- 769 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ZAMAN
-Sonra rüyamda babaannemi gördüm. Allah’a bir sürü soru sordum, hiç cevap alamadım diyordu.
-……
-Benim şaşırdığımı görünce, gözlerime bakıp gülümsedi. Elini boş ver der gibi salladı.
-Babaannen hacıydı değil mi?
-Evet.
-Belli olmaz gerçi böyle şeyler.
-Ne gibi?
-Yani hacca gitti diye…
-Ne olacak ki hacca gitmişse?
-Hani ne bileyim… İnsan o zaman daha koşulsuz inanır gibime geliyor. Ama babaannen sana sitem etmiş sanki.
-Yahu rüya bu... Başka zaman da başka türlü görürüm belli mi olur?
-Orası öyle…
-Kaç oldu saat?
-Dokuza geliyor.
-Hadi ben kaçtım. Adnan’a selam söyle.
-Olur söylerim. Ya sok onları cebine ben hallederim, tamam.
-Ne olacak, al şuradan işte.
-Ben çağırdım seni, olmaz öyle. Hadi yürü şimdi.
-Sağ olasın kardeşim.
-Evdekilere selam söyle…
Evdekilere? Kimi vardı ki evde, yatalak dedesinden ve kedisi Portakal’dan başka? Zaten çıkarken arkadaşının yüzündeki hafif gülümsemeden belliydi. O da biliyordu yalnızlığını, çaresizliğini. Bu kahve köşelerinde unutmaya çalıştığı başıboşluğunu…
Soğuklar kendini iyiden iyiye belli etmeye başlamıştı. Yerlerde ölü yapraklar, izmaritler, poşetler, meyve ve sebze artıkları ile yürüdüğü sokak savaş alanı gibiydi. Her Cuma pazarı sonrası bu sokak böyle olurdu. Nedendir bilinmez, sonbahar geldi mi, her şeyin bitmek üzere olduğunu düşünmeye başlardı. Çoklukla da ölümü düşünürdü. Aniden her şeyi bırakıp gitmekten korkardı. Aniden? Her şeyi? Ani olduğu söylenen ölüm, her şey demek değil miydi? Her ne varsa etrafında canlı cansız, ölüm ile değer kazanmıyor muydu? Yağmur başlamıştı. Tam olarak hız kazanmamış olsa da, kendini belli ediyordu. Damlalar soğuktu. Seyrek saçlarının arasından kafa derisi ile buluşan her damla içini ürpertiyordu.
Evet ölüm. Ölümü düşünüyordu hala. Arkasına sinsice sokulmuş arabanın korna sesi ile irkildi. Ardına dahi bakmadan kaldırıma çıktı. Kaldırımda sarılı beyazlı bir kedi ölüsü vardı. Durdu. Kediye baktı. Muhtemelen her şey biraz önceki gibi gelişmişti. Kedi sokağın ortasında duruyordu. Belki bir şey yiyordu. Sinsice gelen arabayı fark etmedi, korna sesini duymadı ve ezildi. Evet, tam da böyle olduğunu düşünüyordu. Çocukken bir keresinde, babası ve annesi ile akrabalarını ziyaretten dönerken öndeki araba bir kediye çarpmıştı. Kedinin yerde taklalar attığını, garip şekillere girerek acı çektiğini göstermeye çalıştığını görmüştü. Arkadan gelen tüm arabalar durmuştu. Diğer arabaların farları otoyolu bir sahne haline dönüştürüvermişti sanki. Arabalarının içinde güvenle oturan insanlar, otoyol sahnesinde, kedinin ölümü adlı piyesi izliyorlardı. Bir an kedisi Portakal’ı düşündü. Portakal… Dostu, arkadaşı Portakal… Ya o da aniden ölürse? Bir akşam eve geldiğinde onu her zamanki gibi cam kenarında bulamaz da, evin en olmadık yerinde ölüsü ile karşılaşırsa? Bir korna sesi daha. Yine sinsice, kalleşçe ardına sokulmuş bir araba…
Dönüp bakmak istese de yapmadı. Tekrar kaldırıma çıktı. Eğer baksaydı, adam onu dikkatsizlikle suçlayabilirdi. Adam arabadan inip onunla kavga etmek isteyebilirdi. Adam belki sadece camdan bağırır, o üzerine yürüyünce camını kapar basıp giderdi. Adam… Belki… Adam… Belki de içecek bir şeyler alıp sokakları arşınlamaya öyle devam etmeliydi. Öyle de yaptı.
-İyi akşamlar. Bir bira alabilir miyim?
-……
-Bir de gofret verir misin?
-Al şuradan…
Böyle ters bir cevap, en nefret ettiği şeydi. İçeri girdiğinde televizyon karşısında leblebi yiyerek oturmakta olan bu adamı sinirlendirecek hiçbir şey yapmamıştı. Adam belki de televizyon izlemesini yarıda kesmesine sebep olduğundan dolayı sinirliydi ona. Ama ne yapabilirdi ki? Onun görevi buydu. Satmak. Kendisi de oraya müşteri olarak girdiğine göre, o an doğru düzgün bir alışveriş yapmasını engelleyecek hiçbir durum olmamalıydı…
Parayı masaya koyup, üstünü dahi almadan çıkıp gitti. Sokak boyunca adama olan sinirinden başka hiçbir şey düşünmedi. Parka geldiğinde lambaların aydınlattığı alanların dışında kalan bir yere oturdu. Birasını açtı ve içmeye başladı. Sinirden gofreti almayı unuttuğunu fark etti. Oysaki bakkala gofretin parasını da vermişti. Kalkıp almaya üşenmedi. Almak istemedi ve birasını yudumlamaya başladı. Muhtemelen dedesi şimdilerde uyanmış, televizyon izliyordu. Portakal cam kenarında aynı yerindeydi. Hayat devam ediyordu. Aynı şeyleri dün de yapmış, eve gittiği zaman aynı manzarayla karşılaşmıştı. Nadiren oynadığı şans oyunları dışında, hayatında ihtimallere yer yoktu. Ne oluyorsa oluyordu ve bir şekilde günler geçiyordu.
Yazmayı severdi. Ama ne zaman bir şeyler yazıp da masadan kalksa, geçirdiği dakikaların boşa gittiğini düşünür, içi sıkılıverirdi. Arada evine gittiği bir kız vardı. O söylemese de anlıyordu. Orospuluk yapıyordu. Böyle para kazanıyordu. Bunu çok az kişinin bilmesine özen gösteriyordu. Uzun zamandır vakit geçirdikleri halde ona dahi söylememişti. Ailesinin yolladığı para ile geçindiği yalanını söylemekte ısrar ediyordu. Bu kızla seviştikten sonra da içini böyle bir sıkıntı kaplardı. Bu durum erkeğin doğasındaki bir durum olmaktan daha öteydi. Bir histi. Ağır bir pişmanlıktan ziyade, bir boşluğa düşme hissiydi bu. Sevişmeseydi ne olacaktı? Yazmasa ne olacaktı? Yaşam durmuyor ki devam ediyordu. Özel olarak nitelendirilen bu eylemler esnasında dahi zaman deli gibi akıyordu. İnsanlar bu durumların büyüsüne kapılarak unutuyorlardı zamanı. Oysa unutulmamalıydı. Zaman her daim hatırlanmalı, içimizi sıkacaksa sıkmalı, bizi üzecekse üzmeli, güldürecekse güldürmeli, ama hep başucumuzda durmalıydı. Başka türlüsü insanı bitirir, yok ederdi. İnsan yazamaz, sevişemez ve en kötüsü ölemezdi…
Bittikten sonra ne olacaktı peki? Yazıyordu, sevişiyordu, dostları ile sohbet ediyordu, maçlara gidiyordu, çalışıyordu, okuyordu, düşüyor kalkıyordu… Yaşıyordu. Sonra? Sonra bir anda her şey bitiverecekti. Her şey kalacak, o gidecekti. Şu ağaç, şu bank, şu sokak lambası, şu kaydırak kalacaktı, o gidecekti. Sonrakiler gelecekti. Sonrakiler de gidecekti. Sonra… Sonrasını düşünmek istemiyordu. Yine zamanı unuttuğunu zannederek toparlandı. Esasında zamanı unutmamıştı. Aksine her defasından daha çok varlığını hissetmişti. Birkaç insan ona bakarak önünden geçip gittiler. Onu ayyaş zannetmişlerdi herhalde. Olsundu. O da bu parkın, bu mahallenin, hayatın, zamanın ayyaşı olup çıkıverirdi. Ne olurdu sanki? Sıfatların, yakıştırmaların ne anlamı vardı ki? Kilolu bir arkadaşı vardı. Minik takmışlardı lakabını. Minik dedikleri zaman o da gülüyordu, çevresindekiler de. Şimdi de kendisi gülüyordu ayyaşa benzetildiği için. İnsanların zihninde lakabı bir süreliğine de olsa ayyaş olarak kalacaktı…
Yanına bir köpek gelmiş, sessiz sedasız oturmuştu. Arkasından korna çalan arabalar gibi sinsice değil, güven verici bir sessizlikte oturmuştu köpek. Biraz kaşındı, bir iki kez uzunca soludu ve yanında oturan adama dönerek;
-Ölmekten korkuyorsun değil mi?
-Korkmuyorum… Öldüğüm için üzülüyorum…
-Niye?
-Çünkü değer verdiğim her şey burada kalacak.
-Kalsın ne önemi var?
-Kalsın olur mu? Kalsın olur mu hiç köpek? Benim kitaplarım, yazdıklarım, annem babamdan kalma özel eşyalarım var. Hepsi birbirinden değerli…
-Bırak şimdi kansız cansız şeylere değer biçmeyi. Hepsi burada kalacak. Kendileri de hatıraları da…
-Olur mu hiç öyle şey? O kadar yazdım, okudum, gezip tozdum. Benimle gelmeyecekler mi yani? Boşa mı hepsi? Boş yere mi doldurdum zihnimi?
-Boşa olur mu? Arabanın çalışması için benzine ihtiyacı var ya, senin de yaşaman için bunlara ihtiyacın var. Bu kitap, okuma yazma, bilgi dediğin şeylerin de bir kısmı benzin, bir kısmı da ilk yardım çantası, yedek lastik gibi şeyler. Arabada olması çok iyi, lazım olunca kullanırsın ama arabayı bunlar olmadan da kullanabilirsin. Araba çalışmamazlık etmez.
-Boş versene sen. Olur mu hiç öyle şey? Ben beden olarak öleceğim. Zihin olarak değil!
-E aklın, fikrin sana kaldı diyelim. Ne olacak? İnsanoğlu bir ömürde en fazla ne diyebilir ki? Ne yapacaksın seninle beraber gelen fikirleri, düşünceleri, anıları, hatıraları? Kimseye söyleyemedikten sonra, olmuş olmamış, bilmişsin bilmemişsin ne önemi var?
-……
-Peki canlı kim var çevrende değerli onu de sen.
-Bizimkiler öldü. Dedem ve kedim Portakal var bir tek.
-Onlar da öldüler. Evde ölü yatıyorlar şimdi.
-Yapma yahu… Bu kadar çabuk mu?
-Çabuk mu? Saatin kaç olduğundan haberin yok galiba. Sabah olmak üzere… Dedenin ilacını vermedin. Kedin de dedenin o şeker gibi ilaçlarından tırtıkladı hep. Zamanında evde olsaydın bunlar olmayacaktı.
-Gitsem şimdi hemen. Olur mu?
-Az daha oturursan buz gibi olacaklar. Git de dedenin sıcak ellerini bir tut. Kedini henüz soğumamışken güzelce bir sev.
Kalktı. Kalkması ile ürken köpek uyandı ve korkarak kaçtı. Hızlı adımlarla yürürken bira kutusunu sinirle fırlatıp attı. Şimdi sokaklar bitmek bilmiyordu. Saatine baktı. Durmuştu. Kaç zamandır saatçiye yaptırmaya niyetleniyordu ama bir türlü olmuyordu. Ne zaman saatçiye gitse saat çalışıveriyordu. O da hep erteliyordu. Şimdi siniri bir kat daha artmıştı. Küfür kıyamet yürüyerek apartmanın önüne geldi. Apartman kapısını açmak için anahtarlarını çıkardı. Alkolün etkisi ile sallanıyor, karanlık olduğundan anahtarları göremiyordu. Bin kere belediyeye söylemişti mahallenin sokak lambasını tamir etmelerini. İlgilenen olmamıştı. Doğru anahtarı bulması zaman alsa da sonunda kapıyı açmayı başardı. Merdivenleri bir solukta çıktı ve dairenin kapısını açtı. İçeri girip kapıyı kapattı.
İçerisi karanlıktı. Televizyonun sesi geliyordu. Kedisine seslendi. Gelen giden olmadı. İçeriye giremiyordu. Ayakları gitmiyordu. Daralıyor, sanki nefessiz kalıyordu. Dairenin kapısını açıp çıktı. Apartmandan da bir hışımla çıkıp yürümeye başladı. Sokakların kendisini kaybetmesini, yok etmesini istiyordu. Birkaç sokak sonra bir duvarın dibine oturdu. Gözlerini kapadı ve düşündü… Düşündü… Düşündü…
Evde hayat devam ediyordu. Dede ve kedi uyumuştu. Ölen, zamandı!