- 672 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
KEMANCI
Motora bindim. İçimde bir bunaltı. Motorun sallanmasından değil. Farklı bir şey bu. Akşam eve döneceğimi bildiğim halde, rüzgâr sanki bir daha asla buralara uğrayamayacağımı fısıldıyor kulağıma. Temelli gidecekmişim gibi bir his. O niyetle binmişim bu motora da, bu yüzden dönüp arkama uzun uzun bakmışım. Motoru kaçırdığı için çaresiz bekleyen insanlara, simitçiye, yürüyen koşan tüm insanlara, arabalara, dolmuşlara, şu koca camiye… Onlar da durup bir an bana bakmışlar sanki. Kimisi üzülmüş, kimisi ağlamış. Kimisi sinirden çekip gitmiş. Cami ise ağıt yakmış ardımdan. Başlamış Allahu Ekber! diyerek…
Motorun üst katında oturuyorum. Sağım solum insan dolu. Havada öylesine bir sıcak var ki, herkes tüm kurtuluşu bu katta arıyor. Yüzlerine esip onları rahatlatacak bir rüzgârın peşinde olan bu insanların hiç birini tanımıyorum. Ama o kadar tanımak istiyorum ki. Misal şu karşımda duran gözlüklü çift… Onlarla bir akşam balkonda oturup buz gibi bir karpuz yemek ne güzel olurdu. Yanında da rakı… Sağımda oturan iki genç kız. Onlarla da dağlara tepelere çıkılıp, kimselerin bilmediği derelere, şelalelere girilebilir pek ala. Derken bir düşünce… Bir dakika! Motora ilk bindiğim anı hatırladım bir an… Ben kimseyi terk edemem ki… Yalnızca bir kimseyi mi, hiçbir şeyi terk edemem ben. Canlı cansız ne varsa bana ait, benimle birlikte son ana kadar yanımda olsun isterim. Yanımda olmasa da olur elbet. Yerini ve işlevini bileyim yeter. Bazen kaybolmasınlar, alnımdan terler boşalana kadar onları aramayayım diye, durup durup düşünür, unutacağımı düşündüğüm yerlerinden çıkarıp, göz önünde bir yere koyarım. Tabii ki bunlar cansız varlıklar için geçerli. Peki ya canlılar? Canlı diyince aklınıza hemen insan gelmesin. Kediler, balıklar, çiçekler de canlıdır. Hem de kör olasıcalar senden benden canlıdır. Üç yüz yıldır yaşayan ağaçlar biliyorum. İçimizde kimin yetmişini görme garantisi var şu koca dünyanın, şu dünyalar güzeli ama artık pek bir düzensiz şehrinde?
Denizin ortasındayız. Biraz önceki düşünceler, bir anda apar topar, elveda dahi demeden çekip gittiler. Çünkü bu kata çıktığımda ilk dikkatimi çeken kişi olan pembe gömlekli, siyah kumaş pantolonunun belini kemerinin son deliğine kadar sıkmış, ince uzun çopur suratlı, kara bıyıklı, sol gözü olması gereken yerde ama sağ gözü sağ kulağına bir hayli yakın, tek tük dişleri sigara ve alkolden sapsarı ve dökülmüş olan, insanlara tüm bu özellikleri ile birlikte şaşkın ve dolu dolu bakan adamın, çantasından çıkardığı eski püskü, açık kahverengi bir kemanı, boynunu büküp, etrafında kim varsa her birinin gözlerine ayrı ayrı fakat aynı dikkatle bakarak çalmaya başladığını gördüm. Bir süre şaşkınca kendisine baktım. Benim şaşkın bakışlarım, onun telleri eskimiş, yayındaki kılların çoğu kopmuş, yıllanmış arkadaşını daha bir hevesle çalmasına yol açtı. Motor sallanıyor, o ise insanüstü bir güç ile ayakta durmaya ve hatta kemanını çalarak yürümeye çalışıyordu. Kısa sürede insanların dikkatini çekmişti. O dikkatini çektiği insanlar, bu gösterinin elbette bir karşılığı olacağını bildiklerinden onunla göz göze gelmemeye çalışıyorlar, sürdürdükleri sohbetlerine bir fon müziği bulduklarından mutluluk duyuyorlardı. Kimi, elleri bağlı, birazdan yanına yanaşacak adama kaç lira bozuk para vermesi gerektiğini hesaplıyor, kimiyse cep telefonundan kulağına gelip saplanmış iki kablodan daha fazla ses gelmesi için cep telefonunu kurcalıyordu. Ben, şaşkınlığımın yerini almış huzurla çaldığını eserin ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Biraz gayret edince, bu çaldığı eserin pek güzel bir türkü olduğunu anımsamayı başardım…
Elâ gözlüm ben bu elden gidersem,
Zülfü perişanım kal melûl melûl...
Kerem et, aklından çıkarma beni,
Ağla, gözyaşını sil melûl melûl...
Artık o çaldıkça ben bu mısraları mırıldanıyordum. O ise gidip motorun kıçında bir yerde oturup çalıyor, bir süre sonra kalkıp motorun ortasına geliyor, ama hiç durmuyor, hep bu parçayı çalıyordu. Çok geçmeden, çaldığı türküyü hafifçe mırıldandığımı anlayarak yanıma geldi. Önümde durup büyük bir hevesle çalmaya başladı. İlk başlarda başka taraflara baktığını düşündüğüm gözleri bu kez yalnızca bir kişiyi görüyordu. O bana bakıyordu, ben ise önce ona, sonra Galata Kulesi’ne, sonra camilere, sonra denize, sonra ilgisizliklerine içten içe bozulduğum insanlara... Bu kimseler duymadan beraberce icra edilen türkü ilerlerken, içimi yavaştan bir huzursuzluk kapladı. Bu güzel türküyü çalmayı bitirdiğinde, ona emeğinin karşılığı olarak para vermem gerektiğini biliyordum. Biliyordum ama bu bilincin tam şarkının ortasında aklıma gelmesi hiç iyi olmamıştı. Hafifçe elimle cebimi yokladığımda cebimde hiç bozuk para olmadığını fark ettim ve o an, oturduğum koltuktan kalkıp alt kata, kimselerin bulunmadığı, sıcaktan hamam gibi olmuş kısma geçip, tek başıma oturmayı, belki ağlamayı, ama daha sonra ne yapıp ne edip o adamı bulup, “geçenlerde motorda keman çalmıştınız da size para verememiştim, buyurun paranızı…” demeyi düşündüm. Bu düşüncelerimin tamamını olmasa da bir kısmını hissetmiş olacak ki, yanımdan yavaş adımlarla uzaklaşıp başka insanların karşına dikildi ve çalmaya devam etti. Beni aldatıyordu. Yok hayır, aldatmıyordu ama ben kendimi kötü hissediyordum. Onun bana sırtını döndüğünü fırsat bilip elimi cebime attım ve kâğıt paraların içinden, hayal kırıklığımı düzeltmeyi umduğum bir miktarı çıkartıp, avucumun içinde sıkıca tutmaya başladım. Beni gören karşımdaki gözlüklü çiftten erkek olanı da bir hamle ile elini cebine yöneltip, cebindeki kağıt paraların arasından, benim vereceğim miktarın aynısını çıkardı. Çılgına dönmüştüm. O şarkı söylememiş, çalınan eserleri dinlememişti bile. Belli ki bunu yüce gönüllülüğüne bir örnek olarak, yanındaki kıza gösteriş olsun diye yapmıştı.
Keman çalmayı bitirmişti. Ellerini yanına indirdi ve keman yayını kemanı tuttuğu eline alarak sağ elini boşalttı. Başı önünde, insanların yüzlerine hafifçe bakarak yürümeye başladı. Bana doğru geliyordu. Karşılıklı oturduğumuz o gözlüklü adamdan daha önce parayı vermek adına aniden elimi uzattım. Parayı aldı ve bedenine, suratına, bakışlarına hiç uymayan gür bir sesle, “teşekkür ederim efendim” dedi. Karşımdaki adamla aramdaki yarışı, az önce çalınan türküyü, onu dinlemeyen insanlara öfkemi, her şeyi bir anda unutup, bu kusursuz, tok sesin, karşımdaki cılız bedenden nasıl çıkabileceğini düşünmeye başladım. Bedenlerimiz karşımızdakileri yanıltıyordu. Yakışıklıydık ama iyi insan değildik. Çirkindik ama kalbimizin bir eşi benzeri yoktu. Tertemiz bir yüzümüz vardı belki, ne güzeldik ne çirkin, ama içimizde fırtınalar kopuyordu. Sıskaydık, rüzgâr istese bizi alıp götürebilecekti ama sesimiz gür çıkabiliyordu. O keman çalan adam, böyle bir insandı. Rüzgâr, onu para kazansın diye alıp götürmüyordu.
Teşekkür ettiği son insandan da aldığı parayı cebine koyduktan sonra yerine oturdu. Biraz önce motorun sallantısına ve insanların umursamazlığına rağmen sürdürdüğü ekmek kavgasını kazanmış, emektar kemanını dikkatle çantasına koyuyordu. Çantanın fermuarını kapatmak için eğildiğinde, başından ensesine, yanaklarına doğru akan ter damlalarını gördüm. Kıpkırmızı yüzü harita gibiydi. Akarsular, dağlar, kurumuş ağaçlar vardı. Yüzündeki dağlardan en büyüğü olan, uzun sivri burnunun tepesinde oturup, emeğinin karşılığı alın terinin aktığı akarsuları hayal ederek, nazlı, davetkâr eski bir keman sesi eşliğinde, onun yüzünden insanları seyretmek isterdim.
YORUMLAR
Erhan Tuncer
Çantanın fermuarını kapatmak için eğildiğinde, başından ensesine, yanaklarına doğru akan ter damlalarını gördüm. Kıpkırmızı yüzü harita gibiydi. Akarsular, dağlar, kurumuş ağaçlar vardı. Yüzündeki dağlardan en büyüğü olan, uzun sivri burnunun tepesinde oturup, emeğinin karşılığı alın terinin aktığı akarsuları hayal ederek, nazlı, davetkâr eski bir keman sesi eşliğinde, onun yüzünden insanları seyretmek isterdim. (Her cümleniz güzeldi ama burası daha da bir güzeldi)
Erhan Bey daha önce hiç bir yazınızı okumadığım için pişmanım şu anda çünkü inanılmaz güzeldi.. Bundan sonra sıkı takipçinizim. Saygı ve selamlarımla..