Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/8 YAVUZ’UN ETRAFINDA DOLANMAK HAZZI
Fetih sonrasında Osmanlı idaresiyle; tabii ki bununla birlikte Osmanlı adabı, ahlâkı, kültürü ve inançlarıyla tanışan eski İstanbul’u, hem sathî vaziyeti, hem de derunî yapılarıyla anlamak ve anlatmak, bir bakıma kişilerin karakterine bağlı bence..
Dünkü İstanbul’u çok iyi bilen, onun bildirici bilgilerini zihnine yerleştiren ve bununla da yetinmeyip, birinci derecede alâkalı mercilere başvuranlar, ancak bugünkü İstanbul’a vâkıf olabilirler. Bugünkü İstanbul’a bakıp da ya sıhhatini bozuk, ya ahlâkını eksik, ya inancını zayıf veya tabiatını kusurlu bulan varsa onlar da dünkü İstanbul’dan kopuşun sebebleri için, bugünkü İstanbul’dan kopabilirler.
Zira her şey yer üstü İstanbul’daki şaşaa değil. Niye? Çünkü şaheser Yavuz Selim, Yeni, Mihrimah ya da Haseki Sultan camilerini yarım asrı altı geçen ben dahi ilk kez –görmemle- duyarken, Haliç’in Sarayburnu’ndan Galata’ya dek kırılmaz zincirlerle zincirlendiğini defalarca okudum ve işittim ki, bu şuna benziyor; Evin içindeki içtimaya değil, kapıya müracaat eden misafirin faziletine bakmalı. Kapıdaki misafirin kalıcılığıyla, iç odadaki ev sahibinin gidiciliği şayet Resûlüllah tarafından Hadis-i Şerif ile bildirilmişse, sonraki eserlere imkân, güç ve fırsat verecek olan önceki eserlere bağlı ve yanık kalıyor insan..
Özlemler, haslet duyguları, gönül titreşimleri, iç ürpertileri ve cedd-i muazzama’ya şükran hisleri, bu başlangıç itibariyle harekete geçtiğinden, gözlerinizdeki ferlerle varıp tanıdığınız her eser sizi çok az süren misafirlikten sonra geçmişe yolcu ediyor.
Bugün gene bu tarifler içinde, böyleyim..
..Ve Şubat’ın 8’i bir Cum’a.. Uzun boylu, omuzlar arası geniş ve geniş omuzlu, kalın kemikli.. Yuvarlak başlı, kalın çatık kaşlı, kırmızı yüzlü ve uzun bıyıklı. Sert tabiatlı, cesur, yiğit bir padişah mekânına hasbihâle gidiyorum. Sekiz yıllık saltanat döneminde İran Seferi’nden tutun da, 10 vilâyeti alışına, 13 günde Sina Çölü’nü geçişinden tutun da Ridaniye zaferleriyle Kahire fethine kadar bir çok zafere damgasını vuran, Memlûk Sultanı’nın cenazesinde bulunup O’nu bizzat omzunda taşıyan Halife; namı Yavuz Selim’e gidiyorum. Yenilmez padişahı kimseler yere vuramıyor diye, biraz da baba II. Bayezid’in intizarıyla olacak, Aslan Pençesi denilen bir çıbanın O’nu yere serişine tevekkül yitikliğim içinde türbesinde ziyaret ediyorum.
Sonra sandukasının, temele değen ahşap kısımlarındaki eskimişliği zamanla yoğuruyorum. Hocası İbn-i Kâmal’in atının ayağından sıçrayan çamurlu kaftanını, sandukası üstünde bir camekânda dikkatle izliyorum. Osmanlı tuğrası, mumluk (mum çerağ) ile caminin maketine vakıf olup diğer iki türbeye yöneliyorum.
Sultan Abdülmecid türbesiyle Yavuz’un türbesi arasında Şehzadeler Türbesi bulunuyor. 5 medfunlu bir türbe. Üçü Kanuni’nin oğullarından; Şehzade Murad, Şehzade Mahmud ve Şehzade Abdullah’a ait. Diğer ikisi Yavuz’un kızları İstkender Paşa ile evlenmiş Hafsa Sultan ve Vezir Makbul İbrahim Paşa’nın hanımı Hatice Sultan. Silsile itibariyle baktığınızda dede, torun ve evlâdların bir arada olduğu görülüyor.
Bugün Cum’a idi değil mi? Ben Yavuz’un türbesinden genel notları alırken, nur yüzlü, saygılı, ceddine sevdalı üç çocuk giriyor içeriye. Dua üstüne dua dökülüyor içlerinden. Sonra da benim not düşmeme bakıp; “Ne yapıyor bu adam” diyorlar. Ne yapayım çocuklar. Bakmayın boyuma, sizin yaşınızdayım ve tarihimi öğreniyorum..
31. Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid Han.. 17 yaşında, padişahlık gibi ağır ve maharet isteyen bir Emir-İdare sanatını icraya başlayan hüküm insanı. Gülhane Hattı Hümayunu’nun okunduğu, Batılı’laşma sürecine hız verildiği bir dönemin insanı. Macar İsyanı dolayısıyla Macaristan’dan ilticalar, Eflak-Boğdan ihtilâfları, Rus Harbi O’nun döneminde olmuş. İyi ki Galata köprüsünü hizmete sokup, meslek okulları açabilmiş. Dolmabahçe Sarayı’yla Mecidiye Camii’ni de yaptırabilmiş. Bir de Ruslar’a karşı büyük menfaatler sağlanmış. İşte o kadar.. 22 yıllık saltanat işte bu kadar.. Yani, Yavuz’un Ridaniye’si, Memlûkleri ve İran’ıyla, Abdülmecid’in Galata etrafları.. Yani, genişlik-uzunluk ve darlık-kısalık gibi bir intiba.. Bende öyle..
İstanbul camileri arasında erken devir Osmanlı mimari eseri olarak yer alan Yavuz Selim’in camisi revakından geçerken daha önce farkına varamadığım bir manzarayla karşılaşıyorum.. Abdest alınan çeşmenin tavanını muhafaza eden dairevi çatının örtülerinden tahta perdeler, aradan geçen uzun bir süreye rağmen çürümemiş, ama eskiliğini hemen fark ettiriyor. Onları da örten çinko perdeler, diğer kısımlarda varken buraların bir bölümünde yok. Bundandır ki eski hâl, mimarı plân hususiyle “işte böyleyim” diyebiliyor.
Ne zaman Yavuz Sultan Camii’nin parkından içeriye adımımı atsam etrafta erken yaş gençliğinin orayı doldurduğunu görüyorum. Kitap okuyan, sohbet eden veya sigara içen; monotonluğa isyankâr bir erken yaş gençliği.. O güzelim oturaklara ve park merkezindeki albenili olanlara rağmen ekseriyeti, buradan Haliç’e tepeden bakmayı seviyorlar. Haliç çok aşağılarda ve çok yakınlarda ki aşağıya doğru, Yavuz Selim Camii’nin park duvarından itibaren başlayan müstakil, düzensiz ve köhne evlerin monoton yapısından dolayı cami boyu bir açıklık teşkil etmişler ki Haliç’in her hâli bu açıklıkta mükemmel izleniyor. Zira camii istinad duvarları (daha önce on beş-yirmi metre olarak belirtmiştim) yeniden nazari bir ölçüm yaptım, elli metre kadar yüksek. İşte bu yukarılık buraya mükemmel bir çevre izleme şansı sağlıyor.
Kırk basamak kapısından inişe geçiyorum adeta. Bir, yedi, on dört, yirmi bir derken tam 67 basamak sonra, bu ilki 18, ikincisi 34 ve üçüncüsü 15 basamak gelen üç kıvrımlı merdiveni terk eder terk etmez, köhne evlerin arasında buluyorum kendimi. Ve o anda da aklıma Galata evleri ve bir de Arap Camii geliyor. Cenevizler Kolonisi Galata.. Bir bir mescidleri, çeşme, sebil ve hattâ cami ve türbeleri zayiata uğrayan, Osmanlı’nın hatıralarının yok edildiği Cenevizler’in eski yurtlarını bir defa daha dolaşmak istiyorum. Sokollu Mehmet Paşa’nın Asar-ı Hayriye’si iken tamamen harab olan, 1941 Cumhuriyeti’yle yeniden tamir ve ihya edilen Azapkapı Camisi’ne bu kez uğramayayım fikrindeyim. Ondaki mahzuniyet beni de yaralıyor. Tıpkı kaybolan Osmanlı yadigârlarından yaralandığım gibi, yaralıyor beni.
İyi ki az ilerisinde, beni teselli eden Azap yerine bir Arap var. Çok hoş, Osmanlı Erken Devir mimarisinden çok farklı bir yapı özelliğiyle ve Azapkapı’nın kaderini bir süre, daha ağır hüzünlerle yaşamış bir Arap..
Cum’ayı onda kılayım, imamından onu tanıyayım ve sizlere tanıtayım fikrindeyim.
Nasib..
Şayet yol darılmaz, can durulmaz, zincir kırılmazsa Hakk’a kölelik kulluk o kapıdan girer, Cum’a’sını eda eder ve kalemiyle kâğıdına yazar diyorum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.