ÇANAKKALE RUHU
Çanakkale geçilmez, evet; neredeyse vecize haline gelmiş bu sözü yıllardır tüm dünyaya söyleten, hatta ezberleten, Türk’ün Türk olarak anılmasın asıl nedenlerinden de biri olan bu ruh, kısa sayılabilecek bir zaman diliminde nasıl oldu da kayboldu. Bahsettiğim, milletimizin ekseriyeti değil elbette. Neredeyse çeyreği sayılabilecek bir azınlık. Ama öyle bir kampanya yürütülüyor ki; sanki tüm aydınlar ve gençliğin büyük ekseriyeti vatanına ihanet etmeye hazır bekliyormuş gibi bir hava yaratılıyor. Vatanım ve milletim zarar görmesin diye dinlemede bekleyen, ama artık sabrının son noktasına geldiği de her halinden açıkça belli olan sessiz çoğunluğun bu duruma sabretmesi de, malum çevrelerde, sanki sindirilmiş veya bu duruma razıymış izlenimi yaratıyor. İnsanımıza, özellikle de gençlerimize öyle lanse ediliyor, öyle özendiriliyor ki, vatana ihanet etmek neredeyse en büyük vatan hizmetlerinden biri kabul edilecek sanırsınız.
Yıllardır içimi kemiren şu soruyu kendi kendime sormadan edemiyorum; Sakarya, Balkan, Çanakkale ve daha birçok savaştan, bu ruh sayesinde ve alınlarının akıyla çıkan, tüm dünyada da asker millet olarak anılan Türk Milleti, daha doğrusu yeni nesil Türk gençliği olarak, bu savaşın gazileri henüz hayatta, acıları da daha yürekleri yakmaya devam ederken, nasıl oldu da bu milleti ayakta tutan o eşsiz ruhu, yüzyıllarca dünyayı titreten vatanseverlik duygularını ve önem verilen değerlere duyduğumuz saygıyı kaybettik.
Hafızalarımıza kazınan ve yıllardır destanlaşan bir çok örnek var hepimizin bildiği. Mesela; İhtiyar bir kadın olduğu için savaşa kabul edilmeyen, ama benimde yapacak bir şeylerim vardır elbet diyerek, iaşesini temin ettiği tek kağnısı ile cepheye cephane taşıyan, bakacak kimsesi olmayan torununa da mecburen kağnıda bakan, kar başlayınca bebeğin battaniyesini cephane ıslanmasın diye sandıkların üzerine örten ve hastalığının verdiği ateşin vurduğu çıplak ayaklarının sıcaklığıyla karları eriten Fatma nine, efsane değil milletimizin gurur kaynağı olan gerçek bir kahraman değil midir?
Gönüllü olarak ve Askerlik Şubesi Başkanına yalvararak askere yazılan, babasını ve 2 ağabeyini daha önce cephede şehit vermiş 17 yaşındaki oğlunu, Çanakkale’ye savaşa gönderen Hatice kadın. Hayattaki tek dayanağı olan çocuk yaştaki oğlunu askere gönderiyor. Şehit olacağından adı gibi emin, bu nedenle vatana kurban etmek anlamına gelen bir geleneği de unutmuyor ve oğlunun saçına kına yakarak “bundan sonra senin anan da baban da gumandanındır, hayınlık yaparsan sütümü sana helal etmem” diye de öğüt vererek, ve yüreğinin yanacağını da bilerek cepheye gönderiyor. Bu nasıl bir fedakarlıktır.
Savaş tüm şiddetiyle devam ederken, ermeni bir ressama ait kursta resim öğrenen, arkadaş tavsiyesi ile vatan sevdalılarının gençleri bilinçlendirdiği toplantılardan birine katılan, orada beynine ve kalbine yüklenen vatan aşkıyla da ertesi gün gönüllü olarak askere yazılan, sosyeteye mensup bir genç. Diğer yanda ise nişanlısının askere gitmesini istemeyen ve kaymakamlıkta çalışan abisinden bu konuyu halletmek için yardım isteyen nişanlısı. Abisinin kız kardeşine verdiği cevap, onu hem o gün utandıracak, hem de o utançla üç ay sonra gelen nişanlısının şehit olduğu haberine gözyaşı dökmesine bile engel olacaktır. Belki de tarihin seyrini değiştirecek olayların başlamasına neden olan tarihi cevaba bakın; güzel kardeşim, üzülme sen, savaştan kaçan bir vatan haininin karısı olmaktansa, bir şehit nişanlısı olmak daha iyidir.
Cephede şarapnel parçası ile yaralanan ve doktorların hayatından ümidi kestiği, komutanının da “bari evinde huzur içinde ruhunu teslim etsin” diyerek evine göndermek istediği Mehmet Onbaşının “kumandanım, beni asıl evime gönderirseniz öldürürsünüz” diyerek karşı çıkması, “oğlum, ananı tanıyorum, ömrü cephedeki yakınlarını beklemekle geçti, kocasını, kardeşini ve üç oğlunu şehit verdi, kadıncağız aklını yitirdi, artık dayanacak takati kalmadı, bari sen git” diyerek göndermek için ısrar etmesi üzerine “Kumandanım, onlara dayanmış, bana da dayanır, eğer beni gönderirsen” diyerek belinden çıkardığı kasaturasını boğazına dayaması, dünya yüzünde görülmemiş ve görülmesi de mümkün olmayan bir sevda türküsüdür.
Girdikleri süngü savaşında; mevziilerine çekilen arkadaşları tarafından yaralı olarak bırakılan ve acı içinde inleyen Avustralyalı düşman askerinin haykırışlarına dayanamayarak, dünyada eşine az rastlanır bir cesaret örneği gösteren, silahsız bir şekilde mevziisinden çıkıp düşman askerini omuzlayarak düşman mevziilerinin önüne götüren, bu fedakarlığı ve cesareti nedeniyle de düşman mevzii Komutanı Yüzbaşının selam durduğu, döndüğünde kendi komutanının da alnından öperek tebrik ettiği rütbesiz ve isimsiz kahraman başka hangi millete nasip olmuştur.
Sakarya Meydan Savaşının bittiği gün Tabur Komutanı İsmail Hakkı Bey, akan kandan dolayı çamurlu hale gelmiş harp meydanını gezerken, bir su kaynağının başında bitkin ve yaralı bir Mehmetçik görür ve sorar; Ne yapıyorsun burada oğlum? Asker; “cephede yaralandım komutanım, üç gündür buradayım, bu suyu içerek yaşıyorum” der. Halsizliğinden ve halinden askerin öleceğini anlayan İsmail Hakkı Bey’in “Ne istersin, senin için ne yapalım” şeklindeki sorusuna Mehmetçiğin verdiği cevap, belki ciltlerce kitap yazılarak anlatılamayacak kadar manalıdır; “Bir şey istemem kumandanım, yalnız birliğime yazı yazın, firar etti, cepheden kaçtı sanmasınlar beni.”
“Düşman, hatları geçtikten sonra ölürsem, kendimi şehit saymıyorum. Bana mezar kazmayın, etimi itler, kuşlar yesin. Ancak müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam sabunum ve kefenim çantamdadır, beni buraya gömün, gelen geçen nesiller üzerime bir abide dikeceklerdir.” diyen Şükrü Paşa, dikilmesini istediği abideyi, daha ölmeden dikmiştir aslında.
Erzak yetersizliği nedeniyle “bir adet zeytin, üç ayrı lokma ekmeğe katık edilecektir” diye günlük emir yayınlamak zorunda kalan Ordu Kumandanı bir paşa ile, öğle yemeğinde şekersiz üzüm hoşafı, akşam ise ekmeksiz yağlı buğday çorbası ile karnını doyuran erat arasında nasıl bir fark kalmıştır acaba…
Çanakkale’de şehit düşen 23 yaşındaki, daha doğrusu ömrünün ilkbaharındaki Yedek subay Ahmet Tevfik için ağabeyinin yazdığı şiire bir bakın;
O kadar yandı mı bağrın ey çocuk?
Ecelin sunduğu şerbeti içtin!
Sırayı saygıyı unuttun çabuk,
Sebep ne, ağandan ileri geçtin?
Bir çile ipekten yumuşaktı sinen
Serhaddi tuttu sarp balkanlar gibi,
Kaşından daha çok bıyığın yok iken
Dövüştün yeleli aslanlar gibi!
Birde yüreği yanık bir anaya, cepheden gelen ve nişanlısına atfen yazılmış olan;
Söyle hacer’e; o da
Hakkını helal etsin
Gönülcüğü dilerse
Başka birine gitsin
Ben ermeden murada
Ecel kırdı kolumu,
Artık beyhude yere
Beklemesin yolumu!
Mısralarına, Hacer’in verdiği cevaba bakın;
Söyle, Ahmet beni artık, ahirette beklesin
Ben onunum, utanmasın, beni haktan istesin
Kaderim bu, şehit olmuş benim şanlı yiğidim
Kız kalırım, varmam ele, ben de canlı şehidim.
Ya birde, askere moral vermek amacıyla Anadolu’yu dolaşan Halide Edip’in, yolculuk yaptığı trende, tesadüfen karşısında oturan ve yeni birliğine katılmak üzere trende bulunan Yüzbaşının, yırtık olan dizi nedeniyle utandığını ve elleriyle bu yırtığı kapatma çabasını fark edince; “Utanmayınız yüzbaşım, ordumuzun heybeti yoksulluğundan gelmektedir, bize bu zaferleri kazandıran ruhun asıl kaynağı da budur” şeklindeki etkileyici hitabı karşısında, Yüzbaşının gururla ayağa kalkarak Halide Edip’in elini öptüğü, dramatik bir filmi andıran duygulu sahnelere ne demeli.
Ölmek üzereyken yanına çağırdığı ve koynundan çıkararak bir tüfek kurşunu verdiği hemşerisine “Babam Rus muhaberesinde bu kurşunla şehit olmuş ve arkadaşları tarafından hatıra olarak bana gönderilmişti. Bu kurşunu, beni bitiren bu gülle parçası ile birlikte sana veriyorum, sağ kalırsan eğer, bunu oğluma ver ve ona söyle, ben nasıl biri iki etmişsem, o da ikiyi üç etsin“ diyen Koca Halil, oğluna ne de güzel bir mektup göndermiş değil mi?
Şairin;
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın… diyerek ölümsüzleştirdiği bu kahramanlar için, Çanakkale Zığındere-Saygıyeri şehitliğinin kitabesinde şöyle yazılmıştır; “Bu gördüğünüz ıssız vadide her ağacın ve her taşın altını biraz kazdığınızda binlerce gencecik şehidin kemikleri bulunmaktadır. Mart ve Nisan yağmurlarında bu kemikler ortaya çıkarlar sonra çiçekler ve çimenler arasında kaybolurlar, tekrar gelecek baharı beklerler. Derelerden ve vadiden toplanan şehit kemikleri fatihalarla toprağa gömülmüştür. Şehitliği gezerken bastığın her zerre toprakta vatan ve bayrağımız için ölen kahraman ecdadımızdan ve senden bir parça bulunmaktadır.”
Bu tarihi olaylar ve duygulu mısralar için yapılacak en güzel yorum, ayağa kalkmak ya da gözyaşı dökmektir sanırım.
Hele hele yabancı devlet adamları ve düşman askerlerinin bu kahramanlarımızla ilgili tespitleri yok mu? İnsanı Türk olduğu için gurur ve mutluluktan uçuracak nitelikte.
Alman Askeri Arşivlerinde bu gün bile yerini koruyan şu belge, Almanlar tarafından halen çözülememiştir. “Türkler malzeme yoksulluklarını kan ile telafi ediyorlardı. Düşmana atacak mermilerinin bulunmaması onları kahrediyordu. Tehlikeye en çok maruz kaldığı anlarda bile yerlerinde hiç kıpırdamadan durabilmeleri ve sükunetlerini koruyabilmeleri hayret verici bir davranıştı. Yağan mermilerle dümdüz olan siperlerde, tüm askerin yok edildiğini sanan İngiliz askerleri yanaşıyorlar ve işte o zaman yanıldıklarını anlıyorlardı. Zira toprak yığınları arasından fırlayan Türkler süngü takıp düşmana saldırıyorlardı. Orada en büyük mutluluk, küçük bir ateşin etrafında ısınabilmekti.”
Çanakkale Savaşlarında bir kolunu ve bir ayağını yitirmiş Fransız General Bridges, savaş boyunca tanık olduğu olaylardan çok etkilenmiş ve Fransa halkına “Türkler gibi mert bir milletle savaştığınız için iftihar edebilirsiniz” demek zorunda kalmış, ve tanık olduğu güzellikleri sürekli olarak Fransız halkına anlatmıştır. Avustralya ve Yeni Zelanda askerleri kendilerine verilen gaz maskelerini almayı kabul etmemişler, nedeni sorulduğunda ise; “Türkler asil bir millettir, onlar gaz kullanmazlar” demişlerdir. Kariyeri Türklerle yaptığı savaşlar yüzünden çok zedelenen İngiliz Başkomutan Hamilton “BU Türkleri anlamıyorum, nasıl insanlar bunlar” diyerek hayretini ortaya koymuştur. Düşmanların aklının almadığı da,taşıdığımız bu ruhtur aslında.
Bu gün bu değerlerden yoksun bu gençliği bilinçlendirmek, her zamankinden çok ihtiyacımız olan bu dönemde, Çanakkale ruhunu tekrar kazandırmak gerekmektedir. Ama ailede, ama okulda, ama çevrede ve en önemlisi de askerde. Dolayısıyla bu konuda en büyük görev biz asker kişilere düşmektedir. Hem askere gelen, hem de görev bölgemizde çeşitli nedenlerle irtibat halinde olduğumuz gençlerimizi bu konuda bilinçlendirip, onlara bu ruhu tekrar vermeliyiz. Atalarının yaşadığı O günleri bıkmadan, usanmadan anlatmalıyız.
Hatice kadın cepheye gönderdiği oğluna ettiği nasihatlerle, günümüzde çok rahat olan askerlik görevine gönderdikleri evlatlarına; “aman oğlum, önden gitme, arkada da kalma, bir şeye karışma” gibi utanılacak öğütler veren anne babalara da bir mesaj mı gönderiyordu acaba…
Bir, onur timsali ağabeyin nişanlısının savaşa gitmesini istemeyen kız kardeşine verdiği tarihi cevaba bakın, birde bu gün, azınlık olsa da; askere gitmemek için sahte sağlık raporu alan, bu olmayınca dövizle askerlik yapabilmek için gerekmediği halde yurt dışına giden, kritik yerlerde askerlik yapmamak yada geri hizmette kalabilmek için tavassutta bulunacak kişiler arayan ve akla hayale gelmeyen bir sürü hileye başvuran gençlerimizin ve onları bu yola teşvik eden yakınlarının haline.
Mehmet Onbaşının sevda türküsünü, “yaralı olduğumu birliğime bildirin, firar sanmasınlar beni” diyen Mehmetçiğin saflığını, savunduğu hattı düşman geçerse şehit sayılmamasını vasiyet eden Şükrü Paşanın azmini, aç-bilaç günlerce savaşmak zorunda kalan cengaverlerin sabrını, şehit olan nişanlısına şiirle cevap veren Hacer gelinin cesaretini, Halide Edip’in metanetini ve dizi yırtık Yüzbaşının gururunu, bu günkü genç nesillere mutlaka aktarmamız gerekmektedir. her yıl anma programlarında ağlayarak izlediğimiz ve bir gecede, sonradan “kar çiçekleri” adını verdiğimiz doksan bin yiğidimizi şehit verdiğimiz Sarıkamış Destanını körpe yüreklere kazımamız olmazsa olmaz bir şarttır.
Hepimizin büyük coşkuyla kutladığı bayram günlerinin, on binlerce şehit yakını için matem günleri olmasının nedenini iyice sorgulayıp, kaybedilenlerle uğraşmak yerine daha fazla kaybetmemek için acil ve pratik çözümler üretmeliyiz.
Bu çaresizlikler yaşanmış, bu eziyetlere katlanılmış, bu çileler çekilmişken, bizim sıcak sobaların başında, karnı tok, sırtı pek bir şekilde, varlık içinde bir hayat sürdürmekten, aslında rahatsızlık duymamız gerektiğini düşünmek, çok mu insafsızlık olur acaba…
Bir gün resmi elbiseli olarak görev başında iken, 19 -20 yaşlarında temiz yüzlü bir genç yanıma gelerek; “Komutanım, askerlik vaktim geliyor, bana bir akıl ver, çürük raporu mu alayım, deli numarası mı yapayım da askerlikten yırtayım?” dedi. Ben delikanlının aptal cesareti ile konuştuğunu düşünüp onu azarlamak yerine, temiz yüzünden ve samimi sözlerinden, aslında ifade ettiği gibi düşünmediğini, ama tam tabiriyle modaya uygun konuştuğunu hissettim. Ona, benimde severek izlediğim ve çok duygulandığım, bazen gözyaşlarıma hakim olmakta zorlandığım, TV de yayınlanan ve Çanakkale Destanını anlatan bir diziyi izlemesini tavsiye ederek; “Bak delikanlı, yarın akşam televizyonda bir dizi var, askerlikle ilgili çok güzel ve çarpıcı tespitler yayınlanıyor. O diziyi izle. Ondan sonra gel, tekrar görüşelim” dedim. Delikanlı dediğimi unutmamış ve diziyi izlemiş. 2 gün sonra yanıma tekrar gelerek; “Komutanım, diziyi izledim, kendimden ve gençliğimden utandım ve aslanlar gibi askere gitmeye karar verdim, çok sağ olun. Beni kötü düşüncelerden kurtardın.” diyerek bana teşekkür etti.
Demek ki gençlerimizde zaten genetik olarak var olan bu ruh, bir takım nedenler yüzünden erozyona uğramış, ama gençlerimiz bilinçli, akıllı, yürekli ve çalışkan fertler olmaya müsait. Büyük önder Atatürk’ün de söylediği gibi; Bunun için muhtaç olduğu kudrette damarlarındaki asil kanda mevcut. O halde topyekun bir seferberlik başlatmanın zamanı çoktan geçti diyelim ve hemen harekete geçelim.
Bulduğumuz her fırsatta, gördüğümüz her yerde, verebileceğimiz herkese, verebileceğimiz her şeyi, hiç bir ayrıntıyı atlamadan vermeliyiz bu gençlerimize. O yıllarda ülkemiz ve milletimiz için verdiğimiz kurtuluş mücadelesinin aynısını, bu gün gençlerimizi kurtarmak için vermeliyiz.
Bu millet, ne büyük badirelerden geçmiş, akılların almadığı ne felaketlere göğüs germiş ve ne büyük fedakarlıklarla bu mücadeleyi kazanmıştır. Tekrarlanmasını arzu etmediğimiz o günlerdeki ağır şartlar tekrar yaşandığında, o günlerdeki savaşçı ve fedakarlık timsali ruhu taşıyan bir gençliği de mutlaka tekrar çıkaracaktır. Ama bunun ön hazırlığını yapmak, nesilleri bilinçlendirip zor günlere hazırlamakta bizlerin öncelikli görevidir. Bu savaşlar her hal ve şartta verilir, bu yiğitler yine yitirilir, bu mücadele hep devam eder, bu çileler her zaman çekilir ve bu vatan hep ayakta kalır, ama şu gerçek hiçbir zaman unutulmamalıdır;
Bu vatan kendisini sevenleri, bu millet de vatanına ihanet edenleri ASLA UNUTMAZ…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.