- 1363 Okunma
- 11 Yorum
- 0 Beğeni
BİR GARİP İKİ ADAM
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
-İzleyen-
Bir garip adam şu…
Şu ilerde sağ taraftaki sıralarda oturan. Arkası dönük olan hani... Çayımı alıp da yukarı çıktığımda arkadaki sıralardan birinde oturuyordu. Az önce kafamı çevirip manzaraya bakarken kalkıp ilerde bir yere oturmuş. Arada bir yer değiştirip duruyor. Olur öyle insanlara bazen. Her yer boş olduğu zaman ilk oturduğun yer genellikle ani karar verip de oturduğun yerdir. Sonra etrafına şöyle bir bakınırsın ve esasında daha güzel yerler olduğunu görürsün. Oturduğunuz kata insan akışı sürdüğünden, kalkıp yürüyene kadar oraya birisinin oturma ihtimali kafanızı kurcalar durur. Ya siz kalkıp hedefinize varıncaya kadar oraya birisi oturursa? Daha da kötüsü geri dönmeye kalkıştığınızda, az önce oturduğunuz yerde, suratında “ne yapalım yani kalkmasaydınız” anlamında bir gülümseme ile size bakan birisini görürseniz? İşte o zaman, keyifli yolculuğunuzun bittiği andır. Hiç istemeden ya birilerinin arasına oturmak zorunda kalırsınız, ya da bir süre vapurun açık ve kapalı yerlerinde kendinize uygun bir yer ararsınız. Ben bu vapura binerken, eğer doğru zamanlamayı tutturursam, genellikle hep aynı yere otururum. İskelenin kapıları açıldığında en önde olduğu halde koşan birisini görürseniz o büyük ihtimalle benimdir. Ne yapayım, vapurun üst katında seyahat ederken, yolculuk boyunca İstanbul’u olabildiğinde çok gösteren sıraların, denize yakın köşesine, gidiş yönünde oturmazsam, bütün yol boyunca, bir dahaki sefere daha hızlı koşmam gerektiğini düşünür dururum…
Evet şu ilerdeki adamdan söz ediyordum. Bakın şimdi de kalkıp tam karşımdaki sıraların en ucuna geçti. Garip. Herhalde bendeki hastalık onda da var. Hatta onda benden daha fazla var diyebilirim. Benden başka kimsenin bu sonbahar günü, vapurun açık kısmına çıkmayacağını bilsem de, yine de biri görür de komik duruma düşerim kaygısıyla bu kadar sık yer değiştiremem. Aslında bu kadar da kontrollü davranmamak gerek. Davranmamak gerek de, her şeyi akışına bırakmak en doğrusu diye düşünmeye ne zaman başlasam, bu düşüncenin bile aklıma geliş zamanlarını hep kontrol ediyormuşum gibime geliyor. Çünkü fark ediyorum da sorgulamaya başladığım her zaafımın sonunda bu cümleyi yapıştırıveriyorum kendime. Hem de böyle sıraya yetişme çabası gibi eften püften konuların ardından da değil. Mesela bir cenaze sonrası dostlarımla oturup konuştuğumda, illaki bu “her şeyi akışına bırakma” meselesini bir kez açarım. Hem bu mesele benim gibi otuzlu yaşlarını geçmiş bir insan için hala önemlidir. Yani insan için, ömrünün ilk yarısında, sürekli tükenmekte olsa da, hala bir umut vardır. Bu umut bazılarımızın yaşamının tam da merkezinde olabilir. Olabilir ama ben bunu ne arkadaşlarıma, ne de sizlere tavsiye ediyorum. Neden derseniz, açıklayayım. Hayatımızda bazı konularda başarısız oluruz. Olur ya, beceremeyiz, ya da o günlerde havamızda değilizdir. O zaman hemen, bir dahakine nasılsa daha iyi olacağını düşünüp, sorgu sual defterlerini hiç açmadan, konuya son noktayı koyuveririz. Oysaki ortada sorgulamamız gereken bir mesele vardır. Neden başarısız olduk? İnsan bu soruyu sormadan nasıl olur da yeni adımlar atmaya başlar? E tabii bir de bunun tam tersi var. Bu durumda en az bahsettiğim üstteki durum kadar tehlikeli.
Hiç unutmam eski mahallemizde bir Şükran Teyze vardı. Kadına kazara düşürülmüş ve kırılmış bir bardağın üstüne bu kadar da konuşması gerektiğini anlatamazdınız. Bazı zaman haftalarca konuşur durur insanı çileden çıkarırdı. Yok efendim daha dikkatli olunmalıymış da, bardağın yeri masanın kenarı değil tam ortasıymış da, iyi ki içinde nar şerbeti yokmuş, yoksa masa örtüsü de batarmış da… Bir sürü laf. Tabii ki tahmin edeceğiniz üzere, bu konuşmaların devamı, ya masa örtüsüne dökülseydi, kaç para verdim ben ona biliyor musunuz demeye kadar giderdi. En sonunda biz de gider o kırılmış bardaktan daha pahalı bir bardak alır hediye ederdik ona. Bu sefer de, ben öyle demek istemedim, ne zahmet ettiniz diye başlayan cümleler silsilesi…
Adam bana doğru oturdu bu sefer. Biraz önce sürekli oturup kalktığı için dikkatimi çeken adam hani. O. Üşüdü herhalde ki yakasını kaldırıyor. E herkes oturamaz bu havada vapurun bu kısmında. Bakmayın biz eski İstanbulluyuz. Eskiden babam da beni bu kata hiç çıkarmazdı. İlla ki hava sıcaktan kavrulacak, insanlar vapurun bu kısmına hücum edecek. Ancak o zaman dışarı çıkartırdı beni. O da yine üstümü başımı örterek. Bir gün üstüme örtecek bir şey bulamadı, ceketini çıkardı, o yaz sıcağında üstüme örtüverdi. Babam yaz kış demeden ceket giyerdi. Onun üniforması gibi bir durum söz konusuydu ceket için. Babamı ceketsiz görenler, onda bir değişiklik olduğunu söylerler, babam da o sıcak havada ceketini yanına almadığı için vicdan azabı duyardı. Sanırım bazı huylarımı ondan aldım. Bazı takıntılarım mutlaka babamdan kalmadır. Özellikle de yukarıda bahsettiğim koltuk kapmaca meselesi.
Adam cebinden kalem kâğıt çıkardı, bir şeyler yazıyor galiba. Şairdir belki de. Böyle adamlar şair olur zaten. Üstünde başında bir şey yok, sorsan cebinde üç beş kuruş ya var ya yoktur. Aile desen hiç arama bunlarda. O para ile de bir güzel içer şimdi. Oh… Ondan güzeli var mı şu dünyada? Ama sen ben öyle miyiz? Ev geçindiriyoruz. Hem benim durumum daha zor. Ben hem yaşıyorum, hem de alabildiğine düşünüyorum. Hem de çok fazla düşünüyorum. Neyi mi? Her şeyi… Biraz önce bahsettiğim şeyleri sıradan bir garson neden düşünsün ki? Kendimi önemli hissettirmek için söylemiyorum bunları. Bilin diye söylüyorum. Bilin ki işiniz gücünüz ne olursa olsun, her daim bir şeyleri düşünecek kadar vakit ayırın kendinize…
Kızım geçenlerde boya takımı istedi de alamadım diye iki gece uyuyamadım. Garsonluk da bitti artık. Eskiden cebimize girenin haddi hesabı olmazdı. Adam bir büyük rakı istedi diyelim. Erkenden götürelim diye yarış ederdik arkadaşlarla. Gerçi patronun dediği olur böyle durumlarda, kimimiz bahşişi kopartırken, kimimiz de avucumuzu yalardık. Dedim ya bitti artık. Bir de şimdi çalıştığım yer Galata Köprü’sünde. Balık ekmek kaç para ki bahşiş veren olsun. Turist falan gelirse belki… Hoş, o zaman da patron biniyor tepemize. Eskiden çok tok gözlü adamdı bizim Şeref Bey. Şimdi o da anasının gözü. Ne diyordum? Şairin yazarın işi kolay bu memlekette onu bilir onu söylerim ben. Benim de kendime göre düşüncelerim var ama ben yazıyor muyum? Onlar yazıyor boyuna. Ellerinde ne var? Hiç! Şimdi bu garibanı ben tanımıyorum ama kim bilir ne kadar ünlü bir yazardır. Böyleleri kendilerini göstermekten de çekinirlermiş zaten. Demin biraz dikkatli bakacak oldum. Hemen uyuma numarası. Ulan ben kaçın kurasıyım? Yer miyim böyle numaraları? Esasında gidip yanına, “Hayırdır birader, ne diye yalandan yere uyuma numarası yapıyorsun? Rahatsız mı oldun yüzüne baktık diye?” diyeceksin, hemen başlar aman efendim yaman efendim. Neyse… İlişmeye gelmez böylelerine…
Vallahi ben onu beşi bilmem… Ne olursan ol, önce insan olacaksın. Adam akıllı adam olacaksın. Öyle bir yüzüne baktık diye uyuma numarası… Olmaz…
Yaz bakalım yazar efendi… Benden de selam yaz…
-İzlenen-
Kolları göbeği üzerinde bağlı etrafa bakıyordu. İsteksizdi. Huzursuzdu. Oturduğu yerden kalkıp vapurun demirlerine yaslanmayı, belki de bir sigara yakmayı geçirdi aklından, yapmadı. Yapamazdı. Yasaktı. Hem birileri rahatsız olur, belki de bir anda yüzüne bakıp, tedirgin olduğunu anlayabilirlerdi. Tedirgindi. İnsanların anlamasından korkuyordu. İkide bir küçük hareketlerle etrafına bakıyor, kim var kim yok tam olarak bilmek istiyordu. Oturduğu kata çıkanları ve inenleri tek tek saymıştı. Kıyafetleri, yürüyüşleri hep aklındaydı. Yüzlerinin nasıl olduğunu bilmiyordu ama. Yüzlerine bakmamıştı. Bakamazdı. Anlayabilirlerdi. En ufak bir dudak hareketinden, kaşının hafif kalkmasından, çenesini oynatmasından hemen anlarlardı. Kalktı. Birkaç adım atıp başka bir yere oturdu. Attığı dört adım boyunca, kalkmaması gerektiğini, oturduğu yerin esasında en doğru yer olduğunu, yaptığının çok büyük bir hata olduğunu düşündü.
Kafasını hafifçe kaldırıp etrafında bakmaya teşebbüs ettiği an ters oturduğunun farkına vardı. Vapurda, otobüste, trende asla ters oturamazdı. Ters oturduğu zamanlar, pencereden gördüğü yerleri uzun bir süre seyredebildiğinden, yol hiç bitmeyecekmiş, zaman hiç geçmeyecekmiş gibi gelirdi. Oysa şu an onun için, zamanın en hızlı geçmesi gereken andı. Her şey birden bire olup bitiverseydi ya. Vapura binip, kıçını sıraya koyduğu an kalabalığın sesini duysaydı. Kalkıp, ne oluyor demeye kalmadan kendini varmak istediği iskelede, inen insanların arasındaki kaçınılmaz koşuşturmacanın içinde bulsaydı. Olmazdı. Olamazdı. Zaman hızlı geçemezdi. Geçmemeliydi. Öyle olursa her şey hemen olur biterdi. Bitiverirdi. Beklemenin anlamı kalmazdı. Ayın başı çabuk gelir, kirasını hemen ödemek zorunda kalırdı. Hiçbir şeye değil de yağmurun çabuk yağmasına, sonbaharın hemen bitmesine üzülürdü. Evet. Doğru olan, zamanın bu sakin seyrini sürdürmesiydi. Her şey, olması gerektiği gibi oluyordu. Bu olması gerekenler…
Midesi bulanır gibi oldu. Kalktı ve oturduğu yerin tam karşısına oturdu. Ceketinin yakalarını kaldırırken, birkaç sıra ötede oturan birinin ona baktığını fark etti. Hemen başını eğdi. Kalkmaya niyetlendiği an durdu. Kalkarsa daha çok dikkat çekerdi. Anlarlardı. Hem de hemen anlarlardı. Diğer tüm insanların kendisinden daha akıllı olduğunu düşünerek yaşadığından, bunu göze alamadı. En iyisi oturmak, bir şeyler düşünüyormuş gibi yapmaktı. Yavaş hareketlerle kollarını bağladı ve uzaklara bakmaya başladı. Tüm güzelliği ile karşısında duran koca şehri görmüyordu. Kaçamak hareketlerle orda oturan adamın hala kendisine bakıp bakmadığını görmeye çalışıyordu. Adam uzaklara bakıyor gibi duruyordu ama esasında kendisine bakıyordu. Heyecanlandı. Uyurmuş gibi yapmayı düşündü. Gözlerini kapattı. Başını sağ tarafa doğru hafifçe eğdi. Hayır. Bir insan bu kadar çabuk uyuyamazdı. Böyle yaparsa numara yaptığını hemen anlarlardı. Biri kalkıp;
-Bak bakalım birader! Utanmıyor musun bu kadar insanın içinde uyur numarası yapmaya?
Derse ne derdi? Öyle bir duruma düşmektense oracıkta ölüp gitmeyi yeğlerdi. İnsanların ani sorularından her daim sıkılır, heyecanlanır, yanakları kızarıverirdi. Bir gün yolda yürürken birisi adres sormak için yanına yanaştığında, aniden hızlanıp, kafasını bilmiyorum anlamında sallayarak oradan uzaklaşmıştı. Çoğu zaman anlamakta zorluk çektiği insanlar, onu her daim böyle hamlelerle köşeye sıkıştırırlardı. Bu yüzden mümkün olduğunca ortalıkta pek gözükmez, kahvede en dipteki masada, otobüste ve sinemada en arkadaki koltuklardan birinde oturdu. Özellikle sinemada çok sıkıntı yaşardı. Tüm filmi yanında oturan birinin ona soru sorma ihtimali ile diken üstünde izlerdi. Bunlar eski mevzulardı ve şu anda düşünmesi gereken daha önemli meseleler vardı. Gözlerini açtı ve başka bir şey yapamayacağından sağa sola boş boş bakındı. Aniden, iç cebinde bir kâğıt ve bir kalem olduğu geldi aklına. Hayat belki de ona ilk defa bir fırsat tanıyordu. Hayat böyleydi. İnsanı önce üzer, sıkıntıya sokar, çaresiz bırakır, sonra da lütfedermişçesine bir çıkış yolu gösterirdi. Köydeyken Hasan amcası, bir gün ona şöyle demişti:
-İbrahim evladım, Allah fakir kulunun eşeğini önce kaybeder, sonra buldururmuş…
Şimdi iç cebinden çıkardığı kâğıdı ve kalemi sıkıca tutuyordu. Kalemi sağ eline aldı, kâğıdı sol avuç içine yerleştirdi. Aklına yazacak bir şeylerin gelmesini dilemek şu an için fazla olurdu. Hayata borçlu kalmak istemiyordu. Az önce kendisine sunduğu çıkış yolu yeterdi. Hatta artardı bile. Çünkü bu elindeki kâğıt kalem ile yol boyunca bir şeyler yazıp çizebilir, böylece insanların anlamasını rahatlıkla engelleyebilirdi.
Kâğıda basit kalem hareketleriyle bir şeyler çizdikten sonra durdu. Düşündü. Keşke kahvedekilerin dolduruşuna gelmeseydi. Keşke kendi aklına estiği gibi hareket etseydi. Ama yapmadı. Yapamadı. Diğer insanlar ondan daha akıllıydı. En doğrusunu onlar bilirlerdi. Peki ya şimdi düştüğü durum? Ona akıl veren herkes çil yavrusu gibi evlerine dağıldığında nasıl da yalnız kalmıştı! Nasıl da sokak ortasında çaresiz durmuş, etrafındaki korkulu gözlere bakakalmıştı…
Bir gün önce kahvede çıkan kavgada, anasına avradına küfreden bir mahalleliyi, kahvedekilerin dolduruşuna gelip, sokak ortasında bıçaklamasaydı, kokmayacaktı. İnsanların yüzüne dilediğince bakabilecekti. Öyle olsaydı değer, elindeki kâğıda ve kaleme de gerek kalmayacaktı İbrahim’in…
Akışını sürdüren zamanın eşliğinde, her daim yabancı kaldığı koca şehri dilediğince izleyebilecekti…