- 1237 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BİZ GALİBA ANLATAMADIK
Biz galiba bu karanlık yapıyı tam anlatamadık. Biz galiba kendimizi tam ifade edemedik. Hep dışlandık ve hor görüldük. Ama yine de yılmadık. Asırlarca dönen bu haksızlığı ezilen halka kavratana kadar bildiğimizi gene okuyacağız. Önümüzde bir yığın somut deliller var. Tabii ki bu somut olaylar, gene kavrayanlar için geçerlidir.
Bu devlet nasıl kuruldu? Kimler tarafından kuruldu? Bu devletin sınırları kimler tarafından çizildi? Kurulan bu devlet gerçekten tam bağımsız bir devlet mi yoksa bilinç yanılgısıyla oluşan bağımlı bir devlet midir? Bu konuda ben karar veremiyeceğim. Bunu okuyanlar ve ilerisini görenler karar versinler. Türkiye sınırları Lozan Anlaşmasıyla emperyalist devletlerce çizildiğini herkes biliyor. Peki Türkiye cumhuriyeti devleti kurulurken kimlerle anlaşma yapıldı? Bunlar, NATO kapsamında İngiliz, Fransız, Almanya, İtalya, ABD vs. gibi devletlerdir. Ama belirtilmesi gereken bir durum var. Tarih bize diyor ki İsmet İnönü, Kâzım Karabekir, Fevzi Çakmak ve diğerleri İtihat ve Terakicidirler. Bu kesimler İngiliz yanlısıdırlar. Hep İngiltere’den yardım ve destek alırlar. Bu deyimle yola çıkarsak Kürtler’i kışkırtanların dış güçlerin olduğu propagandası havada kalıyor. Üstelik tarihte varolan bu İttihatçılar’ın İngiliz yanlısı olduğu belgelerle anlatılıyor. M. Kemal için ilk önceleri Alman yanlısı olduğu söylenir. Sonradan o da İngiliz yanlısı kervanına katılıyor ki kimileri bunun mecburi olduğunu belirtiyorlar. Ama sonuç değişmiyor aynı yola çıkıyor. Yani ilk Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucu temsilcileri, yabancı devlet yanlısı olup, emperyalistlerle anlaşarak Türkiye Cumhuriyeti devletini kuruyorlar. Buna da kalkıp bağımsız Türkiye diyorlar! Bu durumda, bu devlet nasıl bağımsız olabiliyor? Bunun izahatı nasıl olur? Bu tarihin birinci çelişkisidir. Nerdeyse bir asır oluyor bir halka "dış düşman, dış mihraklar" fobisini dayatan bu devlet ve kurucularının veya temsilcilerinin vasıfları ne olacak? Bu da günümüzde dillendirilen taşeron deyiminin ikinci çelişkisidir. Türkiyemiz’de devlet temsilcilerinin sürekli tellendirdikleri "dış güçler, dış mihraklar, biri düğmeye bastı vs.." gibi deyimlerle bugüne kadar kimlere hizmet etmişlerdir? Bu gibi deyimlerin dillendirilmesindeki esas psikolojik nedenler nedir?
Devletin en tepesine gelenler, devlet için çalışan, kalkındıran, toplumuna gerçek hizmeti sunan, halkın birbiriyle barışık olmasını isteyenler öyle veya böyle hep dolaylı yoldan imha edilmişler. Demek ki bunları aşan bir güç varmış. Veya bu devleti yöneten "dış bir güç" var. Bu durum bir asır boyunca da halktan gizleniyor. Peki bu, kabul edilir bir durum mudur? Bu devlet temsilcilerinin sürekli kullandığı "dış güçler" deyimi, asıl bunların içinde bulunduğu psikolojik durumun halktan gizlenmesi amacını taşımıyor mu? Bundan başka bir şey anlaşılmıyor. Rahmetli Turgut Özal imha ediliyor. Eşref Bitlisi gibi askeri ve demokrat insanlar imha ediliyor.
Bu konu hakkında basında açık bir şekilde dile getirilen bir olay var. 26 Haziran 2010 tarihli Milliyet gazetesi tarafından "Ergin: Özal’ın şüpheli ölümü" başlığıyla şu bilgiler aktarılıyor;
"- Adalet Bakanı Sadullah Ergin, eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümünün şüpheli olduğunu söyleyerek, “Kendisinin ilk sivil cumhurbaşkanı olması derin güçleri rahatsız etti” dedi.
Abant Platformu’nun ’Vesayet ve Demokrasi’ konulu toplantısına katılarak bir konuşma yapan Adalet Bakanı Sadullah Ergin, 1960, 1970 ve 1980’de yaşananların günümüz koşullarında bile açıklanamadığını söyledi. Özellikle ilk sivil cumhurbaşkanı olan Turgut Özal’ın bu makama seçilmesinin "derin güçleri" rahatsız ettiği dile getiren Ergin, şöyle konuştu: "1993 yılı 90’lı yılların en karanlık yılı olmuştur. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın şüpheli ölümü, Eşref Bitlis’in şüpheli bir kazada hayatını kaybetmesi ve Uğur Mumcu’nun katledilmesi aynı yıla rastlar. Yine Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı, Hiram Abbas, Memduh Ünlütürk, Kemal Kayacan, Hulusi Sayın ve diğerleri bu dönemde suikasta uğradılar.” Artan PKK eylemleri, faili meçhul cinayetler ve suikastlerle 90’lı yılların bir kaos ortamına sürüklendiğini savunan Ergin, “Ve arkasından tahmin edeceğiniz gibi 28 Şubat 1997 müdahalesi... İstifaya zorlanan bir hükümet, cumhurbaşkanın essiz katkılarıyla parçalanan partiler ve demokrasinin bir kez daha askıya alınması…” şeklinde sözlerini sürdürdü.
Ergin, “27 Mayıs’tan itibaren yaşanan bu süreçte, vesayet rejiminin tüm ortakları yani bir kısım asker ve sivil bürokratlar, vesayet rejiminin özellikle yüksek yargıdaki temsilcileri, cumhurbaşkanları, MGK, HSYK, YÖK gibi kurumlar, bazı siyasi partiler, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları vesayet rejiminin devamına zaman zaman önemli katkılarda bulunmuşlardır” dedi.
27 Mayıs sürecinde hiçbir hakim-savcı darbeye tepki göstermediğini belirten Ergin, 12 Eylül’ün ardından Yüksek Hakimler ve Yüksek Savcılar Kurulu üyelerinin Kenan Evren’i ziyaret ederek bağlılıklarını ilettiklerini ve aralarında 17 yaşındaki Erdal Eren’in de bulunduğu çok sayıda gencin idamına karar verildiğini sözlerine ekledi. Ergin, 28 Şubat döneminde de durumun farklı olmadığını kaydederek, ’Otobüslerle Genelkurmay’a taşınan hakim ve savcıların, verilen brifingin ardından darbecileri ayakta en uzun süre alkışlayan kişiler olduğunu’ ifade etti.
Hiçbir hakim ve savcının Pakistan’da olduğu gibi darbe ve muhtıralara karşı durmadığına ve istifa etmediğine dikkat çeken Ergin, hakim ve savcıların yetki gaspında bulunduğunu söyledi. Ergin şöyle konuştu: ’Tepki göstermek bir yana, yüksek yargımızın başkanları, başkanlar kurulu hükümete karşı siyasi açıklamalar yaparak, bildiriler yayınlayarak siyasete müdahale etmişlerdir. Anayasa’da yerindelik denetimi yapılamayacağı açıkça belirtilmesine rağmen, Anayasa’nın ve kanunların çok açık hükümlerini hiçe sayıp, yetki gaspında bulunarak yaşamaya ve yürütmeye hukuk dışı müdahalelerde bulunmuşlardır.’
Yukardaki açıklamalar korkunçtur. Devletin resmen eli ve kolunun bağlı olduğunu gösterir bir belgedir. Erbakan da aynı şekilde haksızlığa uğramıştı. Rahmetli Ecevit’in felç geçirmesinden de şüphelerin olduğundan bahsedilir. Bu gibi şeyler asla tesadüf olamaz. Bir durum daha var. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, bugüne kadar ilk olarak bu hükümet döneminde İngiliz Kraliyet ailesi, Türkiye’ye gelip devletin en üst kademesini ziyaret etti! Ama bu ziyaretin şekli farklı ve dolaylı yollardandı! Peki bu ne demektir?
Yukarda belirttiğim gibi bağımsız olmayan, kendi insiyatifini kullanmayan bir devlet, ancak emperyal devletlere bağlı bir vilayet statüsünde olduğu gibi bir anlam taşımaktadır. Yeni dünya düzeni teorisi ortaya atıldığı ilk günden bugüne kadar İngilitere-ABD ve İsrail devletleri hep aynı hareket etmişler. Bunların arasında hiçbir fark yoktur. Devlet katındakiler bile hep dolaylı yollardan bu devletleri suçlar ama, kendilerinin bu devletlerle olan ilişkilerini de bir şekilde örtbas etmektedirler ki bu danışıklı dövüş olayından başka bir şey değildir. Bundan dolayı artık şunu görmek gerekir. Bu manzarayla, bu alana asla huzur ve refah gelmiyecektir. Tek çare halkın birliği, beraberliği ve hesap sormasıdır. Akan bunca yetimin, yoksulun kanını rant kapısı haline getirip tücaret baronluğunu yapanların yakasına herkesin yapışması gerekir. Haksızlığı sorgulaması gerekir. Bu devlet olayı çocuk oyuncağı değildir. Asker ölür intihar süsü verilir. Köyler ateşe verilir rüzgara ve ihmalkarlığa yüklendirilir. Halkın iyi niyetini kötüye kullanıp kan ırkçılığını, milliyetçiliği legal hale getirenleri de sorgulamak gerekir. Vatan-millet-sakarya edebiyatıyla halkın duygularını rencide edip perde arkasında sırıtanları da artık halkın tanıması gerekir. Bir avuç ırkçı ve miliyetçiyi bir araya getirip "vatan bölünmez, şehitler ölmez" gibi insanlığa yakışmayan ve kan ırkçılığını öne çıkaran zihniyetleri de mahküm etmek gerekir.
Hiç kimse unutmasın, asıl gizli güç devreye girdiği zaman herkes hanyayı konyayı görür. Ama o zaman çok geç olur. Bu alanda kalkıp savaş kışkırtıcılığını yapıp rant elde edenleri de teşhir etmek gerekir. Yugoslavya’daki durumun, bu alanda da yavaş yavaş uygulanıp devreye sokulduğunu unutmamak gerekir. Onun için herkes, elini taşın altına koyup ırkçılık, şovencilik ve miliyetçilik borancılığına soyunmasın. Her kim savaş kışkırtıcılığını yaparsa emperyalizme hizmet edeceğini unutmasın. Yarınlarda çok geç olan ve önü alınmaz katliamlara yol açmak savaşa hizmet anlamındadır.
Çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı birlik ve beraberliği yakalayıp emperyalllerin bu ırkçı ve kanlı oyununu boşa çıkartması, onlara büyük bir tokat olacağını unutmaması kaydıyla! Tek umut Anadolu, Mezopotamya ve hatta Ortadoğu halklarının kardeşçe, dostça barış içinde bir arada yaşaması sloganı herkesçe istenilen bir dilek olması gerekir.
Hasan DAL
26 Haziran 2010
Ortadoğu’nun Kalbi Kürdistan
YORUMLAR
Hasan Bey, "BİZ GALİBA ANLATAMADIK" derken, "biz" kim acaba...O kısmı da öğrenebilsek, yazınızın karanlıkta kalmış bir bölümü aydınlanacak....
İkincisi "T.C" kısaltması resmi evrakta kullanılır. Türkiye Cumhuriyeti olmalı...
Üçüncüsü, hakikaten bir halk, yüz yıl uyuyacak kadar aptal olabilir mi? Bu devletin başına bir tane bile mi namuslu geçmedi yani?
Dördüncüsü, umarım yanılıyorsunuzdur...Beşincisi, Allah'ın izniyle, bu vatana asla bir şey olmayacak. Hiç bir şeyimiz yoksa bile, ta gönülden, " HER ŞEY VATAN İÇİN" diyen milyonlarca bayrağımız, yani delikanlımız var...
Yine de dua da fayda var...Rabbim vatanımızı muhafaza etsin...
Saygılarımla.