Tanışmayı unuttuk: Benim adım...
(BU YAZI AYRILMAK ÜZERE OLDUĞUM ÖĞRENCİLERİME HİTABEN HAZIRLADIĞIM VEDA KONUŞMASI METNİDİR)
Herkesin belli başlı klasik maddeler sıralayarak anlatmak zorunda kaldığı özgeçmiş denen olguyu oldum olası sevemedim. Sonsuz karelerden oluşan bir bulmacanın başrol oyuncusu olan her bir birey gibi ben de yaşanmış 24 yıllık bir ömrü sınırlı sayıdaki birkaç düzine sözcükle anlatmaya çalışacağım.
Hiçbir insan öleceği yeri bilmese de, hemen hemen her insan doğduğu yeri bilir. Ben bizzat hatırlayamadığım için aldığım bilgilere göre Bitlis’in Tatvan ilçesine bağlı Küçüksu köyünde dünyaya gözlerimi açmışım. "Yağmurlu bir günde doğdum anamdan, gökler ağlıyordu ben doğdum diye" şeklindeki sözleriyle ruhlarımızı karartan Müslüm GÜRSES’İN aksine yüzü ve gönlü ak bir karlı günde doğmuşum. 30 Aralık 1981... Yılbaşına bir kala yani. Çok haylazca geçen(ki yaklaşık 3 kez ölümden dönmüşüm) ilk çocukluk döneminden sonra, işsizlik nedeniyle hayat, babamı ve beraberinde bizi Ege’ye göçe zorlamış. Tası tarağı toplayıp düşmüşüz gurbet yollarına. Kaderin önünde boynumuzun kıldan ince olduğu kalemi alnımıza Denizli’nin Çivril ilçesini karalamış; geleceği bizlerce meçhul olan bir hayata yol almak üzere.
Çivril’e geldiğimizde ben Türkçe bilmiyormuşum (Kurban olduğun Rabbimin takdiri de bu ya, kim derdi ki Türkçe bilmeyen Sedat 20 yıl sonra Türkçe öğretmenliği bölümünden mezun olup bu satırları öğrencilerine veda için karalayacak!). Mahallemizdeki yaşıtım çocuklara hiç anlamadıkları bir dille sesleniyor ve onlarla anlaşmaya çalışıyordum kendi çapımda. Ama bu yeni hayata alışmak hiç de kolay olmadı; mahalledeki çocuklar benimle dalga geçiyorlardı, Türkçem bozuktu onların gözünde ve gülünç geliyordu söylediğim ya da söylemeye çalıştığım sözcüklerin telaffuzu. Hem sonra ben bir doğuluydum ve yaşanan olaylar yüzünden terörist gibi algılanan diğer Doğululardan biriydim. Her ay şehitlerin toprağa verildiği bir yöreydi yerleştiğimiz yer ve bu yüzden belki de doğaldı duydukları bu nefret. Ama ben henüz beni yargıladıkları suçun anlamını bile anlamaktan acizdim. Çünkü ben çocuktum, daha ömrümün ne kadarını yaşamıştım ki ölümün ve öldürmenin anlamını bilebilecektim. Bana ne zaman hakaret etmeye başlasalar kulaklarımı tıkardım ve kendi kendimi "bilseler bana bunları söylemezlerdi" diye teselliye çalışırdım. Bana yaptıklarından dolayı nefrete yeltenirdim, ama hep yanıtsız kalırdı nefret dilekçem.
Tabi zamanla bu dil kısırlığı, nur topu gibi olmasa da eli ayağı düzgün bir Türkçeye bıraktı yerini.
Artık yavaş yavaş büyüyordum. Bir ihmalden dolayı okula sekiz yaşında başladım. Okula başladığımda siyah önlükler giyiliyordu. Bu rengi neden seçtiklerini yıllar sonra bile bu halimle anlayamamışsam, siz düşünün artık o yaşta bir çocuk nasıl anlar bu anlaşılmaz tercihi. Çocuk ruhumuzun renkli kırlarını siyah bir örtüyle örtmeye çalışmışlardı zannımca. Ama yine de çocuktum. Kabına sığmayan ruhuma sokaklar dar gelirdi. Güneş hızlı akardı döküleceği yere doğru. Karanlık korkuturdu nedense. Güneş batsa da aydınlık bir ruh gizliydi küçük bedenimde. Karanlığın korkuttuğu, bu aydınlık ruhtu işte. Sabahlar iple çekilirdi çocukluğumda. Ve direterek teslim edilirdi gündüz karanlığa. Ayakkabılarım bu coşkun ruha bir ay ya dayanır ya dayanmazdı. Az azar işitmedim, top olmadığı için peşinden koşturduğum çam kozalakları yüzünden. Ve unutamadım peşinden koşturduğum çam kozalağının kokusunu ve hala eskimedi yılların törpüsüyle yırtık ayakkabılarım.
Neyse, çocukluğum çok hareketli bir şekilde geçti. Haylazlığım nedeniyle ilkokul öğretmenim tarafından çok fazla sevilmediysem de güzel yıllardı ilkokul yıllarım. Ama güzel olmayan bir şeyler hep beraberimdeydi. Çünkü her şey zıttı ile var olabilirdi. İlkokul öğretmenim annemi hep benim yanımda üzerdi. Çok yaramaz ve pasaklı bir çocuk olduğumu ve eğer böyle devam edersem okulun, ortasında fıskiyesi bulunan küçük havuzunda beni yaka paça yıkayacağını iddia ederdi. Aslında ben kırılmazdım, çünkü yüreğim daha kırılacak kadar sert değildi. Üzüldüğüm, annemin hak etmediği sözler işitmesiydi.
Beşinci sınıfta girdiğim Anadolu liseleri sınavında başarı göstererek Çivril Anadolu İmam Hatip Lisesi’ni kazandım. Artık ben de imam hatipliydim, hem de "Anadolu"su vardı. Her öğrencinin hayalini süslerdi imam hatip liseleri. Annem ve babam inançlı bir birey olarak yetişmem için göndermek istemişlerdi bu okula. Ama benim için sadece bende büyüdüğüm hissini uyandıran önlükten sıyrılmış takım elbiseli küçük bir adımdı hayat yolunda. Girdiğim sınavda okulun pansiyonunda kalmayı da hak etmiştim. Haylazlıklarım ilk okul yıllarımı aratmayacak nitelikteydi. Her ne kadar hafta sonu izinlerini evde geçirdiğim için hafta sonlarım durgun geçtiyse de, okulda geçen hafta içi günlerinde hafta sonunun acısını fazlasıyla çıkarıyordum. Nöbetçi hocalardan yediğim sopaların sıcaklığı elimden silindiyse de yüreğimden silinmedi bir türlü. Ama hak ediyorduk; hak var nizam var. Her ne kadar yeni eğitim anlayışının mahsulü bir öğretmen olarak, eğitimde şiddete karşı olsam da hak ediyorduk işte.
Hazırlık sınıfını bin bir güçlükle geçtikten sonra bir, iki, üç derken Fen liseleri sınavına girdim. Sınavda Bitlis Anadolu Öğretmen Lisesini kazanmıştım. Bitlis’te de dedemler vardı. Zahmetli geçen üç yılın ardından ÖSS’ye girdim. Allah’ın izni ve keremiyle sınav sonuçları açıklandığında tahmin ettiğim puanın yarım puan fazlasını alarak 9 Eylül Üniversitesi Türkçe öğretmenliğini kazanmıştım. Artık dünyalar benimdi. Çocukları çok seviyordum ve artık bu meslekle hep çocuklarla ilgilenecektim. Lisenin bitimi ve akabinde ÖSS sınavında başarılı olmam, bazı zorunluluklarla birleşerek, hayatımdaki büyük dönemeçlerden biriyle beni baş başa bırakmıştı. Evleniyordum. Arkadaşlarımın söylediğimde şaka yaptığımı sandıkları bu duruma uzun süre ben de alışamadım. Ama insanın alışmak için zamana ihtiyaç duymayacağı tek şey ölümdür. Buna da alıştım tabi ki. Eşim ailemin yanında kalmak zorundaydı. Ailemden ayrıldıktan sonra düştüm yeni gurbet ufuklarına. Yeni bir sayfa açılıyordu hayat kitabımda. Üniversite... Oluk oluk insanın doluştuğu bu karmaşık labirentten de Allah’ın izniyle çıkacağız inşallah dedim ve koyuldum yola. Ve evet şimdi eğitim hayatımın son 20 günü içindeyim.
Gönüllü olarak çalıştığım İzmir Buca’daki Eğitim Destekçileri Derneğine dair birkaç satır...
Tanışmak... Sizinle tanışmak çocuklarım. Birileri için var olmaktı, birileriyle paylaşmaktı hayatı ya da ortak bir noktada buluşma çabasıydı sizinle tanışmam. İlk göz ağrım sayılırdınız. Yuttuğum ilk tebeşir tozlarında sizlerin soluğuydu soluduğum. Sizlerle çocuklaştım, sizlerle büyüdüm. Hayatın yorgun temposunda haftalık teneffüs saatimdiniz. Yetişkinlik okulunda zil sesiydi cıvıl cıvıl sesleriniz; çocukluk teneffüsü için çalan. Ve hep dersten bunalmış bir çocuğun ruh haliyle aradı kulaklarım hayata hayat katan seslerinizi. Ve hiç bitsin istemedim bu teneffüsler. Zamanı durdurmak istedim her seferinde ama ardından kafama indiğini hissettim sert bir biçimde akrep ve yelkovanın. Zaman biz istesek de istemesek de akıp gidecekti gözlerimizden. Ve aktıkça da bir şeyleri alıp götürecekti ellerimizden. Bize düşen, yeni hayatlara kapılarımızı açabilmekti. Yoksa dayanabilir mi insanın yüreği ayrılıklara? Kimi zaman fıkralarımla şenlendirmeye çalıştım sizleri, kimi zaman duygularımın tercümanı olan türkülerle seslendim size, bazen bir hayat bilgisi dersine dönüştü dersimiz, bazen de psikolojik danışma ve rehberlik uzmanı olup çıktım sayenizde. Ama her ne şekilde olursa olsun paylaştık sizlerle bir şeyleri ve alıştım size, sizi siz yapan güzelliklere. Ertan’ın kabına sığmayan coşkun ruhuna, Nur’un hep hastayım diye haykıran baygın ama yine de ışıl ışıl gözlerine, Ferhat’ın ısıtmaya çalışırken yaktığı soğuk esprilerine, Sevingül’ ün önünde durulamayan sinirine, Erdinç’in o hep saklamaya çalıştığı sessiz sesine, Melike’nin o utanınca kızaran yüzüne, Zeynep’in "ya öğretmenim, çok yoruldum" diyen yılgın sesine, Tuba’nın Nurla olan o candan bağlılığına, İlknur’un sadece tebessümleriyle katıldığı sessiz ders saatlerine, Pelin’in hep o ümit veren gözlerindeki çekingen tebessüme, Mevlüt’ün delikanlıca tavırlarına, Uğur’un Sevingül’den dayak yiyişine, Abdulvahhap’ın hep o alttan bakan bakışlarına, Volga’nın güzel esprilerine, Gonca’nın sarfedilen her sözden sonra söze uygun bir şarkıyı mırıldanmasına, Yağmur’un normal olmasa da tebeşir yeme gösterisine, Ecem’i hep gözlerim aradığı halde gelmeyişine bile alıştım. Velhasıl, her şeyinize alıştım. Unutmayın ki ayrılıklar küçük sevgileri söndürür, büyük sevgileri alevlendirir. Rüzgârın mumu söndürüp, yangını tutuşturduğu gibi.
Hayatlarınız hep yüreğinizdeki güzelliklerin aynasında ışıldasın.
Sedat AYDIN