye hava atmaya gidiyor. Bizim işimiz ters gitti. Para kazanıp zengin olamadık. Şehre iki de kurban verdik. Köye özel arabayla dönemiyoruz. Ancak şunu iyi bil. Dünyada paradan önemli değerler var. İnsan namusunu, şerefini kaybetmemeli.
-Anne namusumuza, şerefimize karşı bir tehlike mi var?
-Şu ana kadar iki değerimizi de koruduk. Fakat sen büyüdükçe ihtiyaçların çoğalıyor. İlgi alanın artıyor. Daha çok paraya ihtiyacımız oluyor. Bunu ben karşılayamıyorum. Sen gizli saklı bir işler yapıp para kazanmaya bakıyorsun. Bu düşünce sana küçük yanlışlar yaptırmaya başladı. İlerde büyük hatalar yapabilirsin. O zaman çok geç olabilir.
-Anne ben kötü bir şey yapmadım.
-Ben sana kötü bir şey yaptın demedim.
-Öyle der gibisin.
-Hayır yapabilirsin diyorum.
-Yapmam, ben kötü bir şey yapmam.
-Hep böyle kalmayacaksın. Seneye on dört, öbür sene on beş yaşına gireceksin. Bu yaşta giyecek, takacak, sürecek derdine düşmüşsün. Seneye, öbür seneye daha çok, daha güzel şeyler isteyeceksin. O zaman böyle söylemeyebilirsin.
-Büyümek kötü mü anne?
-Büyümek güzeldir güzel kızım fakat bizim gibi sahipsiz büyümek zordur.
-Sen benim çöplüğe gitmeme çok kızdın galiba?
-Evet ona biraz kızdım. Fakat ben bundan sonrasını düşünüyorum.
-Bundan sonra ne olacak ki?
-Sen demedin mi? Bu kızlar ne alırsa bir alıyor iki tanede çalıyorlar diye.
-Evet.
-Sen bunlarla büyüyorsun, böyle giderse başka şansın da yok. Onların bu hallerine bir iki sefer seyirci kalırsın. Sonra aynısını sen de yapmaya başlarsın.
-Ben hiçbir şey çalmam.
-Sen demedin mi? Bu kızlar birilerinden para istemekten çekinmiyorlar. Bir nevi dileniyorlar diye.
-Evet.
-Yarın birgün vicdanı sızlayan insanların onlara para verdiklerini görecek, sen de birlerinden para isteyeceksin.
-Hayır ben öyle bir şey yapmam.
-Kızım atalarımız; “Kıratın yanında duran ya huyuna ya suyuna çeker demişler.” Senin itemeyeceğini biliyorum. Fakat istemeden yaparsın.
-Anne bana güvenmiyor musun?
-Beni anla kızım. Bak etrafına beş sene önce bizim insanımız böyle miydi? Genç kızlarımız Brezilya dizilerindeki o kınadığımız kızlar gibi oldular. Utanmadan, iyi kötü her şeyi ulu orta konuşuyorlar. Töreye, geleneğe, İnancımıza ters düşen kıyafetler giyinip, arsız arsız dolaşıyorlar. Cahilliği ilerilik olarak öğrenmişler, ben şu köylü halimle arımı namusumu vermem canımı veririm. Bak şimdi bir kısım gençlere, Namusa ara hiç önem vermiyorlar. İşte benimki ana yüreği kızım, korkuyorum. Sana bana bir zarar gelmesinden korkuyorum.
-Sen ne diyorsun anne.
-Ben gidelim, yaşlıda olsa erkek erkektir, dedenin kanadının altına girelim. Rahat uyuyalım diyorum.
-Anne sen bu güne kadar ne dedinse doğru dedin. Ne ettinse doğru ettin. Gidelim, nereye dersen gidelim.
Sabah erkenden annemle kalktık. Ev sahibini bulduk. Kira borcumuzu ödedik. Manava, bakkala olan borçlarımızı verdik.
-Anne ne kadar paramız kaldı?
-Bilmem bakayım kızım.
-Bak hele.
-Beş lira iki yüz kuruş.
-Biz bu parayla köye gidebilir miyiz?
-Sorarız.
Bizim köyün dolmuşunun kalktığı yere gittik. Eski fort minibüs duruyordu, yanından da iki şapkalı adam. Annem:
-Memiş’in minibüsü bu mu? dedi.
-Hayır bacım Memiş’n minibüsü düğüne gitti.
-Ne zaman gelir?
-Bu gün gelmez. Yarın da Pazar. Pazartesi gelir inşallah.
-Bu araba nereye gidiyor?
-Yapalağa.
- İyi biz yapalağa kadar gidelim. Oradan ötesini yürürüz.
- Sen nereye gidiyorsun kızım?
- İnceciğe.
- Bu araba sizi köyünüze çıkartır.
- Arabanın şoförü nerede?
- İşte geliyor.
- Ahmet bak bu kadın ile çocuk yukarı köye gidiyorlar.
- Ben o köye çıkmıyorum.
- Parasını verirlerse gidersin herhalde?
- Giderim.
- Ağabey sizin köye kadar dolmuş ücreti ne kadar?
- Adam başı iki lira.
- Bizdeki parayla ancak sizin köye kadar olan yol parasını verebiliriz.
- Tamam binin gidiyoruz.
Yolcu bizimle birlikte yedi sekiz kişi kadar olmuştu. Bindik. Çarşının içini bir iki kere döndük. Şoför amaca yolcu bakıyordu. Kimse çıkmadı, . Köyün yoluna koyulduk.
Yirmi kilometre kadar gitmiştik ki araba gideceği yere vardı. Şoför;
-Bacım istersen sizi köyünüze kadar çıkarayım. Annem:
- Hayır bizi köye kadar çıkarma. Bu köyün çıkışına kadar götürür de indirirsen memnun oluruz.
- Bacım altı kilometre yola bir kadınla bir çocuğu bırakmak içime sinmiyor, ben sizden para istemiyorum, gel sizi köyünüze bırakıp geleyim.
- Ahmet ağabey, ben bu yolu yürümek istiyorum.
- Sen bilirsin bacım.
Ahmet amca bizi kendi köylerinin çıkışına kadar getirip indirdi. Belli ki annem bu köyün içini sırtında çuvalla yürümek istememişti. Yanımızda getirdiğimiz çuvalı aldık, bizim köye doğru yola koyulduk. Daha Yapalak köyünü yeni çıkmıştın. Köyün kenarında bir yeri göstererek:
-Bak kızım sen doğduğunda buraya geldik. Babanla sana höllük eleyip götürdük.
-Anne höllük de nedir?
-Bebekler altını ıslattığında kundağını berbat etmesin diye altına şu beyaz topraktan eler koyardık.
-İşe yarar mıydı?
-İşe yarardı, hem de bebeği sıcak tutar üşütmezdi. Höllükle büyüyen bebekler pek hasta olmazlardı.
- Bak şu yokuştan başka yokuş yoktur. Bu yokuşu aşınca bizim köy görünür.
- Öyle mi?
- Şu tarla var ya.
- Evet.
- İşte bir gün bu tarlaya yemlik toplamaya gelmiştik. Yirmi kadar genç kız. Tarlada buğday ekiliydi. Biz girdik tarlaya yemlik topluyoruz. Tarlanın sahibi Hamit Emmi de ekin nasıl oldu diye bakmaya gelmiş. Rahmetlinin gözü az görürdü. Bizi keçi sanmış. Keçiler ekine girmişler diye bize; “Çıkın bir zararkarlar” diye bağırıyor bir yandan da eline geçirdiği taşları fırlatıyordu. Baktık taşla vurup birimizi öldürecek; “Hamit emmi biz keçi değiliz biz köyün kızlarıyız.” diye seslendik. Hamit Dayı durumu anlayınca sessizce döndü gitti.
- Hah hah hahhh..
- Gülersin tabi.
- Gülünmezmi Anne. Hamit Dede nasıl bozulmuştur, sizin keçi olmadığınızı anlayınca.
- Bak kızım şurada büyük bir çalı vardı. Adı Çaputlu Çalı idi. Biz ve bizden öncekiler bu çalıya çaput bağlar adak adarlardı.
- Ne diye?
- O çalıdan yardım umardık.
- Ne oldu çalıya?
- Karayolları yolu genişletirken grayder sökmüş. Bizim köylüler tekrar dikmesinler diye yolu yapanlar çalıyı kırıp odun edip, yakmışlar.
- Köylü öğrenince kızmadı mı?
- Kızmazlar mı? Hem de nasıl kızdılar. Fakat kimin yaptığını bilmedikleri için, bir de yapanların devletin adamları olduğu için bir şey diyemediler.
- Bu bahçe kimin?
- Burası Süleyman Ağabeyin. Şu tarla da babamın. Yani senin dedenin. Bak işte bir ümit kapısı. Bu köyde kayısı yetiştiriliyor. Bizde bu tarlaya fidan diker yetiştiririz. Meyvesini toplar, satarız.
- Dedem bize verir mi?
- Bizden başka kimsesi yok. Bize vermeyip de kime verecek?
Bir müddet sessizce yürüdük. Annemin bir şeyler bulup anlatmaya devam edeceğini biliyor, bekliyordum.
- Kızım bak diye başladı. Bak burası tarhana kayası.
- Neden buraya tarhana kayası deniyor.
- Önceleri bizim köylü kışlık tarhanasını bu kayalara serer kuruturdu. Bu nedenle de kayalara tarhana kayaları denir.
Annem köyü parmağıyla göstererek; “Bak kızım işte köye artık geldik sayılır. İyi ki Minibüsle gelmedik. Erkenden gelirdik. Sırtımızda bir çuvalla geldiğimizi görenlerden iyi niyetli insanlar bize acıyarak bakar, cahil insanlarsa kınardı. Bak vakit akşam herkes evinde geldiğimizi kimse fark etmedi. Köylü geldiğimizi birkaç gün içinde ancak anlar.”
-Anne seni endişelendiren bir şey mi var?
-Hayır kızım artık, her zorluğun üstesinden gelirim. Burası benim köyüm. Buranın insanları amcam, dayım, teyzem, halam.
-Dedemin evi nerede?
-İşte şu görünen çardak.
-O evde ışık yok anne.
-İhtiyar yakmaya erinmiştir. Biraz sonra bir daha hiç sönmemek üzere biz yakarız.
Köyün girişindeki sokaktaydı. Yılların yıprattığı ahşap kapı içeri doğru itilince kapı zili görevi görecek kadar sesli gıcırdayarak açıldı. Beş basamaktan oluşan eski tahta merdivenleri korkarak çıktım. Merdivenden sonra önümüze çıkan evin kapısı da merdivenle yaşıt olduğunu insanın yüzüne haykırır gibiydi. Kapı açıktı. Yine bahçe kapısı gibi gıcırdayarak açıldı. Kapının gıcırdamasını duyan dedem giriş kapısının karşısındaki karanlık odadan “kim o?” diye seslendi. Annem: “Baba ben geldim” Kızının sesini duyan dedemi göremiyordum içerisi karanlıktı fakat dedemin çok karmaşık duygularla biran önce ışığı yakmak için bastonuna dayanarak kalkmaya çalıştığını hissetmiştim. Annem önceden gelen bir alışkanlıkla dedemden önce uzandı düğmeye bastı. Annemin yaşadığı dramı şehre gelen gidenlerden duyan dedem, yavrusunu kartalın elinden alan tavşan gibi sevinmişti. Annem ise aç bir emlik kuzunun (bir, iki aylık kuzu) annesine kavuşması gibi babasına koşup sarıldı. Bir müddet öyle kaldılar. Sonra benim varlığımı hatırladılar. Dedem annemi bırakıp bana sarıldı.
Annem bulgur pilavı ve ayran yapıp sofrayı ortaya koyana kadar başımı dedemin dizine, yorgun vücudumu dedemin de oturduğu yün mindere koymuş olarak kalmıştım. Belki de uzun zamandan beri ilk defa korkmadan bir akşam yemeği yiyor, üzerine çayımızı yudumluyorduk. Annem: “Baba. aşağı köyü çıkıp da bizin köyün yoluna düşünce bütün gençliğim film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Zengin olmak hevesiyle arkamıza bakmadan geçtiğimiz yoldan iki kişi eksilerek ve de yaya döndüm” dedi.
“Keskin bıçak olmak için çok çekiç yemek gerekir”
MEVLANA
KONUŞAN FİDAN
Sekiz yaşındaydım. Evimizin penceresinden dışarıyı seyrediyordum. Evimizin yakınına bir park yapılmıştı ama henüz düzenlenmemişti. Yeni yeni ağaçlar, gül fidanları dikiliyor, çayır, çimen ekiliyordu. Parka gelen insanların oturacakları banklar yerleştiriliyor, yürüyüş yapacakları yollar yapılıyordu.
Bir amca elinde fidanla parka geldi. Şöyle bir etrafına bakındı. Fidanı bir kenara koyup parkı baştan sona dolaştı. Belli ki getirdiği fidanı dikecek uygun yer arıyordu. Parkın ortalarında bir yerde durdu. Uzun uzun sağına soluna bakındıktan sonra, fidanı koyduğu yerden alıp oraya götürdü. Ben görmemiştim ama gelirken yanında kazma ve kürekte getirmiş olmalı ki fidanı bıraktığı yerin biraz ilerisinde kazma ile küreği de getirdi. Biraz önce durup ölçer gibi çevreyi incelediği boş alana bir çukur açmaya koyuldu. Amcanın yanına gitmek ve ona yardım etmek isteği belirdi içimden. Aslında amcaya yardım etmenin yanında fidan dikme işi bana bir oyun fırsatıydı, bunu değerlendirmeliydim. Kalktım amcanın yanına vardım.
- Amca kolay gelsin.
- Teşekkür ederim evladım.
- Parka fidan dikiyorsunuz galiba.
- Evet evladın.
- Bu fidanın adı ne? Efendim.
- Çınar.
- Meyvesi olur mu?
- Hayır.
- Öyleyse neden dikiyorsunuz?
- Parklara meyveli ağaç dikilmez, meyve toplanmaz da yere dökülürse parkı kirletir. Bu ağaç ise çok yaşar, yaşanan birçok olaya şahitlik eder. Büyük olur altında birçok insan oturup gölgelenir. Yaprakları geniş olur, kuşlara sığınak ve barınak olur.
- Başka?
- Sonbaharda yaprakları sararır dökülür. Yaprak dökme dönemi, görmeye değer bir güzellik oluşturur. Kış gelince uykuya dalar, kış boyunca uyur. İlkbaharda tekrar yeşererek, insanlara tarifi zor neşe ve mutluluk kaynağı olur.
- Ne kadar güzel bir ağaçmış.
- Bütün ağaçlar güzeldir.
O fidanın dibini doldururken ben fidanı tutarak düzgün durmasını sağladım. Evden kova ile su getirdim dibine döktük. Amca kazmasını küreğini aldı ben de kovayı aldım parktan ayrıldık.
Eve gelmiştim ama çınar ağacıyla ilgili amcanın anlattıkları aklımı kurcalıyordu. Bu kadar güzel bir ağacın benim olması gerekirdi. Parkta olursa herkesin olacaktı, ben bunu kabullenemiyordum. Bu fidanı sökmeli ve de bizim köydeki evimizin önüne dikmeliydim. O zaman fidan büyüyünce benim ağacım olacaktı. O koca ağaç benim olacaktı. Uzun dallarına salıncak kuracaktım ben ve kardeşlerim sallanacaktık. Babam, annem, kardeşlerim, dedem yani bizim aile o koca çınarın altında oturacaktık.
Bu fikir çok hoşuma gitti. Yapılacak iş çok kolaydı. Parktaki fidanı sökecek apartmanın kalorifer dairesine saklayacak, hafta sonunda babamla köye giderken götürecek, köydeki evimizin önündeki arsaya dikecektim. Akşam kalorifer dairesinde duran küreği alıp gittim fidanı söktüm, götürdüm kalorifer dairesine koydum. İçim kıpır kıpırdı. Artık o güzelim fidan benimdi.
Sabah okula gidecektim, erkenden yatıp uyudum. Sabah olmuş okula gidiyordum. Apartmanın kapısından çıkıp, yolda beni bekleyen okul servisine yönelmiştim. Parkta söktüğüm çınar fidanı karşımda duruyordu, benim servise gitmemi engelledi. Şaşırdım; “Bu fidanı buraya kim çıkarmış,” diye düşündüm. Fidan; ‘Dur çocuk gitme beni tekrar parka götür yerime dik, öyle git okuluna’ Dedi.
Şaşırmıştım bir fidan benimle konuşuyordu.
- Seni bizim köye götüreceğim, bizim evin önüne dikeceğim.
- Bak benim yerim iyi idi.
- Yeni dikeceğim yer de iyidir.
- Ben burayı sevdim. Burası bir şehir, insanlar cıvıl cıvıl. Bir sürü arkadaşım olacak.
- Köyde ben sana bakarım.
- Parka dik beni. Parkta bak bana, böyle daha iyi olur.
- Hayır sen benim olacaksın.
- Yine senin olayım. Köyde sen kısa süre kalıyorsun. Sen geldikten sonra ben kiminle oynayacağım. Oysa burada sen varsın. Beni getiren o amca var. Daha kim bilir ne iyi arkadaşlar edineceğim. Ben burada büyürsem gölgemde ihtiyarlar oturacak dinlenecekler. Gölgemin altında oturup hatıralarını birbirlerine anlatacaklar. Acı tatlı birçok hikaye dinleyecek, yaşanmış bir sürü hikayeye şahit olacağım. Köyde yalnızlıktan çatlarım ben.
- Köyde benim dedem var o seninle konuşur.
- Bak burada olursam sevgililer gelir gölgemde oturur. Birbirlerine sevgi dolu sözler söylerler. Gelecekte neler yapacaklarını, nasıl yaşayacaklarını, hayallerini, hayattan beklentilerini anlatırlar. Onları dinlerim. Kim bilir kaç aşka, kaç aşığa şahitlik edeceğim. Onlar üzülünce ben de üzülür, onlar mutlu olunca ben de mutlu olurum. Kısacası onlarca sene bu insanların sevinçlerini ve kederlerini paylaşarak hayatın içinde yaşarım.
- Ben senin dalına salıncak kurmak, sallanmak istiyorum.
- Ben parkta kalayım gel sen de kur salıncağını. Senin gibi diğer çocuklar da dallarıma salıncak kursunlar, hep beraber sallanırsanız ben daha çok mutlu olurum.
- Sen büyüyünce gölgende annem, babam, kardeşim, dedem ve ben piknik yapacağız.
- Bak ben parkta kalayım. Sen ve ailen gelin yine gölgemde oturun piknik yapın. Başka zamanlarda da başka aileler gelsin piknik yapsın. Onlar da mutlu olsunlar.
Babamın;
- Oğlum Gürsel uyan uyan dediğini duydum
- Baba ben neredeyim?
- Yatağındasın oğlum.
- Baba çok korktum.
- Sen rüya görüyordun galiba. Anlaşılır anlaşılmaz bir sürü şeyler konuşuyordun, hemen uyandırdım. Ne gördün rüyanda?
- Ben bir fidanla konuşuyordum.
- Dünyada çocuk olacaksın. Rüyasında ağaçla
Konuşuyormuş. Dedi ve güldü.
Gördüğüm rüya beni şaşkına çevirmişti. Daha fazla konuşmadım. Kalktım okula gittim.
Okulda kimseye söylemeyeceğine yemin ettirdikten sora sıra arkadaşım Hüseyin’e anlattım. Bana;
- Yaptığın iyi bir şey değil. O fidanı hemen yerine dikmelisin dedi.
Konuyu o şekilde kapattım. Öğleden sonra dersimiz bitmişti eve geldiğimde hemen kömürlüğe koştum, fidan koyduğum yerde duruyordu. Sabahki duyduğum korku geçmişti. Fidanı götürüp Köye dikme fikrim değişmemişti. Eve geldim günlük ödevlerimi yapıp bitirdikten sonra sokağa çıktım. Oyun oynamaya koyuldum. Bir ara fidanı parka beraber diktiğimiz amcayı gördüm. Kendi kendine bir şeyler mırıldanarak sağa, sola bakınıyordu. Dün diktiği fidanı göremeyince fidanın akibetini merak etmiş etrafı araştırıyordu. Beni çağırıp fidanı sormasından korktum, hemen oradan uzaklaştım.
Akşama yakın eve döndüm. Yemekten sora öğretmenimin verdiği kitabı aldım bir kenara çekildim, okumaya başladım. Otuz sayfalık kitabın sonlarına yaklaşmıştım ki göz kapaklarımın dayanılmaz ağırlaştığını hissetim. Biraz sonra göz kapaklarım tamamen kapanmış ben uykuya teslim olmuştum.
Oynamak için parka çıkıyordum. Çınar fidanının benimle beraber yürüdüğünü gördüm.
- Yine mi sen?
- Evet yine ben.
- Nereye gidiyorsun?
- Seninle geliyorum.
- Ben arkadaşlarımla oynamaya gidiyorum.
- Ben de sizinle oynayacağım.
- Oynayamazsın.
- Neden?
- Biz çocukların eli ayağı var. Koşarız, zıplarız, el ele tutuşuruz, saklambaç oynarız, kör ebe oynarız.
- Eğer yerimde dikili olsaydım ben de size katılırdım.
- Nasıl?
- Siz hoplayıp zıplarken seyreder neşelenirdim. Siz ellerinizi salladığınızda ben de rüzgarın yardımıyla dallarımı sallardım. Saklambaç oynarken ebenin yüzünü dönüp gözlerini kapatıp sayacağı bir ağaç bedenine ihtiyacı olur ya.
- Evet.
- Sonra oyuncular gelir o ağaca sobelerler ya, işte ben yerimde olursam ebe benim bedenimde gözlerini kapatır. Sayar oyuna katılanlar da gelir elerini benim gövdeme dokundurarak söbe derler. Böylece ben de sizin oyununuza katılmış olurum.
- Doğru söylüyorsun, ben böyle düşünememiştim.
- Beni yerime dikecek misin?
- Bilmem.
- Şu parka bir bak.
- Baktım.
- Düşün, parkın ortasında kocaman bir çınar ağacı.
- Evet.
- Mevsim kış, kar yağıyor ve o koca çınar ağacının dalları karla kaplanıyor. Karşında bembeyaz ağaç ve sen pencereden seyrediyorsun. Bu güzelliği sana başka kim sunabilir?
- Bembeyaz kocaman pamuktan ağaç gibi.
- Öyle ama dahası da var.
- Nedir?
- Karlar eriyip bahar geldiğinde, O kışın ölmüş gibi derin uykuya dalan dallarımın yavaş yavaş tomurcuklanıp yapraklarımın çıktığını, dallarımın yavaş yavaş yeşerdiğini düşünür müsün.
- Çok güzel olurdu.
- Sonra dallarımın yem yeşil yapraklarla dolduğunu ve yapraklarımın aralarına cıvıl cıvıl kuşların konduğunu. Hep beraber şarkılar söylediklerini. Hele dalıma konan bir bülbülün şakıyışını düşün.
- Hiç bülbül sesi duymadım.
- Dalıma yuva yapan kuşlar yalınızca şarkı söylemekle kalmaz. Yuvalarını yapar yumurtlar. Kuluçkaya yatar, yavru çıkarırlar. İşte o yavruları ben yapraklarımın arasında saklar, çeşitli tehlikelerden korurum. Anneleri besler büyütürler. Uçuş talimini de benim dallarımın arasında yaparlar. Sonra uçar göklerde süzülürler.
- Onlardan birisini yakalayıp kafese koyup besleyebilir miyim?
- Seni birileri yakalayıp bir odaya kapatsalar ne yaparsın?
- Ağlarım.
- Kuş yavruları da ağlar. Anneleri üzülür.
- Tamam tamam vazgeçtim, yavru kuşları yakalamayacağım.
- Sıçak yaz aylarında güneşten bunalan insanların, benim o uzun ve sık yapraklı kollarımın altına sığınıp, serinlediklerini de düşünür müsün?
- Başka?
- Yaz geçip havalar serinlemeye başladığında, güz (sonbahar) mevsimi gelir. Benim o yeşil yapraklarım yavaş yavaş sararmaya başlar. Sarı ile kahverenginin karıştığı bir görüntü oluşur. Sonra sararan yapraklar daldan koparak birer birer yere düşerler. Bu da ayrı bir görüntü, ayrı bir güzelliktir. İnsanlara artık kışın yaklaştığını hatırlatır. İnsanlara tatlı bir hüzün yaşatır. Tomurcuklanmam insanın dünyaya doğuşunu. Yeşermem yaprak açmam insanın gençliğini. Sararan ve dökülen yapraklarım insanlara ihtiyarlığı. yapraklarımın dökülüp çıplak kalışım ise ölümü geri dönüşü hatırlatır. Söyle şimdi beni yerime dikecek misin?
- Babamın sesine uyandım. Yatağımda olduğumu fark ettim. Babam;
- Oğlum neler oluyor? İki gündür sayıklıyor, kan ter içinde kalıyorsun. neyin var senin? İstersen bu gün öğretmeninden izin alayım da seni doktora götüreyim dedi. Baba ben hasta değilim fakat dedim ve bir çırpıda bütün olan biteni anlattım.
- Oğlum düşünceni anlıyorum, hoşuma da gitti. Sen istiyorsun ki bizim evin bahçesinde de öyle güzel bir ağaç olsun. Tamam gideriz fidan satanlara en güzelinden bir çınar fidanı alır hafta sonu köye gittiğimizde köydeki evimizin önüne dikeriz. Bu fidanı yerinden sökmekle yanlış bir iş yapmışsın. Ben onu şimdi kömürlükten alıp önce suya ıslarım, öğleyin sen okuldan geldiğinde yerine tekrar dikeriz.
- Babacığım teşekkür ederim. Bana kızmandan korkmuştum.
- Yavrucuğum insanlar hata yapabilir, önemli olan hatada ısrar etmemektir.
Öğle vakti okuldan döndüğümde babamla birlikte çınar fidanını aldık. Söktüğüm yere dikiyorduk. Fidanı ilk diken amcanın geldiğini gördüm. Çok utanmıştım. Bana kızabileceğini de düşünerek biraz korkmuştum. Amca geldi babama;
- Beyefendi o fidan yerinden sökülmüştü, nerede buldunuz dedi.
- Babam benim aldığımı söyledi ve olanı biteni anlattı.
- Başımı öne eğmiş amcanın nasıl bir tepki göstereceğini bekliyordum. Amca bana yaklaştı. Elini başıma koydu ve şefkatle başımı okşadı.
- Evladım keşke bu fidanı dikerken benden isteseydin. Bir tane de sana verirdim. Bunu buraya dikelim. Sonra baban sen ve ben gidelim. Şu ileride fidan satıyorum. Orada istediğin fidanı al götür evinizin önüne dik. Benden sana hediye olsun.
Amcanın fidanlığına gittik. En düzgün, en uzununu seçip bana verdi. Babam ve ben amcaya çok teşekkür ettik. Fidanı alıp eve döndük.
“Bir insanın gerçek zenginliği onun bu dünyada yaptığı işlerdir”
MEVLANA
ATATÜRK BİZİM SINFITA
İlköğretim okulu üçüncü sınıfa gidiyordum. Okulda koşmuş terlemiştim. O akşam bana bir üşüme geldi. Hastalanmıştım. Okul çıkışı eve geldiğinde öksürüyor, halsiz ve bitkin görünüyordum. Akşam yemek yerken midem bulanmaya, başım dönmeye başladı. Gecenin ilerleyen saatlerinde babama:
- Baba üşüyorum.
- Ateşin çıktı herhalde.
- Gözlerim yaşarıyor.
- Ellerin buz gibi
- Baba başım dönüyor.
- Al şu ateş düşürücü şurubu iç. Biraz sonra rahatlarsın.
- Bir buçuk kaşık ver baba. Bir kaşık benim ateşi düşürmüyor.
- Hemen doktora gidelim.
On dakika kadar sora hastanede doktorun karşısındaydık. Doktor elini alnıma götürdü. Ateş düşürücü şurup içmeme rağmen hala ateşim düşmemişti. Hemen soğuk bezler eklem yerlerime konuldu. özellikle koltuk altına ve başıma koyarak ateşimi düşürmeye çalıştılar. Vakit gece yarısını bulmuştu. Beni çocuk acile yatırdılar. Sabaha kadar hastanede kaldık. Sabah annem yanımdaydı. O gün okula gidemedim. İş dönüşü babam yanıma geldi hala ateşinim yüksekti. Babam bu akşam benimle kaldı. Yine sabaha kadar uyumamıştım. Sabah doktor geldi. Ateşimi ölçtü:
-İyi ateşi düşmüş.
-Doktor amca hastaneden ne zaman çıkarım?
-Neden acele ediyorsun?
-Okulumu özledim.
-Öğleye kadar ateşin yükselmezse seni göndeririz.
-Teşekkür ederim doktor amca.
-Görevimiz delikanlı. Biz size hizmet için buradayız.
Dördüncü derse girmiştik. Dersimiz matematikti. Öğretmenimizin dün ödev olarak verdiği problemleri çözecektik. Nöbetçi öğrenci soruları okuyor, diğer öğrenciler numara sırasına göre tahtaya kalkıp sorulan problemi çözüyordu. Ben de problem çözme sırasının bana gelmesini bekliyordum. Hava oldukça soğuktu. Benim hasta olduğumu bildiği için, üşümeyeyim diye öğretmenim sandalyemi kalorifer peteğinin yanına koydu. sırtımı kalorifer peteğine yasladım. Başımı kollarımın üstüne koymuş, yarı yatar biçimde tahtada problem çözen arkadaşımı takip ediyordum. Çocuk problemi çözememişti öğretmenimiz düşünmesi için bir süre tahtadan kalmasına müsaade etti. Birden sınıfın kapısı açıldı. Atatürk sınıfa girdi. Tahtaya yöneldi. Tahtadaki arkadaşımız kenara çekildi. Atatürk problemi anlatarak çözmeye başladı. Sınıftaki çocuklardan bazıları ayağa kalktılar. Atatürk’e seslenmek istediler. Atatürk parmağını ağzına götürerek seslenmemelerini istedi. Çocuklar pür dikkat Atatürk’ü dinlemeye başlamışlardı. Galiba rüya görüyorum diye düşündüm.
- Sıra arkadaşım yanımdaydı. Ona;
- Ahmet görüyor musun?
- Neyi?
- Atatürk’ü.
- Atatürk mü?
- Geldi işte.
- Kalk elini öpelim.
- Olmaz.
- Neden?
- Biraz önce yanına varmak istedik. Parmağıyla, sessiz olun dersi dinleyin dedi.
- Ben de gördüm.
- Öyleyse otur yerine. Soruyu çözsün. Sonra koşar elini öperiz.
- Keşke annemle babamda burada olsa da Atatürk’ü görselerdi.
- Zil çalınca bütün köylü buraya toplanır onlar da gelip görürler.
Atatürk ders anlatmayı bitirmişti. Kalkıp herkesten önce elini öpmek seni çok seviyorum Atam demek istedim.
Birden irkildim. Gözlerimi açtım. Sağıma soluma baktım. Tahtadan yana baktım. Öğretmenimin başımda olduğunu gördüm.
- Fatih Fatih.
- Efendim öğretmenim.
- Uyan. Ders bitti. Zil çaldı.
- Öğretmenim neler oluyor?
- Fatih bir şey olduğu yok.
- Atatürk nerede?
- Sen uyuyordun.
- Ben uyudum mu?
- Baktım uyumuşsun. Hasta ve yorgun olduğunu bildiğimden arkadaşlarına dokunmayın uyusun dedim. Zil çalana kadar uyudun.
Yerimden doğruldum. Öğretmenim çantasında bir derece çıkardı. Ateşimi ölçtü. Ateşim pek yüksek olmasa da tedbir için yanımda getirdiğim şuruptan bir buçuk kaşık verdi. Beni lavaboya gönderdi. Gidip elimi yüzümü yıkadım, sınıfa döndüm. Sınıf arkadaşlarıma “Biraz önce uyumuşum,” dedim ve gördüğüm rüyayı anlattım.
‘Sözler kalpten çıkarsa kalbe kadar ulaşır, ağızdan çıkarsa kulaktan öte gitmez.” MEVLANA
TAY
Hüseyin ilçeye gidecekti. Atı dışarı çıkardı, etrafında şöyle bir dolaştı. Atın bazı yerleri kirlenmişti. Islak bir bezle kirlenen yerleri sildi. Ata eğerini bağladı. Gemini taktı. Üzengisini kontrol etti. At hazırdı. Eve girdi. Pantolonunu değiştirdi. Beyaz gömleğin üzerine siyah yeleğini giydi. Köstekli saatinin zincirini yeleğin üst düğmesine taktı. Saati yeleğin sol cebine koydu. Kapının arkasında asılı duran kırbacı alıp evden çıktı.
At ve Hüseyin ikisi de yola çıkmaya hazırdılar. Ancak onlarla gelmeyi düşünen biri daha vardı. Hüseyin’in atının iki aylık tayı. Hiç yerinden durmuyordu. Bir o yana bir bu yana koşup, oynuyor, ele avca sığmıyordu. Hüseyin’in tayı götürmeye niyeti yoktu. Yakalasa içeri katacaktı ama yakalayamıyordu. Atına bindi yola koyuldu. Tay da onun arkasında gidiyordu. Tay yolda bir o yana bir bu yana koşuyor, oynuyor, sağa sola çifteler atıyordu. Yolun kenarında sazlık bir yer vardı. Tay yoldan yılkı gibi koşarak geldi o sazlığa girdi. Sazlık aynı zamanda bir bataklıktı. Saplandı kaldı. Hüseyin tayın bataklığa takıldığını görmüştü. Hiç oralı olmadı. Atını kırbaçladı. Dört nala sürdü. Köyün toprak yolunu tozuttu. Gözden kayboldu gitti.
Tarlasına gitmekte olan Ömer sazların arasında tayın kişnemelerini duydu. Sazlığa yöneldi. Tayın yarı bele kadar çamura batmış olduğunu gördü. Yıkılmış yolun kenarında duran bir ağacı sürükleyerek taya doğru uzattı. Sonra eşeğine ot sarmak için yanına aldığı urganın (kalın ip) bir ucunu oradaki bir ağaca bağladı. Öbür ucunu aldı. Biraz önce bataklığa uzattığı ağaca tutunarak taya yaklaştı. Urganın diğer ucunu tayın boynuna bağladı. Bataklıktan çıktı. Urganla tayı çekmeye başladı. Yoldan geçen köylülerin de gelip yardım etmesiyle tayı saplandığı çamurdan kurtardı.
Ömer tarlaya gitmedi. Tayı aldı evine getirdi. Onu bir güzel yıkadı. Kendisi de taydan beter olmuştu. Üzerini değiştirdi, temizlendi. Tayı kapısının önündeki bir ağaca bağladı. Önüne iki tutam ot attı.
Ömer Hüseyin’in tayın çamura saplandığını gördüğü halde ona yardım etmeyip, yoluna devam ettiğini görmüştü. Onun ilçeden dönmesini bekledi. Hüseyin ilçeden döndüğünde vardı ona; “Taya müşteri olduğunu, onu kendisine satmasını” söyledi. Hüseyin dünden razıydı. Konuşup anlaştılar. Tayı Ömer satın aldı. Ömer taya gözü gibi bakıyordu. Tay aileden biri olmuştu.
Zaman çabuk geçti. Tay büyüdü. Koşuma gelecek kadar olunca arabaya koşuldu, çifte koşuldu. Artık Ömer’in elinden tutuyordu. Tarlada takımda Ömer’in çok işine yarıyordu.
Aradan yıllar geçti. Ömer traktör alacak kadar paraya sahip olmuştu. “Artık atı yormanın bir anlamı yok” diye düşündü. Gitti bir traktör aldı. Artık tarlaya takıma traktörle gidiyor, çiftte çubukta onu kullanıyordu. Emektar at boşta kalmıştı.
Ömer beş tane kuzu aldı. Şimdi tarlaya giderken kuzuları römorka koyuyor, atı bir iple römorkun arkasına bağlıyor, karısını ve oğlu Ahmet’i de alıp gidiyordu. Ömer ile karısı tarlada çalışırken, Ahmet’te kuzuları otlatıyordu. Bir gün Ahmet hastalandı. Ahmet ile Annesi evde kaldılar, Ömer kuzuları, atı aldı tarlaya çalışmaya gitti. Hem çalışıyor hem de kuzulara bakıyordu. Kuzular yaramazlık ediyor, komşuların bağına bahçesine giriyorlardı. Ömer ikide bir kuzuların peşinden koşmaktan doğru dürüst iş yapamıyordu. Yine kuzular bir bostana girdiler Ömer onları çıkardı kendi tarlasının takımına getirdi, sonra da işe koyuldu. Aradan baya bir zaman geçmişti. İşten başını kaldırdı, kendi kendine; “kuzuları unuttum, kim bilir kimin bağını bostanını bozuyorlardır.” dedi. Kuzuları son olarak bıraktığı takıma baktı. Hayret kuzular hala bıraktığı yerde otlanıp duruyorlardı. Durup izledi. At kuzuların başına geçmiş, onların komşu bahçe ve tarlalara girmelerini, uzaklaşıp gitmelerini engelliyordu. Kuzular komşu bahçe ve tarlalara yöneldiklerinde ya da uzaklaşmak istediklerinde at önlerine geçiyor, onları burnuyla kendi takımlarına doğru itiyordu. Kuzu ısrar ederse at ayağını sertçe yere vurarak onu korkutuyordu.
Atın bu yaptıklarını gören Ömer çok şaşırdı. Aynı zamanda da çok sevindi. O günden sonra Ömer, karısı ve Ahmet tarlada çalışırlarken kuzulara at çobanlık etti.
“Başarı, her gün toplanan küçük çabaların tekrarıdır.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.