- 740 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ADİLİK
Bekliyorum. Gelmiyor namussuz. İki adım ileri, iki adım geri. Oturuyorum olmuyor, durağın demirine yaslanıyorum olmuyor. Kulağımda kulaklık var iyi ki. O da olmasa halim harap. Sabahın 8’inde tek başına Kabataş’ta ne yapar insan? Arkamı dönüp Üsküdar’a bakıyorum. Hani kulağımda inleyen parça eşliğinde güzel bir an yakalarım belki diye ama nafile. Üç beş balıkçı teknesinden başka kimseler yok koca denizde. Martılar dahi görünürde yoksa henüz sabah olmamış, resmi gün başlamamıştır. Ben bir günün başladığını önce martılardan, sonra durağın arkasında duran seyyar köfteci dükkânından anlıyorum. İskelede inip durağa doğru yürürken, burnunuza mangalda mis gibi kızarmış köfte kokuları geliyorsa, çevrede mutlaka insan var demektir. Yani resmi gün başlamıştır artık. Az sonra martıların kanatlarını takıp uçmaya başlayacaklarını az çok tahmin edersiniz. Deniz de bir başka dalgalanır hani öyle olunca. Gökyüzünün mavisi başka bir güzel olur.
Hala bekliyorum. Bir pazar günü bu saatlerde kim işe gider diye sorsam sizlere, eminim bir hayli düşünür taşınırsınız. Ben sizin yerinize söyleyeyim. Cumartesi ve Pazar sabahları, sizler uyurken, şehrin uzak uçlarındaki ağaçları budamaya giden işçiler, sizi uyandırmadan sessizce duraktaki yerlerini alırlar. Ellerinde mutlaka kir pas içinde bir okul çantası bulunur. Hem de istisnasız tüm ağaç işçilerinin ellerindeki çantalar okul çantalarıdır. Sanki bu işe alınmanın iki koşulu vardır. Biri makine yağı ile kirletilmiş eski bir okul çantası, diğeri de kollarınızın diğer insanlara nazaran daha kuvvetli olması. Bu bir elinde -ya da omzunda- işçi çantası olan ağaç işçilerinin diğer ellerinde -bazen de diğer omuzlarında- elektrikli testere vardır. Durağa geldiklerinde yaptıkları ilk eylem, önce çantalarını ardından testerelerini -bu sıra da hiç değişmez- yere bırakmaktır. İkinci eylem ise o gün nereye gideceklerini bir iki dakika sessizce tartışıp, ardından aynı sessizlikle birer sigara yakmaktır. Ben hep onlarla konuşmak istemişimdir. Ne zaman niyetlenip yanlarına gidecek olsam, yıllardır beklediğim otobüsün arkadaşlarından biri gelip, “O kadar da değil… Uzaktan baktığın yetmiyor mu? Bırak şimdi insanları… Tüm gün karın tokluğuna çalışacaklar zaten… Rahatsız etme hadi, yürü…” dercesine, onları alıp götürüverir. Hep böyle olduğundan ben de onları izlemekle yetinme kararı aldım.
Hala bekliyorum. Geldi diye hareketlendiğim esnada yanıldığımı anladım ve yerimde saymaya devam ettim. O esnada, uzaktan ağır ağır ilerleyen, elindeki uyuşturucu madde dolu poşeti şişirip şişirip içine çeken, gencecik bir çocuğun bana doğru yürüdüğünü gördüm. Siyah saçları karmakarışıktı. Üzerinde anlamını bilmediğim -eminim ki onun da bilmediği- yazılarla süslenmiş siyah bir mont, altında siyah kirli bir kot pantolon, ayağında bağcıkları çözülmüş boyasız kahverengi bir ayakkabı vardı. Bana gelmeden birkaç insana yaklaşıp bir şeyler istedi ve insanlar ellerini açarak “vallahi bende de yok” gibi hareketler yaparak çocuğu uzaklaştırdılar. Aramızdaki insan durakları azalıyor, kimseden bir şey alamadan yanıma geliyordu. Ben otobüs bekliyordum, otobüs gelmiyordu. Gencecik, sönmüş bir hayat geliyordu. Tedirgin olduğumu belli etmeden, dik durup, sakız çiğner gibi ağzımı oynatmaya başladım. Genelde tedirgin olduğum zaman takındığım bu duruş çoğu zaman işe yaradığı gibi, bana uğramadan geçen, tehlikeli olabileceğini umduğum insanlardan sonra, toparlanması güç bir hal alabiliyordu. Nihayet yanıma gelmiş, benden bir şey istemişti. Ben kulağımdaki kulaklığı çıkarmadan, o gelmeden çok önce planladığım kafa hareketini yapıp, yanımdan uzaklaşmasını sağladım. Ardından otobüslerin geleceği yöne doğru birkaç adım atıp, hafifçe ona bakmak için arkamı döndüm. Otobüsün birinin kapısından şoförle konuşuyordu. Elleri ile parası olmadığını ama otobüse binmek istediğini söylüyordu. Şoför, elindekini atmasını söylemiş olacak ki, elindeki poşeti yere bıraktı. Durup bir an baktı. Sonra sallana sallana gülümseyerek otobüse bindi. İçimi bir huzursuzluk kaplayıverdi. Adice bir şey yapmıştım. Yanıma gelmiş bir insana, hiç yanıma gelmemiş, hiç yokmuş gibi davranmış, planlanmış hareketlerle onu hiçe saymıştım… En azından kulaklığımı çıkartıp, sesli bir şekilde “yok be kardeşim” diyebilirdim. Diyemedim. Korktuğum için diyemedim…
O gün, o saatte, orda, kulaklığımı çıkartıp, o insana bir cümle kurmadım ya, yazıklar olsun bana!
YORUMLAR
Çok anlamlıydı yazınız. Hepimizin zaman zaman başına bu tip olaylar gelebiliyor biz de pişmanlıklar yaşayabiliyoruz. Ben de kızımla Kızılay'ın işlek bir saatinde bir yere koşturuyorduk. Çok temiz yüzlü bir çocuk kızıma doğru mendil uzatarak ne olur alır mısınız dedi. O anda işimiz acildi bozuk paramız var mıydı yok muydu hatırlamıyorum. Sonra o çocuk hiç ısrar etmeden boynunu büktü ve gitti. Biraz ilerledik kızım ve arkamızı döndük aynı anda çünkü ikimizin de içi sızlamıştı birden.. Aynı yere geri gelip bakındık ama göremedik. Çok temiz yüzlüydü belki de öğrenciydi. Hala o çocuğu düşünürüz zaman zaman ve keşke alsaydık deriz.
Her zaman kuralına ve olması gerekenlere göre davranamıyoruz.
Teşekkür ederim paylaşımınız için çok güzel bir anlatımdı. Tebrik ederim. Saygılarımla..