Karanlığa Bakarken Gözlerimiz
Lapa lapa kar yağıyor. Elimde bir fincan kahve ve dünden kalma koca bir dilim kek var. Burnumu cama yapıştırıp dışarıyı görmeye çalışıyorum. Serçeler dallarda titriyor olmalı. Börtü böcek bile yapışıp kalmış toprağa, burnunu dışarı uzatan yanıyor.
Odam o kadar dağınık ki; başıma döndürüp bakmak gelmiyor içimden. Toplamakta gelmiyor. Öylece, bir saman yığını gibi oturup durmak, hiç kımıldamamak geçiyor içimden. Çayım yavaş yavaş soğuyor. Kekim bitti, ellerim kirli, parmaklarım yıkanmamak için direnişte...
Pijamalarıma çıkarmak için kalkıyorum. Ne giyeceğimi düşünürken dolabın önünde geldim. Dolap bile yasta, kapağını açarken gıcırdıyor. Evvel zaman içinde diyecek kadar çok şey görmüş, bu dolap benden bile yaşlı...
En sevdiğim siyah kazağımı ve zaman içinde diz vermiş eşofmanımı alıp yan odaya geçiyorum. Sobanın yanında giyinmek iyi olur. Bu kadar soğukta kendime eziyet etmeme gerek yok. Beni görüp gülecek kimse de yok zaten. Soba tüm haşmetiyle duruyor, kömür almaya gitmezsem bir saate kadar sönecek. Bu soğukta aşağıya inecek isteği bulmak için kendimle konuşuyorum. “Ya donacaksın ya da inip alacaksın kömürü “diyorum.
Tabi ikincisi galip geliyor. Acele üzerime şalımı alıp odunluğa iniyorum. Tahta parçalarını bir elime, diğerine bir torba kömürü alıp çıkacakken, bir inilti geliyor kulağıma. Bir bebeğin ağlamasına benzetiyorum önce, sonra imkansız diyorum içimden. Tam kapıyı kapatacakken, torbaların altında küçük bir kedi yavrusu görüyorum. Benden korkuyor ama dokunduğumda ses çıkaracak hali yok. Yorgun ve hasta... Hemen elimdekileri bırakıp kediyi aldığım gibi üst kata çıkıyorum. Bir kenara eski kazağımı yığın yapıp üzerine bırakıyorum ve inip aşağıda bıraktıklarımı alıp geliyorum apar- topar.
Sobayı çarçabuk doldurup yakmak için hazırlıyorum. Kendim bile şaştım hızıma. Bir yandan da kediyi kolluyorum. İnleyecek bile dermanı yok zavallının. Biraz süt getiriyorum dönüp bakmıyor. Uyumak istiyor sanırım. Bende o arada işlerimi bir düzene koymalıyım. Hemen mutfağa geçip bir şeyler hazırlıyorum. Bulaşıklar, ütü derken üç saati aşmışım. Geri döndüğümde kedi yok. O kadar telaşa kapılmışım ki sobayı bile yakamadım daha, kendi kendime gülüyorum. “Bunadın herhalde, ne yapacaktın ne yaptın” diyorum...
Evi alt üst ediyorum. Ama yer yarılıp içine girdi sanki hayvan. Kapıda kapalı, “Nereye gitti ki bu?” derken zil sesiyle irkiliyorum. Bu saatte gelecek kimsem yok. İşin aslı sorun saatte değil. Hayatımdan çıkanlar ya da çıkarılanların ardından, kapımı çalacak kimsenin kalmaması. “Büyük ihtimal komşudur.” diyerek aşağıya iniyorum. Bu soğukta dışarı çıkan komşuya da akıl sır erdiremiyorum ya, neyse... Titreyerek birkaç basamak iniyorken ne olduğunu anlamadan, merdivenlerin dibinde buluyorum kendimi. Haykırışlarım bütün evi inletiyor. Başımı vurmuş olmalıyım. Ne kadar baygın kaldığımı anımsamıyorum. Hatırladığım tek şey, gözümü hastanede açtığım. Hemşireler acil serviste koşuşturuyorlar. Başımdaki doktor parmağını göz hizamda sallayıp takip etmemi istiyor. Onlarca ses duyuyorum sanki, ama bir teki tanıdık, ki o ses burada olamayacak kadar uzaklarda şimdi. “Demek ki...” diyorum içimden, insanlar yalnız yüz olarak değil böyle sesleriyle de birbirine benziyor.
Hemen acilden çıkarılıp tetkikler için başka bir odaya alınıyorum. Görmem hala bulanık. Başımı çarptığım için kanamam olabileceğini düşünüyor olmalılar ki, MR çekinmek için sedyeyle hastanenin koridorlarında ilerliyoruz. O ses hala kulaklarımda... Ailemi soruyorlar, akrabalarımı... 65 yaşındayım. İki çocuklu ama yalnızım. Birini kaybettim, diğerini de yaşıyorken öldürdüm mü demeliyim?
Kısa kısa cevaplar verip hemşireyi uzaklaştırıyorum yanımdan. İşte esas yalnızlık bu diyorum içimden.
MR sonrası yattığım sedyede kendimle münakaşalarım başlıyor. Nasıl düştüğümü düşünürken, elimi birinin sık sık tuttuğunu hissediyorum. Baktıklarımı görmeyi başaramıyorum ama o ses, o ses...
-Anne...
-Tıkandım. Tıkadı sözcükler boğazımı. Çıkış yolu bulamıyorum. Her taraf dahada karardı sanki.. Elimi çekiyorum önce, sonra vazgeçip tutuyorum yeniden, ne yapıyorum ben bilmiyorum
-Neşe... Sen misin?
-Benim anne, ben... Ben seninle yaşamak istiyorum. Seni kaybettim biliyorum, ama yeniden kazanmak istiyorum. Bir şans istiyorum senden ....
-Anne... Duyuyor musun?
Duyuyorum. Ama düşünemeyecek haldeyim. Cevaplar tasarladığımdan da güç çıkıyor dudaklarımdan...
-Seni affedemem?.
Hemşire gelip beni odama götürüyor. MR sonuçları temiz ama bir süre müşahade altında tutulmam gerektiğini söylüyor doktorum. Pek neşeli bir adam. baktıklarımı tam seçemesem de, insanların sesleri kendilerini ele veriyor. Neşe’nin sesindeki yorgunluk ve pişmanlıkta öyle, ama hiç biri benim yüreğimdeki azabı hafifletemez. 8 yıldır yalnızım ve onu düşünmeden tek bir gece uyumadım. Hatalarına göz yummadığım için cezalandırıldım, atıldım, aldatıldım...
Anne olmak...
Bir sanatçının hassasiyetiyle, bir dahinin ileri görüşlülüğü, bir başkanın yönetim kabiliyeti, bir alimin bilgisi... Anne olmak; üzerinden çıkarıp atamayacağın, silkinip kurtulamayacağın bir görev. Zaten kurtulmak isteyende yok. Sadece anlık pişmanlıklar, kalıcı hasarlar, bitmeyen kederler var yüreğimde.
İki günlük bir iç hesaplaşması, yatak istirahati adı altında kazınıyor belleğime. Neşeyle pek konuşmuyoruz. Gerekmedikçe gözlerime bakmıyor. Bende bundan memnunum. Gözlerinden bana yansıyacaklar kararımda etkili olabilir, soğuk kanlılığımı muhafaza etmeliyim.
Eve çıkma zamanımız geldi çattı. Küçük bir valiz ve tonla soruyla çıkıyoruz hastaneden. Bir taksi tutmuş Neşe, on dakika sonra evdeyiz. Arabadan inerken “Annecim ver elini” diyor. Uzatıyorum, ne kadarda soğuk elleri. Gözlerinin altında mor halkalar var, çokta zayıflamış. Belkide ilk kez bu kadar uzun bakıyorum.
-Anne, ne olur, zaman yaralarımızı saramaz mı!
Ona dayanıp iniyorum taksiden. Yan yana yürüyüp bahçe kapısından giriyoruz. Kapı aralık ama buzlanmış, biraz zorlanıyoruz, Neşe ilk kez gülümsüyor...
-Anne, çocukken de böyle donardı bu kapı hatırlıyorsun di mi? Babam da gelir bir omuz atardı. Bizde zevkten dört köşe, “Baba sen He Man misin?” derdik. Evet kızım ben onun Türk versiyonuyum derdi”, biz kahkahalarla gülerken... Ne kadar mutluyduk o zamanlar.
Fazla dayanacak gücüm kalmamış. Hadi bırak lak-lak’ı da açalım şu kapıyı diyorum. Hatıralar şu an bana acıdan başka bir şey vermiyor. Sokak kapısını açtığımızda tuhaf bir koku geliyor burnuma. Çöpleri atmadığımı hatırlıyorum. “Evi havalandıralım biraz” diyorum Neşe’ye. Konuştuklarımız ortamı öylesine germiş ki, ses tonum bana bile yabancı.
-Anne, istersen gidebilirim, ama birkaç gün sana bakmama izin ver olmaz mı? diyor
Tamam bırak bunları şimdi, önce bir sobayı yakıp karnımızı doyuralım. Konuşacak çok şeyimiz var. Ama böyle ikide bir bana eskileri hatırlatma.
-Üzgünüm anne diyor Neşe. Tam üç aydır bir kadın sığınma evindeydim. Sana gelmek için çok düşündüm. Yaptıklarımın bir özrü yok. Kendimi affetmemişken beni affetmeni isteyemem. Sadece beni sokağa atılmış bir kedi gibi düşün, ona nasıl hesapsız sahip çıkacağını biliyorsam bana da aynı şeyi yap. Çok şey istiyorum ama...
Nedenlerini sormaktan korkuyorum.
Kızım Selin, Neşe yüzünden öldü. Bir kutu ilaç alarak acılarına son verdi. Eşini kız kardeşiyle beraber gördüğünde vermişti bu kararı ve ben olacaklara engel olamamıştım. Evlatlarım inanılmaz hatalara düşmüş ben yalnızca bakakalmıştım. Şimdi Neşe’yi affetmek, tanrı katında bir affedicilik ve imkansız bir iç hesaplaşmayı yüklüyordu omuzlarıma ve ben omuzlarımı da, ruhum gibi dermansız buluyordum. Oturduğum kanepeye gömüldükçe gömülüyordum sanki. Yaslandığım şu yastık bile batıyordu. Kararımı verememiş olmanın ağırlığıydı yüreğime çöreklenen acıyı savurup atabilmek ne muhteşem olurdu. Unutmayı öğrenebilmek, hatıralarımdan vazgeçmek ve elde kalan tek evladımı henüz nefes alma şansım varken azletmek, affetmek...
Yabancılaştığım bir bedenle tam üç saattir aynı odadayız. Evet onu ben doğurdum ama doğurmamış olmayı çok diledim. 8 yıl kendimi kedere mahkum ettim. Keşke demediğim tek gecem, hayıflanmadığım tek günüm olmadı.... Şimdi dudaklarımdan dökülecek olan tek bir cümleyle yaşamıma devam edebilirim. Ya da bir ömür aynı yabancıyla yaşamayı seçebilirim...
Artık hissediyorum ki, bunu mümkün değil!
O kadar geçmişim ki kendimden Neşe’nin geceyi yaran çığlığını duyuyorum. O kadar keskin ki, o kadar bana ulaştı ki... Koşarken ne hastalığım umurumda, ne neşenin suçları, ne affetmek, affedebilmek.. Gittiğimde diz üstü çökmüş haykırıyor elleri kömüre bulanmış, yüzü de isten görünmüyor. Anne anne bunu da yaptım sonunda, anne onu ben öldürdüm, ne olur affet. Allah cezamı versin benim, anne ...
Haykırışları dinmek bilmiyor. Anlamakta zorluk çekiyorum. Sobanın yanına gelip duruyorum. O zaman neşenin elindeki torbayı almak geliyor aklıma, kızım neyin var demeye kalmadan, anlıyorum ki, artık geç kalmışım. Yine geç... O yavru kedi, tıpkı kızım gibi, benim pervasızlığımdan mı yaşamını yitirmişti. Vaktinde evde olsam, onu hatırlasam, arasam bir şey değişir miydi?
Kendimi suçlamak en kolayıydı belki. Her şeyin üstesinden gelebileceğime inanmak, çaresizliğe karşı durmak... Ne sahip çıkabilmiştim evlatlarıma, ne sokağa atabilmiştim. İkisinin arasında, tam ortada öylece kalmıştım. İşte orası, tam durduğum yer beni suçlu kılıyordu. Başaramadığım anne olmak değildi, arkadaş olmaktı. O ölü bir kedinin cansız bedeni için çırpınırken yüzündeki suçluluk, gözyaşlarıyla akıp gitsin istedim.O kendini affedebilseydi bende kendimi özgür kılabilirdim. Bu ikimiz içinde imkansızdı ve biliyordum ki, Neşe’yi sokağa atarsam, Selin’i tekrar terk etmiş olacaktım.
Seni affedemem Neşe derken sesim çok cılızdı. Başını kaldırıp delici bakışlarını üzerime çevirdiğinde yorgundu kızım. Çok uzun zamandır bu anı hayalinde canlandırmış belkide her defasında aynı cevabı duyacağını bildiğinden gelmeye korkmuştu. Diz üstü çökmüş kaderine razı gelmiş o haliyle teslim olmuştu. Bulduğum kedi yavrusuna benziyordu. Bulduğum ve unuttuğum kedi yavrusuna...
Ne Hoş geldin diyebildim, ne güle güle... Tam 12 yıl geçirdik beraber. Karanlığa bakan gözlerimiz gibi, birbirimize tahammül etmeyi öğrendik ve bazı gün, affedebiliriz sandık birbirimizi!.
YORUMLAR
Kendimi suçlamak en kolayıydı belki. Her şeyin üstesinden gelebileceğime inanmak, çaresizliğe karşı durmak... Ne sahip çıkabilmiştim evlatlarıma, ne sokağa atabilmiştim. İkisinin arasında, tam ortada öylece kalmıştım. İşte orası, tam durduğum yer beni suçlu kılıyordu. Başaramadığım anne olmak değildi, arkadaş olmaktı. O ölü bir kedinin cansız bedeni için çırpınırken yüzündeki suçluluk, gözyaşlarıyla akıp gitsin istedim.O kendini affedebilseydi bende kendimi özgür kılabilirdim. Bu ikimiz içinde imkansızdı ve biliyordum ki, Neşe’yi sokağa atarsam, Selin’i tekrar terk etmiş olacaktım.
Üffff be!!!Sabah sabah kanıma işledi bu yazı.estetik yönü ve içerik olarak harika.
Bir yalnızlık sendromuydu sanki.Yaşlı bir kadının içsel dünyasını ne güzel kaleme almışsınız.Psikolojik ağırlıklı harika bir yazı.Tam bir Çehov klasiği gibi.
Söyleyecek başka şey bulamıyorum.Zira çok duygulandım.
Tebrikler.Bence bu yazı güne gelmeli.Selamlar...
anemon55
Umutla ve ışıkla kalın