- 692 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ölüm yolunda bitmek bilmeyen olaylar.
…..Yola mola verdikleri vahadan tekrar çıkılmışlardı ve yine gittikleri sıcak çölde öğlen olmuştu, sonra üzerlerindeki yakıcı güneşin kavuran sıcağı, insanı yakıp kavuruyordu. Ama onlar yine de o çöl sıcağında yürümeye azimliydi ne yapıp, yapıp onlar akşama vahaya varmalıydılar.
….Yoksa çölün yüzünde gecelemek çok zordu. Yılanlar çıyanlar hele ki zehirli akrepler vardı gittikleri çölün yüzünde. Bunlar gece karanlığı oldu mu, askerlerin pek çoğunu mutlaka sokabilirdi. Onun için komutan, asker yorulsa dahi, dur durak bilmeden onları çölün yüzünde yürütüyordu. Sadece sık, sık yayalarla deve üzerinde giden askerleri, yer değiştirerek, onlara giderken biraz olsun dinlendirme fırsatı verebiliyordu.
….Fakat yine de içlerindeki bazı askerlerin, birden karınları ağrımaya başlamıştı, bazıları da nedense yolda kusmaya başlamışlardı. Kumandan bunun yorgunluktan ve çöl sıcağının etkisinden olduğunu düşündüğü için, bunu önemsemeyerek askerleri kimi altında atıyla kimi devesiyle kimi de yaya gittikleri çölde ilerlemeye devam ettiler.
….Askerler yakıcı kavurucu çöl sıcağının altında yürümekten iyice bitkin ve halsiz düşmüşlerdi. Hepsinin artık yürüyecek halleri kalmamıştı. Öyle ki çölde giden, pek çok askerlerden nerdeyse pek çoğu, artık çölün üzerinde sürünerek yürümekteydi.
….Ama başlarındaki onları cepheye götüren komutanları acımasızdı ve onun acelesi vardı, hiçbir şeyi kimseyi dinlediği yoktu. Ne hastalık, ne de çölde giden askerler arasındaki baygınlık veya susuzluk onu fikrinden geri çevirmiyordu. Onun tek amacı vardı, sorumlusu olduğu yanındaki askerleri bir an önce, gideceği yere ulaştırmaktı.
….Çünkü aldığı istihbarata göre, Osmanlı askerleri ile, İngiliz askerleri ve onlarla birlik hareket eden Araplar arasında, kıyasıya bir ölüm kalım savaşı çoktan başlamıştı.
….Türk askerinin cephede acilen bunlardan gelecek olan yardımına ihtiyaçları vardı ve onların cepheye zamanında gitmesi gerekirdi.
….Bu acımasız Arap çöllerinin yürüyüşünde, Yemen’e gitmek için, Aden körfezine ulaşmadan askerler tek, tek ölmeye başlamıştı çünkü.
….Komutanları birliğin içindeki doktorunu ve diğer komutanları yanına çağırttı ve diğer komutanlarla birlikte askerlerin içindeki hastalanma nedenlerini ve durumu değerlendirmeye başladılar.
….Doktorlara göre, askerler arasındaki durum vahimdi ve çok kötüydü. Askerlerin içinde tifo denen salgın bir hastalık baş göstermişti. Çölün acımasızlığı yetmiyormuş gibi, şimdi karşılarına bir de bu dert çıkmıştı.
….Fakat onların orada müştereken aldıkları karara göre, o gün çölde gece olmadan yakınlarında bulunan, bir başka vaha dedikleri vadiye ulaşılması gerektiğine, ve burada ordunun içindeki hastaların tedavisi için konaklamanın daha doğru olacağına karar verildi.
….Sonunda kimi hasta, kimi sürünerek, kimi de bir iki kişi birden deve sırtında binerek gidilerek, sıcak çölde tekrardan yolda ilerlemeye yürümeye devam edildi.
….Akşama kadar devam edecek olan bu yürüyüşte, askerlerden pek çok asker yakalandığı hastalıktan ölmüştü ve pek çok askerimiz bu yürüyüşte şehit olmuştu. Nerdeyse bir savaşta ölen kadar, hastalıktan şehit olanlar vardı.
….Şehit olan bütün askerler, kokmasın, çölün yüzünde kurda kuşa yem olmasın diyerek, vakit geçirilmeden mezarlarına gömülüyordu. Sonra bütün askerler, tekrar yeniden yürüyüşe kaldıkları yerden yorulmuş falan denmeden devam ediliyordu.
….Atlı develi ya da yaya yürüyüş halindeki askerlerin arasında yine, birdenbire birden bire bağırıp çağırmalar oldu. Çığlıklar atılıyordu. Sonra aralarında da itişmeler oldu. Ne olduğunu kimseler anlamamıştı.
….Bu defa komutanları, onların olduğu yere ve olayın olduğu yere çok yakındı. Olayı görmüş fakat orada neler olduğunu doğru dürüş anlamamış olacak ‘ki hızla altındaki yorgun bulunan terli yorgun atını mahmuzladı ve sesin geldiği yere sürdü. Fakat nedenini soracağı yerde yine askerlere bağırmaya başladı.
….Yine ne oldu yine, neden bağırışıp duruyorsunuz dedi.
….Askerin başındaki Temel çavuş hemen öne çıktı ve komutana selam verdikten sonra sebebini anlatmaya başladı.
….Komutanım askerin birinin ayağını, yolda giderken koca bir akrep ısırdı da ondandır bağırışmalar ondan çok bağırdılar arkadaşlarım dedi. Her halde canı yandı asker arkadaşın. Zehirli olmasından korkuyoruz dedi.
….Komutan çavuşu yukardan aşağı şöyle bir süzdü, sonra gözlerinin içine baktı ve arkasından da çavuşu azarlamaya başladı. Be adam akrep bu tabi ki zehirli olacak. Çaresine baksanıza dedi
….Sen ne biçim askersin be adam, bir akrep askerin ayağını ısırdı diye öyle avaz, avaz bağırılır mı diyerek azarladı.
….Sana hiç bu konuda ne yapılacağını, hiç öğrenmediler mi bu güne kadar asker diyerek ne yapması gerektiğini hatırlattı.
….Tekrar, tekrar bağırıyor sana böyle bir durumda hiç mi bu konuda bir şey öğretmediler, eğitim yerinizdeki üstleriniz be adam diyerek durmadan saten canı çıkmış olan askeri azarlıyordu.
….Çavuş kendine bağıran komutanın karşısında susmuş, karşısındaki komutana bakıyordu ki, komutan sert bir emirle ona yapması gerenleri söylemeye ve yine azarlamaya başladı.
….Çıkar şu kasaturanı bakıyım çabuk belinden diyerek belindeki kasaturasını çıkarmasını emretti.
….Çavuş karşısındaki kendine kızan komutanı karşısında ne diyeceğini ne yapacağını şaşırmış, eli ayağı onun bağırmalarından birbirine karışarak, komutanının kendine verdiği emrini yerine getirmek için, hızla belindeki kasaturayı yerinden çabucak çıkarmaya çalıştı, fakat belinde sıkışan kasatura nedense bir türlü kınından çıkmıyordu. Askerin eli ayağı titriyor, korkudan yüzü kızarıyor terliyor, çölün sıcağınınki ona yetmiyormuş gibi komutanın bağırması karşısında da terlemeye başlamıştı.
….Komutan onun korktuğunu ve onun durumunu anlayınca, yeniden bu defa daha kızgın bir şekilde, korkan çavuşa bağırmaya başladı.
….Ulan be adam sen ne biçim askersin diyerek çıkıştı.
….Daha belindeki bir kasaturanı bile kınından çıkaramıyorsun, çabuk çıkarsana şunu artık. Yarın düşman askeri üzerine saldırdığında da sen böyle davranırsan vay senin haline dedi.
….Çavuş bir hızla yeniden belinden kasatura çıkarmaya çalışırken, kekeleyerek ve korkarak konuşuyordu.
….Çavuş sonunda baş üstüne kumandanım diyerek, kasaturasını nihayet kınından çıkarmayı başardı. Ayağını akrep sokan asker ise, acısından yerinde kıvranıyordu. Fakat o da komutandan korktuğundan için sesini bile çıkaramıyordu.
….Komutan sonra çavuşa elindeki kasatura ile akrep sokan askerin akrebin soktuğu yeri kanatmasını ve kanattığı yerdeki kanı ağzı ile emerek sonra da tükürerek nasıl temizleyeceğini gösterdi ve, sonra da kanın kalbe gitmesini nasıl önleyeceğini göstererek askeri ölümden kurtarmaya çalıştılar.
….Komutan hadi bakalım dedi akrep asker arkadaşının neresini ısırdı ise, orayı kasatura ile kanat sonra da akan kanı emerek dışarıya tükür, sonra aynı yeri tekrar em ve tekrar tükür dedi. Arkasından da kanattığı yerin hemen üstünden bağlaması istedi. Çavuş ta emri uygulamaya başladı.
….Emri alan çavuş askerdeki akrep sokan yeri elindeki kasaturanın ucuyla yararak kanatırken, başında bekleyen komutanın emriyle, oradaki bir başka çavuş da onun yerine oradaki kanı emip dışarı attı. Çavuş sonra da askerin, kan akan yerinin biraz üzerinden bacağını sıkıca bağladı. Onun yaptığı buradan bağlaması, askerin zehirli kanının daha yukarı kalbine doğru gitmesini önlemiş oldu ve asker orada muhtemel bir ölümden bu şekilde kurtarıldı.
….Cepheye giden askerlerin, artık daha yolda iken artık morali iyiden iyiye bozulmaya başlamıştı. Hastalıktı, susuzluktu akrep sokmalarıydı ve üzerlerinde onları yakıp kavuran cehennem gibi bir çekilmesi güç çöl sıcağıydı derken, başlarına gelen daha bir sürü olumsuzluklar bunları yıldırmış ve morallerini iyicene bozmuştu.
….Yanlarında ölüp kalan bir çok asker arkadaşları, sonra hastalığın askerler arasında çoğalması susuz kalmalar, bütün şartlar kötüye gidiyordu. Bu da askerlerin moralini iyice bozmuştu.
….Kimi askerler ise, gittikleri o sıcak çölün içinde, susuzluktan serap görmeye bile başlayarak, sık, sık bayılıyor olduğu yere yığılıp kalıyordu.
….Sonra onların imdadına doktorlar sıhhıyeler koşuyor, develerde idareli kullanmakta oldukları sudan, dudakları ıslatılarak ayıltılıp ilaçlar falan verip tekrar çölün üzerinde yürütülüyordu.
….Sanırım çölün yüzeyinde sıcaklık, elli dereceyi aşkındı. Dalga, dalga kum yığınları bir dantela gibi kum fırtınaları tarafından işlenmiş olduğundan güzel görünüyordu ama, sonuçta çöldü işte.
….Birden uzaklarda üzerinden buharlar çıkan göl askerlerin birinin imdadına belki de yetişecekti. En azından bu asker böyle görüyordu.O gölü gören asker birden, göle doğru olanca hızıyla koşarak delirmiş gibi bağırmaya başladı. Asker koşarken hem karşıda su var diye bağırıyor, hem de gördüğünü sandığı göle doğru koşuyordu. Öyle bir koşuyordu ki, onun arkasından koşarken kurşun bile yetişmezdi. Ama onun bu su dolu göle doğru koşması çok sürmedi.
….Komutanın tabancasından çıkan tek bir kurşun, onu kumların üstüne yatırmaya yetmişti.
….Olaya oradaki cepheye götürülen askerlerin içinde tanık olan askerlerden kimileri onu öldüren komutanlarını acımasızca suçlarken, askerlerden kimileri de serap gören bu delirmiş asker arkadaşını, orada vurup kurtardığı için seviniyordu.
….İsmail’in öncü süvari birliği ise, önden gitmeye devam ediyordu. Arada bir üç dört kişilik haberci ekibi geri dönerek, yol hakkında arkadan gelen askerleri cepheye götüren komutana sık, sık rapor ulaştırıyordu.
….Onlar da daha çok, buralarda kendilerine şeyh Şerif Hüseyin’in ve bir imam bir Arap lideri olan silahlı adamları bulunan Hamza’nın silahlı adamlarının kendilerine yolda tuzak kurmasından korkuyorlardı. Devamlı olarak çölün tuzak yerlerini kontrol altına alınmaya çalışılıyordu.
….Çünkü şerif Hüseyin’e ait olan silahlı ve atlı birlikler, devamlı olarak, o civarlarda dolaşmaktaydı ve Osmanlı askerlerine karşı tuzak kurup saldırı hazırlığı içinde olduğu duyuluyordu.
….Her ne kadar Arapların imam dedikleri Arap liderlerinden, İmam Hamza Osmanlılardan yanaymış gibi görünse de, Bu Arap liderinin adamlarının bir kısmının, İngilizler tarafından, çok miktarda altın ve para verilerek ya da onlara çok miktarda silah verilerek, İngiliz casusları tarafından kandırıldığı söylenmekteydi.
….Onun için de Araplardan kandırılmış olan İmam Hamza’nın veya Şerif Hüseyin ‘in adamları, devamlı olarak yollarda tuzaklar kurup, Osmanlı askerlerini öldürerek veya yol boylarındaki su kuyularını zehirleyerek cepheye giden orduyu zayıf düşürmeye çalışıyorlardı.
….Birliğin esas komutanı olan Paşa ve onun yanındaki diğer komutanlar bunu çok iyi bildiğinden önde gidecekleri yolu temizleyen ve arkadan gelen askerinin güvenliğini sağlayan öncü kuvvete en güvendiği subayı ve en seçkin askerlerini görevlendirmişti.
….Bu birliğe onlar, seçkin olduklarından ve önde gittiklerinden Azep askerleri adını vermişlerdi. Azep askerleri demek, ordunun içindeki seçkin askerlerden oluşan, ordunun en önünden giden gözü kara korkusuz ve yürekli askerlerden oluşan birlik demekti. Yemen’e cepheye giden İsmail’in de içinde bulunduğu birlik de, işte böyle bir birlikti. Başında da, paşaların çok güvendiği cesur, zeki ve seçkin bir subay vardı.
….Bu subay da, birliğin içinden en gözü pek askerlerden bir süvari bölüğü oluşturulmuştu paşanın kendisine verdiği emriyle. Bunlar vasıtasıyla devamlı olarak, ordudaki askerlerin gideceği güzergah üzerindeki tuzakları kontrol ediyorlar istihbarat topluyorlar ve onlar gerekirse düşmanla çarpışarak, düşmanı yok ediyorlardı.
….Zaman, zaman çöldeki yollardan geçen kervanları yollarda durdurup, onları orada tekrar, tekrar kontrol ediyorlardı ve onları casuslar hakkında sonra bir tuzak olup olmadığı hakkında yolun emniyeti açısından sorguluyorlardı. Bazen de onları başka türlü sorguya çekip, kalleşliğinden korkulan İngiliz işbirlikçisi Arap lideri Şeyh Hüseyin ve onun silahlı adamları hakkında bilgiler edinmeye çalışıyorlardı.
….Ama askerler de tedbirliydi ve ölüm yolunda yola devam ediyorlardı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.