- 556 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Ölümden Kormak Olmaz
İnsan kâinatın en tuhaf yaratığıdır bana göre. Yeryüzünde gezen karıncanın, gökyüzünde uçan kuşların, canlılık adı verilen özelliği üzerinde taşıyan her varlığın yükleri bizim sırtımızdadır. Çünkü onlar düşünmeden, varlıklarının farkında olmadan ve fenaya dair endişelere kapılmadan yaşayıp ölürler. Ölüm onlar için feci bir iş değildir. Ölmeden önce ölmek gibi, ölümden daha feci bir paradoksa da sahip değillerdir. Bizden başka hiçbir canlı isyan etmeyi bilmez boyun eğmeyi de, kabullenmeyi de… Aşka gönül vermek, sevmek ve nefret etmek de bize mahsus özelliklerdir.
İnsanın dünyadaki mesleği nedir acaba? Neden indirildik şairlerin dostun bahçesi diye adlandırdıkları mekâna? Sadece hepimizin ortak ebeveyni olan Âdemle Havva’nın ilk ve en büyük mürtede uymalarından ötürü mü indirildik bu güzeller güzeli sürgün yerine? Dünyada insan neslinin mesleği tek değil bence. Sormak, şaşırmak, sevmek, hissetmek ve kâinatın muhteşem güzelliğine şahit olmak aklıma gelen görevlerimizden birkaçı. Görevini yerine getiren her insan ölüm badesinden içerek bu dünyadan göçer. Üzerine yüklenen görevleri kendisinden sonra gelen nesillere devrederek
Kimi zaman yanılırız. Kafamız allak bullak olur. Karışık yollara saparız farkına bile varmadan. Ayaklarımız dolanır, dilimiz dolaşır. Dünya meyhanesinde sarhoş oluruz kısacası. Başımıza gelebilecek en büyük tehlikelerden birisidir bu sarhoşluk hali. Ölümün varlığını bilmek fikri ise bizi sarhoşluktan uyandıran vefalı bir arkadaştır. Bu arkadaşımız bizi sevdiği için, akıbetimize en az bizim kadar kafa yorduğu için kolumuza girer her zaman ve çıkıp gitmez ömür boyu kolumuzdan. Bizler kâh başımızı onun omuzlarına yaslayıp hülyalara dalarız, kâh onunla sohbet eder yalnızlığımızdan kurtuluruz.
İnsan, bir gün öleceği hakikatini bilen yegâne ölümlüdür. Bu yüzden önceleri pek zavallı bulurdum bizleri. Ağır gelirdi bana kaçınılmaz bir sonla yüz yüze yaşamak mecburiyeti. Hiçbir şeyden tat alamaz olurdum fena adı verilen bir uçurumunun önündeymişim hissine kapıldığım zamanlarda. Bana göre her yer gurbetti. Bir sılamın olduğunu bildiğim halde teselliden çok uzakta bulurdum kendimi bu tarifsiz kedere kapıldığımda.
Şimdi artık daha duru ve daha keskin bir ifadeyle biliyorum ki ölüm yaşadığımız fani âlemden sırlarla dolu beka âlemine açılan dar bir kapıya benzer. Kul olan herkes bir gün bu kapıdan geçer. Ölümün kapısı dar olduğu için geçerken canımız yanar, alnımızdan ecel terleri süzülür. Alnımızdaki terleri silenler hem bizim ayrılığımız için, hem de kendi ayrılıkları için ağlarlar. Belki zor gelir bizlere ve bizi sevenlere ayrılık. İçimizde hep bir kaygı taşırız yolculuğa dair, geçip gitmeye dair. Fakat bir yandan da önceden gidenlere ve Yâr-i Mutlak’a olan kavuşma isteğinden doğan sevinçli bir heyecan sarar kalplerimizi.
Esrar- âlem, gönüllerimizde her dem dans eder kendine özgü neşesi ve kıvraklığıyla. Bu yüzden gözlerimiz genellikle dalar gider toprağın neftî renkli simasına. Bu tatlı bir hüzün hâlidir. Ruhumuza acı vermez, can sıkıntısı oluşturmaz kalbimizin derinliklerinde. Aksine çakırkeyif bir insan olur hüznü kıymetli bir misafir olarak benimseyen insan. Ellerin ağladığına o ağlamaz, candan ve yürekten gülemez başkalarını kahkahalara boğan işlere. Hayatın ortasında kendine mahsus edasıyla durur, seyreder hayatı. Bazıları onun bu garip halinden bir şey anlamazlar, divane gözüyle bakarlar ona. Bazen de çekip kolundan onu da dâhil etmek isterler kendilerinin oynadığı evciliğe benzeyen oyuna. Oysa aklından ve gönlünden kâinata ait sırları söküp atmamayı, ölümü yok saymaktansa onunla koyun koyuna yaşamayı tercih eden bu garip kişi için onların oyunlarına katılmak neredeyse imkânsızdır.
Doğduğumuz andan itibaren ölüme doğru ilk adımımızı atmış oluruz aslında. Ömrümüz kurulmuş ve durmaya aday bir saate benzer bu yönüyle. Madde gözü kör, mana gözü açık bir adam olan Âşık Veysel “Dünyaya geldiğim anda / Yürüdüm aynı zamanda/ İki kapılı bir handa/ Gidiyorum gündüz gece” diyerek hiçbirimizin unutmaması gereken bir gerçeği haykırıyor yanık bir üslupla.
Bazıları ölümden ölesiye korkarlarken bazıları asude bahar ülkesine duyulan hasretle beklerler ölümü. Birinci bakış açısına göre deli olmak işten bile değildir. “Öldük ölümden bir şeyler umarak, bir büyük boşlukta bozuldu büyü” diyen bir kişi için ölüm gerçekten de kâinatın en korkunç kâbusudur. İkinci bakış açısına göre ise ölüm bir son değil, bir başlangıçtır. Yâre kavuşmaktır. Gurbetten sılaya dönmektir. Sonsuz bir huzur iklimine ulaşmaktır. Bu sırra mazhar olanlar vuslatın halesinde müthiş bir hazla geçerler ölümün eşiğinden. Onlar için ölüm “Şeb-i Aruz”dur. Ölümden korkanları teselli etmek onların işidir. “Ölümden ne korkarsın, korkma daima varsın” diyerek bir müjdeyi fısıldarlar kafasındaki sorulardan muzdarip kişilerin kulaklarına.
İnsan nesli dalda yaprak misali salınır varlık ağacının kollarında. Canı yanarken, nefes alırken, acıktığında, susadığında, gönlünü bir başkasına kaptırdığında, özlerken, kavuşurken varlığın ılık nefesini hisseder düşünmekten ve duymaktan lâle dönmüş yanaklarında. Bu yüzden varlık omuzlarımızda, hatta hücrelerimizde taşıdığımız en değerli yüktür. Üstelik kendisinden şikâyetçi olunan değil, “Yüküm cevher yüküdür, kıskanırım başkasına taşıtmaktan” dedirten bir yüktür. Tahammül etmek ve müptela olmak fiillerini bünyesinde barındıran garip bir ruh haline bürünürüz varlığımızı taşırken. Ölüm ise memnuniyetle taşıdığımız fakat bir zaman gelip bizi yoran yükümüzü taşırken dinlendiğimiz bir mola yeri gibidir.
Gecenin ve karanlığın bir vazifesi vardır şüphesiz. Gündüzün ve aydınlığın değerini hissettirmektir onların en önemli işleri. Bu fikirden yola çıktığımızda ölümün varlık nedeni de hayatın değerini kavratmaktır insanlara. Eğer ölüm olmasaydı, yolculuk fikrine de kapılmazdık. Küçücük birer bohça var her birimizin ellerinde. Dostumuz “Gel” dediğinde bize, bu bohçayı yükleyip omuzlarımıza yola koyuluruz içimizde bin bir telaş ve heyecanla.
Ölüm bizleri eğitir. O, disiplinli, prensipleri olan bir öğretmendir. Adildir ve çoğu kez gözümüzün yaşına bakmaz bizleri eğitirken. Kalp kırmamayı, gönül yıkmamayı; hırstan, kibirden, hasetten uzak durmayı öğretir bizlere. Başkalarına kötülük yapmayı, gelip geçici bir dünya hayatı için gereksiz bulur aklı eren ve dersini iyi çalışan talebeler. Onlar hep iyi olmaya çalışırlar. Nefisleri onlara vurmayı kırmayı emretse de o müthiş öğretmenin harlı nefesini duyarlar ense köklerinde. Yalan söyleyecekleri ya da bir başkasını çekiştirecekleri zaman, harama gözleri kaydığında, canları bir yaramazlık yapmak istediğinde öğretmenleri gelip dikilir gözlerinin önüne en muhteşem görüntüsüyle. Ne mutlu bu öğretmenin sözünden çıkmayanlara!
Dünyadan şikâyet ederiz çoğu kez. Fakat bir gün sıranın bize gelmesinden ve bu masmavi gezegeni bırakıp gitmekten de korkarız. Bırakıp gitmek tasası, kederli yüzüdür ölümün. Bir yandan da özlediklerimize kavuşmak ihtimali aklımıza gelir takılır. Bu da ölümün bize tebessüm eden yüzüdür. Eğer söylediklerimizden ve yaptıklarımızdan ötürü bir vicdan azabı varsa kalbimizde dar kapıdan geçmeye korkarız. Ödevini yapmamış yaramaz bir öğrencinin tahtaya kalkmaktan korkmasına benzeyen bu acınası endişe ölümün bizleri korkutan yüzüdür. Daha ne çok yüzü vardır ölümün kimi periler kadar güzel, kimi hortlaklar kadar çirkin.
YORUMLAR
Bazıları ölümden ölesiye korkarlarken bazıları asude bahar ülkesine duyulan hasretle beklerler ölümü. Birinci bakış açısına göre deli olmak işten bile değildir. “Öldük ölümden bir şeyler umarak, bir büyük boşlukta bozuldu büyü” diyen bir kişi için ölüm gerçekten de kâinatın en korkunç kâbusudur. İkinci bakış açısına göre ise ölüm bir son değil, bir başlangıçtır. Yâre kavuşmaktır. Gurbetten sılaya dönmektir. Sonsuz bir huzur iklimine ulaşmaktır. Bu sırra mazhar olanlar vuslatın halesinde müthiş bir hazla geçerler ölümün eşiğinden. Onlar için ölüm “Şeb-i Aruz”dur. Ölümden korkanları teselli etmek onların işidir. “Ölümden ne korkarsın, korkma daima varsın” diyerek bir müjdeyi fısıldarlar kafasındaki sorulardan muzdarip kişilerin kulaklarına.
Ölüm bizleri eğitir. O, disiplinli, prensipleri olan bir öğretmendir. Adildir ve çoğu kez gözümüzün yaşına bakmaz bizleri eğitirken.
Dünyadan şikâyet ederiz çoğu kez. Fakat bir gün sıranın bize gelmesinden ve bu masmavi gezegeni bırakıp gitmekten de korkarız. Bırakıp gitmek tasası, kederli yüzüdür ölümün. Bir yandan da özlediklerimize kavuşmak ihtimali aklımıza gelir takılır. Bu da ölümün bize tebessüm eden yüzüdür. Eğer söylediklerimizden ve yaptıklarımızdan ötürü bir vicdan azabı varsa kalbimizde dar kapıdan geçmeye korkarız. Ödevini yapmamış yaramaz bir öğrencinin tahtaya kalkmaktan korkmasına benzeyen bu acınası endişe ölümün bizleri korkutan yüzüdür. Daha ne çok yüzü vardır ölümün kimi periler kadar güzel, kimi hortlaklar kadar çirkin.
Dört dörtlük bir tazı.
Tebrikler.
hatice eğilmez kaya
baki selam...
hatice eğilmez kaya
hatice eğilmez kaya
ölümü "şebi aruz" gören bir felsefeyi yansıtmaya çalıştığım için
olsa gerek "ölüm" sözünün tekrarı gönle kasvet vermiyor
bu huzurun temeli mevlanalardan yunuslardan hacı bektaşı velilerden
ilhamdır bendeniz fuzuli bir tekrarcıdan ibaretim aslında
maksat onları hatırlatmak...