- 727 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Su İntifadası: Akdeniz’de Yazılan Tarih -1
“Size ne oluyor ki, Allâh yolunda ve ‘Râbbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir velî (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diye (yalvara)n zayıf bırakılmış erkekler, kadınlar ve çocuklar adına savaşmıyorsunuz?”
(Nisa, 75)
“Özgürlük” diyordu Malcolm X, “uğrunda herşeyi göze alabilenlerin hakkıdır”.
İslam ümmetinin kalbi olan kutsal Filistin toprakları 1948 tarihinde işgal edildikten ve oraya siyonistler yerleştikten bu yana, o coğrafyada yaşayan Müslümanlar her türlü zulme maruz kalıyor; katlediliyor, sürülüyor, aç bırakılıyorlardı. Bunun en dramatik örneği de, son dört yıldır Gazze şeridinde yaşanıyordu.
Siyonist düşmanla işbirliğini reddedip İslamî direnişi ve özgürce, onurlu bir yaşamı tercih ettiği için Gazze halkı 2006 yılından beri korkunç bir ambargo altında bulunuyordu. Öyle vicdansız ve merhametsiz bir ambargo ki, uzunluğu 41 km, genişliği 14 km olan bu toprak parçasına ne bir dilim ekmek, ne bir damla su, ne de bir tane ilaç girebiliyordu. Kuzeyden ve doğudan İsrail engellemekte, batıdan ise hain Mısır rejimi tarafından örülen duvarla Gazze şeridine giriş çıkışlar tamamen kapatılmış durumdaydı.
Gazze esirdi, tutsaktı; Gazze özgürlüğe muhtaçtı. Ve Gazze’nin özgürlüğe açılan kapısını aralamak, Gazze üzerindeki emperyalist ambargoyu delmek ve siyonist ablukaya bir gedik açmak, mümkünse tamamen ortadan kaldırmak, ortadan kaldırılmasına önayak olmak amacıyla bizler, “uğrunda herşeyi göze alarak” yola çıkmıştık; Akdeniz sularına açılmıştık.
Farklı kıt’âlardan, değişik ülkelerin limanlarından kalkış yapan toplam 9 gemi ve değişik ülkelerden, farklı ırk, kavim, dil, dîn ve mezheplerden yüzlerce yolcuyla “Vira Bismillâh” demiştik, Akdeniz sularına açılmıştık; “Gazze tut ellerimizden” diyerek.
Çeşitli teknik nedenlerden ötürü önce 7’ye indi gemilerin sayısı. Sonra bir gemi daha arızalanınca 6 gemi kaldık.
Bizler “Mavi Marmara” gemisiyle 27 Mayıs Perşembe akşamı Antalya limanından yolculuğa başladık. Gemide toplam 572 yolcu vardı. Sonra Kıbrıs açıklarında bozulan bir Yunan gemisindeki 15 yolcuyu da alınca 587 kişi olduk. En küçük yolcumuz 1 yaşında, en büyük yolcumuz ise 88 yaşındaydı.
Yükümüz “insanî yardım” idi; gıda, ilaç, oyuncak, giyim malzemeleri taşıyorduk. Bütün dünyanın gözü bizim üzerimizdeydi; bütün medya organları, gazeteler ve televizyonlar bizim “Gazze’ye yardım etmek” amacıyla bu seyahate çıktığımızı yazıyorlardı / söylüyorlardı.
Kurumsal açıdan, organizatörler açısından bu ifade doğru olabilirdi. Ancak bu onurlu ve izzetli eyleme destek veren, bu yolculuğa katılan, gemide bulunan yolcular için gerçek bunun tam tersiydi. Biz Gazze yolcuları, “Mavi Marmara” gemisinde bulunan yol arkadaşları, kesinlikle “Gazze’ye yardım etmek” amacıyla bu seyahate çıkmamıştık. Bizler, gemideki yol arkadaşlarımızdan biri olan sevgili Ramazan Kayan hocamızın gemideyken veciz bir şekilde söylediği gibi, “Gazze’nin yardımını almaya” gidiyorduk.
Biz Gazze’ye yardım etmeye değil, Gazze’nin yardımını almaya gidiyorduk. Çünkü bu yolculuk, bizler açısından “yeniden diriliş” demekti, “arınma” demekti, “silkinme”, “kendine gelme”, “günâhlara tevbe etme”, “hayata en güzel yerinden yeniden başlama” demekti. Bunu da Gazze’nin sayesinde yapacaktık, Gazze’ye elimizi uzatmıştık ve onun ellerimizden tutarak bizi zilletten, pısırıklıktan, yozlaşmadan kurtarmasını umuyorduk. İşte o yüzden yolculuğa “Gazze tut ellerimizden” diye yalvararak başlamıştık.
Bunun için çıkmıştık yollara; Gazze’yi değil, kendimizi kurtarmak için. Hem dünyamızı, hem de âhiretimizi kurtarmak için açık denizlere, Akdeniz sularına açılmıştık. Suyla yıkanmak, su gibi duru ve temiz olmak, bütün günâhlarımızdan ve kötülüklerimizden arınmak için. Suyun üzerinde yolculuk ediyor, suyla konuşuyorduk:
“Su; dokun bana…
Ey su; bütün vücûduma dokun, bedenimin her tarafına dokun… Dokun ki, bütün hayatımı, düşüncemi, davranışlarımı, insanlarla, bitkilerle, hayvanlarla, toplumla, doğayla ve coğrafyayla olan tüm ilişkilerimi İslam ve Qûr’ân’ın belirlediği ölçülere göre tanzim edeyim. Bütün varlığımla, bütün benliğimle Allâh’a kulluğu yaşayayım ve yaşatayım. Müslüman olarak yaşayıp Müslüman bir kimlikle var olayım; “şâhîd” olarak yaşayıp “şehîd” olarak son nefesimi vereyim.”
Gazze bugün bir açıkhava hapishanesi olmuştu. Hatta hapishane bile değildi, zira hapiste bile insana yiyecek ve ilaç verirler. En uzun yerinde kuzeyden güneye 41 km, en geniş yerinde ise doğudan batıya 14 km büyüklüğünde, nüfûsunun % 50’si 15 yaşın altında, % 75’i ise 25 yaşın altında olan Gazze, ambargonun başladığı 2006 yılından bu yana tam bir sefalet ve dram yaşamaktaydı. Dışarıyla bütün münasebetleri kapatılmış olan Gazze halkına ekmek ve su bile ulaşmamaktaydı. Bu da yetmiyormuş gibi, belli periyodlarla siyonist İsrail’in vahşî saldırılarına uğramakta, Gazzeli çocukların, okullarının ve hastanelerinin, evlerinin üzerine bombalar, savaşlarda bile kullanılması yasak olan kimyasal silahlar atılmakta, binlerce yaşlı, kadın, çocuk öldürülmekteydi.
Bizler ölümü, öldürülmeyi göze alarak yola çıktık. İsrail’in onlarca tehdit ve açıklamalarına, açıkça “gelirlerse gemileri vururuz” demelerine, biz yola çıkmadan önce denizde askerî tatbikat başlatmalarına rağmen yola çıktık. Ölüme, öldürülmeye gidiyorduk; bunu bile bile gidiyorduk. Madem ki hiçbir şey bedelsiz olmuyordu, bedeli neyse bunu “birilerinin” ödemesi gerekiyordu. O “birileri” neden bizler olmayaydık?
Hepimiz şuna inanmıştık: “Hayattaki en onurlu, erdemli ve şerefli eylem, Gazze için yapılan eylemdir. Gazze için ölmek, ölümlerin en onurlu, en erdemli ve en şerefli olanıdır.”
Bu bilinç gemideki herkeste vardı; Müslüman, Hristiyan, Musewî, ateist, Türk, Kürt, Yunan, Arap, İspanyol, Alman, hepimiz aynı amaçla yola çıkmıştık.
Her şeyi göze almıştık. Hepimiz ailemize, eşlerimize ve çocuklarımıza vasiyetimizi yazmış, helâlleşmiş, dostlarımızı ve yakınlarımızı arayarak helâllik almıştık.
Yolculuk çok neş’eli ve bereketli geçiyordu; bir noktadan sonra saldırıya uğrayacağımızı bile bile gidiyorduk. Ve hiçbirimizde korku yoktu; aksine, şehîd olmak, şehadet şerbetini içmek için Allâh’a dûâ ediyorduk. Gemideki yolcular, bu yolculuğu “şehadet fırsatı” olarak görüyorlardı ve bu fırsatı kaçırmamak için binmişlerdi gemiye.
Düğüne gider gibi şehîd olmaya gidiyorduk.
* * *
Siyonist İsrail’in bize saldıracağını tahmin ediyorduk ve bunu bilerek yola çıkmıştık. Nitekim, beklediğimiz gibi de oldu.
30 Mayıs Pazar günü, yolculuğun son etabı için harekete başladık. Toplam 6 gemi, Gazze’ye doğru harekete geçtik. Aynı saatlerde bize taze bir haber ulaşmıştı: Biz yola vermeden denizde 5 gün boyunca askerî tatbikat yapan İsrail, bizim tam Gazze’ye varmak amacıyla son etap yolculuğa başlayacağımız 30 Mayıs günü 68. milde “atış talimi” yapmaya başlamıştı ki, 68. mil, “uluslararası sular” oluyordu. İsrail’in “arama kurtarma sahası” 45 mildi; ama atış talimini 68. milde yapıyordu ve biz de o sıra 90. milde bulunuyorduk.
Demek ki İsrail blöf yapmıyordu ve gerçekten bize saldıracaktı. Bunu bilerek ve sonucunu Allâh’a bırakarak son etap yolculuğumuza başladık.
Bizim harekete geçmemizle birlikte, İsrail de harekete geçmişti. 30 Mart Pazar akşamı saat (TSİ ve FSİ; Türkiye ile Filistin aynı zaman diliminde bulunuyor) 22:50’de İsrail’in gemimize karşı ilk tacizi başladı. “Mavi Marmara” gemisinde alarm verildi; hepimiz can yeleklerimizi giydik. Can yeleklerinin giyilmesi ancak paniğe kapılınmaması gerektiği yönünde anons yapıldı.
Gemiyi arayan siyonist İsrail savaş gemilerinin “Nereye gidiyorsunuz?” sorusuna “Mavi Marmara” mürettebatı “Gazze’ye!” şeklinde cevap verdi. İlk aldığımız bilgilere göre, filoyu 4 savaş gemisi takip ediyordu; yer yer yarım mil yaklaşıyor, yer yer de 3 milden takip ediyorlardı. Helikopterler de uçuş yapıyor ve filoya “Rotanızı geri çevirin!” şeklinde sık sık uyarı gönderiyorlardı. Daha sonra siyonistler, uydu yayınlarını da karartmaya başladı. Sürekli gemiye ışık tutuyorlar, bizi rahatsız etmeye, moralimizi bozmaya ve cesaretimizi kırmaya çalışıyorlardı.
Saat 23:30’da iki tane İsrail filosu bize doğru yaklaştı. O gece en hareketli yolcular, basın mensuplarıydı. Çünkü herkes olacakları tahmin edebiliyordu. İsrail saldıracak ama saldırmadan önce mutlaka bütün internet ve televizyon bağlantılarını kesecekti; yapacağı katliâmı dünyadan gizlemek ve yanlı bir şekilde vermek amacıyla böyle yapacaktı. Bunu anlayabilmek için siyonist rejimi birazcık olsun tanımak yeterliydi. İşte bu yüzden gemideki “basın odası” o gece çok yoğun bir çalışmaya sahne olmuştu. Biz gazeteciler, çalıştığımız yayın organlarına mümkün olduğu kadar çok ve taze haberler göndermeye çalışıyorduk. Zira ister şehîd olalım, ister sağ kalıp esir düşelim, bu gece son haberlerimizi yazdığımızın şuurundaydık, hepimiz.
30 Mayıs Pazar gününü 31 Mayıs Pazartesi gününe bağlayan geceyarısı, saat 03:30 sularında siyonist İsrail güçleri, savaş gemilerinden sonra helikopterlerle de tacize başladılar. Bir İsrail savaş helikopteri, “Mavi Marmara” gemisinin üzerinde taciz uçuşu yaptı ve gemiye havadan ışık tutarak rahatsız etti. Bu olayda, İsrail helikopteri geminin üzerinde birkaç taciz turu attıktan sonra ayrıldı. Yeni aldığımız bilgiye göre, İsrail’in yardım gemilerini takip eden helikopter sayısı 4.
Yaklaşık bir haftadır her gün haber değil art arda haberler yazıp gönderdiğim Haksöz sitesine son haberimi, işte o gece, saat 03:43’te gönderdim. Ardından zaten artık haber yazmayı bıraktım ve – daha pratik olduğunu düşündüğüm için – yeni gelişmeleri ve duygularımı “yorum” olarak son haberimin altına bırakıyordum. Çünkü artık her şey an mes’elesiydi; haberin, yorumun üzerinde titremenin zamanı değildi, her şeyin çarçabuk iletilmesi gerekiyordu Türkiye’ye.
O “tarihe geçen gecede” neler yaşadığımızı, halet-i rûhiyemizi yalın bir şekilde yansıttığı için, o “kıyamet gecesinde” siteye bıraktığım iki yorumu burada paylaşmak istiyorum.
30 Mayıs Pazar gecesi saat 23:38’de yazdığım “Selam” başlıklı yorumda, Türkiye’deki kardeşlerimize şu duyguları kaleme almıştım:
“Yasadışı İsrail terör örgütü bugün öğle saatlerinden itibaren - sözde - kendi deniz sahasının dışına çıkmış ve 68. milde ateş talimi yapmaya başlamıştı. Sürekli taciz ediyor; internet bağlantıları kopuyor, telsiz bağlantılarını koparıyor.
Şu anda son durum: Gemide herkes can yeleklerini giydi. Şu anda iki tane İsrail filosu bize doğru yaklaşmakta.
Hayatımı(zı)n bu en güzel yolculuğunu her ne kadar diğer yolcular gibi kanıksaya kanıksaya yaşayamadım ve zamanımın büyük kısmını "Basın Odası"nda geçirdimse de, bundan şikâyet etmek bir yana, bilâkis doyumsuz ve anlatılmaz bir haz aldım. Çünkü siz Türkiye’deki kardeşlerimize gelişmeleri, haber ve yorumları an be an yetiştirme ve sizleri bilgilendirme sorumluluğu hissediyorduk.
Bir süre sonra, birkaç gündür sizlere aktardığımız yoğun haber akışımız kesilebilir. Zira siyonist rejimin tahakkümü altındaki deniz sularına yaklaştığımız an internet, telsiz, elektrik, tüm bağlantılarımız kesilecek.
Burada bir tarih yazılıyor, inşaallâh. Sonucu her ne olursa olsun, önemli olan niyetlerimizdir. Biz "zafer"den değil "sefer"den mes’ulüz. Ve "seferî" olmak, "seyyâh" olmak, hiç bu kadar anlamlı olmamıştı. Sonuç ne olursa olsun, kazanan biz olacağız. Her türlü sonucu hazırız. Râbbimiz bizim için ne yazdıysa, buna razıyız.
Hakkınızı helâl edin arkadaşlar. Dûâlarınızı eksik etmeyin. Bizler bu seyahate yalnız çıkmadık, sizlerin, milyonların dûâlarını alarak çıktık. Bu dûâlarınız Gazze’ye kadar bize yol arkadaşı olsun.
Bu eyleme ben "Su İntifadası" ismini verdim, arkadaşlar.
"Su İntifadası" şimdi başlıyor.
Hayattaki en onurlu, erdemli ve şerefli eylem, Gazze için yapılan eylemdir. Gazze için ölmek, ölümlerin en onurlu, en erdemli ve en şerefli olanıdır.
GAZZE KAZANACAK
GAZZE KAZANACAK
GAZZE KAZANACAK.”
Taciz altındayken, bize en büyük moral kaynağı, İstanbul ve Ankara’da yaşanan gösterilerdi. Türkiye’deki kardeşlerimiz, bizden taciz haberini alır almaz harekete geçmişlerdi. Allâh-û Ekber!... “Küresel İntifada” dediğimiz şey böyle bir şeydi demek ki. Özellikle İstanbul’daki muhteşem gösteri, bizim için tarifsiz bir moral ve cesaret kaynağı olmuştu.
31 Mayıs Pazartesi sabahı, saat 03:16’da, yani tacizin bitip İsrail’in korkunç ve vahşî saldırısının başlamasına 45 dakika kadar kala, siteye son yorumumu bıraktım. Saat 03:16’da siteye yazdığım yorum, benim Türkiye’deki kardeşlerimize yazdığım son satırlardı. Zaten bir nevi “vedâlaşmak, helâlleşmek” amaçlı yazmıştım o yorumu. Yazdığım o satırlardan sonra, benim Türkiye’deki kardeşlerimizle aramızdaki tüm iletişim yok oldu; onlar benden ve hiçbirimizden bir daha hiçbir haber alamadılar. Tahmin ettiğim gibi, “vedâ yazısı” yazmıştım aslında.
Türkiye’dekiler için yazdığım “Su İntifadası Marmara’ya Sıçradı” başlıklı son yorumda, sizlere şöyle vedâ etmiştim:
“Akdeniz’de başlattığımız SU İNTİFADASI’nı Marmara’ya taşıyan kardeşlerimize selam olsun.
Bir haftadır sizlerin bütün gözü bizim üzerimizdeydi; emin olun, son birkaç saattir de gemideki “onur ve izzet yolcuları”nın tüm gözü sizlerin üzerinde. Burada herkes İstanbul’daki onurlu eyleminizi konuşuyor. Bir haftadır bilgisayarlarınızın ve televizyonlarınızın başında bizleri izliyordunuz; şimdi aynı şeyi biz sizlere yapmaya başladık. Allâh-û Ekber!.. Bu ne güzel bir dayanışma, Yâ Râbb’el- âlemîn! İsrail savaş gemilerinin bizleri taciz etmeye başladığı haberini düşürdükten 15 dakika sonra binlerce insan sokaklarda, meydanlarda! Sana hamd û senalar olsun Allâh’ım! Yeniden ümmet oluyoruz, yeniden kardeş oluyoruz. Yozlaşmayı, tembelliği, bireyselleşmeyi, menfaatperestliği, egoizmi, vurdumduymazlığı üzerimizden atıyoruz, velhâsıl şeytanî olan her şeyden arınıyoruz, inşaallâh; yeniden onuru, izzeti, dayanışmayı, ümmet olmayı, “bir vücûdun âzâları gibi” olmayı, fedâkârlığı, bedel ödemeyi öğreniyoruz. Unuttuğumuz, terk ettiğimiz, talî dereceye indirgediğimiz ne kadar güzel hasletimiz varsa, hepsini yeniden hatırlıyoruz.
Allâh-û Ekber... SU İNTİFADASI Marmara’da... Akdeniz’de başlattığımız SU İNTİFADASI’nı Marmara’ya taşıyan kardeşlerimize selam olsun. Rıdvan Kaya abinin de dediği gibi, Türkiyeli Müslümanlar’a bu süreçte çok büyük sorumluluk ve görev düşüyor. Sokakları, meydanları dolduralım.
Akdeniz’deki SU İNTİFADASI’nı Marmara’ya taşımakla yetinmeyelim. Yarın bunu Ege’ye, Karadeniz’e, Van Gölü’ne, Beyşehir Gölü’ne, Eğirdir Gölü’ne, Kızılırmak, Yeşilırmak, Dicle ve Fırat kıyılarına taşıyalım. Bütün denizler, göller ve nehirler bu SU İNTİFADASI’na tanıklık etmelidir.
Şu anda burada son durum: Siyonist İsrail bizi 2 savaş gemisi, 3 denizaltı, 2 savaş helikopteri ve 1 savaş uçağıyla takip ediyor. Hem sağımız hem solumuz İsrail tarafından kuşatılmış durumda. Her iki tarafta da bize 3 mil uzaktalar.
(Tam size bunları yazarken, aralarında El Cezire’den tutun, dünyanın onlarca ülkesinden gazeteciler birden coşku içinde sevinç çığlıkları atarak televizyon başına geçtiler. Çünkü televizyonda siz değerli ve âzîz kardeşlerimizin İstanbul’daki muhteşem protesto gösterisi gösteriliyor. Yabancı gazeteciler elleriyle “Beş” işareti yapıp “Five Tausend People” diye bağırdılar sevinçten. İşte görüyorsunuz. Bu onurlu eyleminizle bizlere ne kadar büyük bir moral kaynağı olduğunuzu anlamanız için bu anekdotu paylaştım.)
Haydi kardeşlerim.. SU İNTİFADASI’na destek verelim. SU İNTİFADASI’nı Marmara’ya, Ege’ye, Karadeniz’e, Van Gölü’ne taşıyalım. Akdeniz’i yalnız bırakmayalım.
SU İNTİFADASI KAZANACAK
GAZZE KAZANACAK
GAZZE KAZANACAK
GAZZE KAZANACAK.”
Bu son satırlarımı yazdıktan sonra, bilgisayarın başından kalktım ve alelacele basın odasından çıkıp abdest almaya gittim. Biraz sonra sabah ezanı okunacaktı gemide.
Abdest alırken aklıma bir fikir geldi. Antalya’dan ayrıldıktan sonra, gemide kıldığımız ilk sabah namazını haber yapmıştım. İsrail tacizi altındaki ilk namazı da haber yapmak, fena fikir olmazdı. Abdest alır almaz gidip namazımı tek başıma çarçabuk kıldım. Daha sonra gidip cemaatle kılanların önüne geçtim ve resimlerini çektim. Resimlerini çektikten sonra, “İsrail Tacizi Altındaki İlk Sabah Namazı” başlıklı haberimi yapmak üzere basın odasına hızlı adımlarla gitmeye başladım. “Meslek aşkı” dedikleri böyle bir şey olsa gerekti. “Can derdinde” olmam gereken dakikalarda ben “haber derdine” düşmüştüm.
Tam basın odasına girdiğimde, gazeteciler hızla yerlerinden kalktılar. “Ne oldu?” diye yüksek sesle sordum; içlerinden birkaç kişi birden cevap verip, “İnternet bağlantısını kestiler” dediler. Gazetecilerin “İnternet kesildi” demeleriyle fotoğraf makinâlarına ve can yeleklerine sarılmaları bir olmuştu. Çünkü internet bağlantısının kesilmesinin ne anlama geldiğini biliyorduk. Bu, saldırı başlıyor demekti.
Nitekim öyle de oldu. İnternet bağlantıları kesildikten sadece 10 dakika sonra İsrail saldırısı başladı. O esnada cemaatle sabah namazı kılınıyordu. İsrail, tam yolcular namazdayken saldırdı.
İnterneti kesmişti ama televizyon bağlantısını – bereket – kesememişti; daha doğrusu, kestiğini sanıyordu ama tam başaramamıştı ve yayın devam ediyordu. Ama İsrail yayının devam etmediğini sanıyordu.
İsrailliler sonraki günlerde, “Onlar bize saldırdılar, askerlerimizi yaraladılar. Biz bunun için saldırdık. Bize saldırmasalardı ateş açmayacaktık” yalanını dillendirdiler. Oysa bu iddiâ hiçbir şekilde gerçeği yansıtmıyordu.
İsrailliler gemiye indirme yapmadan önce ateş açmaya başladılar. Hem de üç taraftan birden ateş açıyorlardı. Üstten helikopterle, sağdan ve soldan da hücumbotlarla üzerimize kurşun yağdırıyorlar, bomba atıyorlardı. Yani, açıkça katliâm yapmaya gelmişlerdi.
İsrail saldırısı başlayınca herkes “Allâh-û Ekber” diye haykırıp gemiyi savunmaya geçti.
İsrail bize 72. milde saldırdı.
İbrahim SEDİYANİ
[email protected]
(Su İntifadası’nın 2. bölümü haftaya)
YORUMLAR
Umut bey ; İsrail'in bu alçak katliamının unutulmaması için herkes kalemini oynatmalıdır. Unutkan bir milletiz. Dokuz şehidimizin intikamı kesinlikle alınacaktır. Bu o katillerin yanına kar kalmayacaktır. Elbetteki bu dava bedele muhtaçtır. O bedellerde ödenmiştir. Artık onun semeresini alma zamanı gelmiştir. Allah hiçbir zaman zalimler topluluğunu ilelebed payidar kılmaz.
Acımız büyük ancak ümitsiz olmak için hiçbir neden yok. Rabbim Allah dedikten sonra zafer yakındır.
Tekrar tekrar değerli yazarımızı candan kutluyor saygılarımı sunuyorum.