- 1232 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Farkedilmeyen Ağaç
Ben yaşlı bir ıhlamur ağacıyım. Aylardır onun gelmesini bekliyorum. Onu bana getiren sıcacık temmuz gününü özlüyorum. Her gece düşümde zeytin karası gözleriyle, sevimli gülüşüyle kollarını açıp bana doğru gelişini görüyorum.
Ne bir dostum ne de sevenim yoktu onunla karşılaşmadan evvel. Diğer arkadaşlarım kendi aralarında sohbet ederlerdi. Beni görmezden gelirlerdi. Bir şeyler söylemek için ağzımı her açışımda sözümü yarıda keserler:”Sen sus, otur köşende!”diye küçümseyen bir edayla konuşurlardı. Akşam, içime çöken yalnızlığı büsbütün artırır, gözüme uyku girmezdi. Cırcır böceğinin şarkısı da, güzel hava da umurumda değildi. Sabahın ilk ışıkları dallarıma dökülürken yapraklar üstünde parlayan çiğ damlaları gözyaşlarımdı.
Fark edilmeyen bir ağaçtım. İnsanlar yanımdan geçip giderlerdi sessizce. Arada bir gölgemde oturup dinlenenler olurdu. Ancak bir defacık olsun başlarını kaldırıp da yapraklarımın olağanüstü güzel yeşilini, dallarımın ihtişamını seyretmezlerdi. Neden böylesine ilgisiz davranıyorlardı acaba? Çok düşünmüştüm bunu, ama cevabını asla bulamayacağımı biliyordum. Bazen arılar, karıncalar gelirdi yanıma, sevinirdim, sevincim yarıda kalırdı. Çiçeklerim için geldiklerini anlardım hemen.
Yaşama sevincim günden güne tükeniyordu. Bu bitmek bilmeyen yalnızlığa, sevgisizliğe daha ne kadar dayanabilirdim ki. Öldüğüm zaman ardımdan üzülen ya da özleyen olmayacaktı. Bu düşünce ümitsizliğimi ve kederimi daha da körüklüyordu. Çiçeklerim toplanmayı bekliyordu. Dallarıma tırmanmaya çalışan minik kollar ve bacaklar görmek istiyordum. Gövdem giderek kalınlaştığı ve boyum da alabildiğine yükseldiği için buna cesaret edemiyorlardır diye düşünmeye çalışıyordum. Parkın kuytu bir köşesinde çoktan unutulup gitmiş, eskimiş, gözden düşmüş belki de artık kışlık odun yapmak için kesilmeyi bekleyen bir kurbandım.
Sıcacık bir temmuz günü her şeyi değiştiren o rastlantı gerçekleşmişti. Bir tekerlek gıcırtısının yanıma yaklaşmakta olduğunu duyarak irkilmiştim. Gelenler iki kişiydi. Şirin bir oğlan çocuğu tekerlekleri olan bir koltuğa oturmuştu. İyi giyimli, yaşlıca bir bey onu gezdiriyordu. İçimden, ne olur, benim yanıma gelsinler diye dua ediyordum. Duam kabul olmuştu. Küçük oğlan zeytin karası gözlerini iri, iri açarak;”Dedeciğim lütfen beni oraya götür,şu güzel ağacın yanına” diyordu.Heyecandan sesi boğuluyor,yanakları pembeleşiyordu.Dedesi hemen arzusunu yerine getirmişti.İlk defa birisi beni böyle kucaklıyordu.Minik kollarıyla bana sarılınca kalbim hızla çarpmaya başlamıştı.Köklerim toprağın altında zangır, zangır titriyordu.Gözlerimden süzülen yaşlar esmer başını ıslatmıştı.İnce dalımı eğerek ben de onu kucaklamıştım.Zaman durmuş,dertler susmuştu.Güneş ışıklarını sırtındaki torbasına toplayarak uzaklaşıncaya kadar sohbet etmiştik.Ta ki dedesi” Yavrucuğum vakit geç oldu,gidelim mi?”deyinceye kadar vaktin nasıl geçtiğinin farkına varmamıştık.
Cırcır böceğinin şarkısını seviyordum artık. Rüyalarımda bile küçük dostumla beraberdim. Dedesiyle sık, sık ziyaretime geliyorlardı. Birbirimize başımızdan geçen ilginç olayları anlatarak mutlu saatler geçiriyorduk. O benim dostum, arkadaşım, sırdaşım oluvermişti.
Bir hafta sonu acı bir olay gelmişti başıma. Mehmet’le dedesi yardımıma koşmasalardı, kim bilir ne halde olurdum şu anda. İşte! şu köşeden dönecekler, birazdan burada olurlar diyordum kendi kendime. Kulağım gıcırdayan tekerleğin sesini bekliyordu. Fakat beklediğimden bambaşka bir şeyle karşılaştım. Beş insan bana doğru gelmekteydi. Onlardan, ilk görüşte hoşlanmamıştım. Hislerimde yanılmamışım. Niyetleri iyi görünmüyordu. Sabahın çok erken saatleri olduğu için etrafta başka kimsecikler yoktu. Alelacele üstüme tırmandılar. Çiçeklerle bezeli güzelim dallarımı kırmaya başladılar.
Aşağıda elebaşları bekliyordu. Gelen olursa haber verecekti.”Çabuk olun, bunları satıp dünyanın parasını kazanacağız” diyordu. Hıçkırıklarımı duyan olmuyordu. Çaresizdim, kaderime boyun eğmekten başka yapılacak bir şey kalmamıştı. Tam her şeyden ümidimi kestiğim an bir yığın polis bu zalimlerin elinden kurtarmışlardı beni. Meğer Mehmet sabah erkenden huzursuzlaşmış, parka gidelim diye tutturmuş. Belki de başımın dertte olduğu içine malum olmuştu. Uzaktan,onları görür görmez polislere haber vermişler.Mehmet’in dedesi çok öfkeliydi.Sesi titreyerek:”Çiçekler neyinize yetmedi, zavallının dallarından ne istediniz?”diyordu.Mehmet küçük kollarıyla bana sarıldığında yaralarımın acısı diner gibi olmuştu.
Aradan birkaç hafta geçmişti. Mehmet üzülmeme fırsat vermemek için sık, sık geliyordu. Yaralarım yavaş,yavaş iyileşiyor,yeni sürgünler veriyordum.Yapraklarım kırılan yerleri nispeten kapatıyordu.Mehmet yazdığı şiirleri okurdu tatlı sesiyle.Bir gün baktım,eline fırçasını almış,dedesinin hediye ettiği boyalarla benim resmimi yapmak istediğini söylemişti. Günlerce emek verdikten sonra, ortaya harika bir tablo çıktı. Bitince de bana göstererek:” nasıl, beğendin mi?” dedi. Beğenmemem mümkün müydü? Yeteneğini günden güne geliştiriyordu. Diğer ağaçlarında resimlerini yaptı. Dedesi bir sergi açması için yardımcı oldu. Küçük ressam, dillerde dolaşmaya başlamıştı. Tablolarını satın almak isteyenler çıkıyordu. Televizyona bile çıktı. Onunla röportaj yaptılar. Sonunda, zengin ve sanatsever bir insan onunla yakından ilgilendi. Ameliyat olup tekrar yürüyebilmesi için gereken yardımı yapmıştı. Onunla ilgili son öğrendiğim bilgi ne yazık ki bundan ibaret.
Güzel dostum yanıma uğramıyor artık. Her günüm gövdeme bir çentik atmakla ve boş yere onu beklemekle geçti. Doksan gün doksan gecedir görünmedi. Havalarda soğudu adamakıllı. Üşüyorum, yalnızım eskisinden daha fazla. Rüzgar birer, birer yapraklarımı düşürdü. Köklerim, dallarım, gövdem sızım, sızım sızlıyor. Asıl sızlayan kalbim.
Unutuldum… Başka arkadaşlar edindi ve yaşlı dostunu çoktan unuttu bile. Biliyorum, aynen böyle oldu. Parkın kuytu bir köşesinde hiçbir işe yaramayan yaralı bir ağaçtan başka neyim ki onun için. Önceleri ne sık görüşüyorduk. Zamanla ziyaretlerini seyrekleştirmişti. Son zamanlarda ise hiç uğramaz olmuştu.
Bütün bunların sorumlusu o uğursuz resim. O resim tek arkadaşımı benden uzaklaştırdı. Eskiden sevgi dolu bir çocuktu. Şimdi ünlü bir ressam oldu. Şöhret, kişiliğini değiştirdi. Allah’ım, kaç gecem daha onun hasretiyle geçecek! Ağlamaktan gözyaşı kalmadı gözlerimde. Gündüzle gecenin farkı yok benim için. Eskiden olduğu gibi yapayalnızım… Güneş, boşuna uğraşma, güldüremezsin beni!
Bu ses de ne? Onun sesi! Onun gülüşü bu! O kadar yaşlandım ki hayal görmeye ve gaipten sesler duymaya başladım galiba. Fakat, fakat gördüklerim hayal değilmiş demek!
Mehmet, işte ta kendisi, inci dişleriyle karşımda gülümsüyor, üstelik, üstelik, Aman Allah’ım! Yürüyor! Kendi başına yürüyerek bana doğru geliyor. Yok ,yok rüya bütün bunlar… Hem de ne güzel bir rüya!
Gündüz gözüne rüya görülür mü? Ya sesi, öyle canlı ki, sanki gerçek! Bana sesleniyor: “Ihlamur ağacım! Ihlamur ağacım!” Bu rüya gerçekten çok hoşuma gitti. Aman! Minicik kollarının sıcaklığını hissediyorum. Hayalse hayal, gerçekmiş gibi yapsam ne çıkar.
Kollarımı biraz aşağıya eğeyim, ha şöyle! Vay be,nasıl da çatırdıyor her yanım.Ha gayret!Dallarıma oturtayım da seni yukarıya kaldırayım.Dikkatli olmalıyım,bir yerini incitmemeliyim.
Oh!şimdi bana daha yakınsın.Hayallerin en güzelini yaşıyorum…
Bunlar senin saçların,şunlar senin ellerin…capcanlı sımsıcak…Ya sesin yanı başımda cıvıldıyor:”Yürüyorum ağacım yürüyorum artık, öyle mutluyum ki!”diyorsun.
Hayal değil gerçekmiş meğer hepsi.İki parçaya ayrılıp tam orta yerimden yüreğimin içine almak istiyorum seni.Mutluluğumu kelimelerle ifade etmem kolay görünmüyor.
Dostum yanımdasın…gözyaşların yapraklarıma birer çiğ damlası gibi usulca damlıyor…
(06.07.2010-İstanbul)
Gülhan Çeliktaş