- 1277 Okunma
- 0 Yorum
- 3 Beğeni
GÖZYAŞI YOK
GÖZYAŞI YOK
Tokat’la Niksar arası bir ömre bedel, can gider, can gider…
Kasvet dolu hazin bir kış günü, Niksar’a gitmek için minibüse bindim. On bir numara! En arka ama olsun, cam kenarı ya, yeter. Camdan dağları, sevgililerinden ayrılmış ağaçları izlerim bir iki de kuş denk gelirse vay benim gönlüme…
Ağladı ağlayacak kül rengi gökyüzünün somurtması insana karamsarlık,duygusallık ne bileyim belki de geçmişi ve geleceği düşünderecek olan tuhaf duygular yüklüyordu ya da bana öyle geliyordu.
Yola yeni çıkan minibüs Tokat otogarındaki yolcuları alıp Niksara doğru hareket edecekti. Minibüste beş altı boş koltuk vardı. Biletlerin hepsi yukarıdaki ilçe minibüs garındaki yazıhanede satıldığından boş koltuklar rezerveydi. Yolcuların geri kalanı bir iki kilometre aşağıdaki şehirlerarası otogarda bize katılacaktı.
Tüm yolculuğun planını yapmış, iç alemimi dışarıdaki alemle hem-hale hazırlanıyordum ki minibüs birden durdu. Birileri binecekti galiba. Koltuklar sahipliydi diyeceğim ama alışmıştık bu duruma “ara” diye bir şey var canım. Birden otomatik kapının sesini duydum, kapı bile aç gözlülükle açılmıştı sanki kapının açıldığını görmemiş ama sesinden anlamıştım: Vuıııınntt! Kim binecekse binsin, umrumda değildi o yüzden merak edip bakmıyordum bile. Şoförün, “Koltuklar dolu amma.. Neyse yav, aşşada bi hal ederik.” kelamını duyup gülümsedim. Birkaç kişi boş koltuklara oturdu. Yüz metre gitmedik ki yine durduk. Aç gözlü kapı yine açıldı: Vuııınttt! Sanki bu sefer biraz daha sert miydi ne? Herhalde yolcu geldikçe coşuyordu. Şoför yine binecekleri uyardı(?): ”Koltuklar dolu amma… Binin, binin. Aşşada bi hal ederik.” dedi ve yolcuları aldı. İki erkek bindi. Biri genç, biri ihtiyar. İhtiyarın elindeki röntgen zarfından hastaneden geldikleri belli oluyordu. İhtiyar seslendi. ”Ben hastim yeğen, ayakta gidemem ha.” Şoför: ”Aşşa varak hallederik emmi.” İnanmayacaksınız ama zaten bende inanamıyordum bir yüz metre kadar daha ancak hareket ettikten sonra araba yine durdu, zalım şoför bir türlü üçüncü vitese atmadı arabayı. Kapı aynı hışımla avını yutan bir pitonun ağzı gibi yine açıldı. Yok yok bu minibüs değil mekanik bir canavardı. Bir adam bir çocuğu bindirmeye çalışıyordu.
-Hadi oğlum kaldır ayağını.
Merak edip baktım ayağını kaldıramayan bir yaralı mı var diye. Zaten bunalım takılmaya hazırlanan yüreğim birden cızz etti, acıdı hem de nasıl acıdı nasıl… Dokuz on yaşlarında, öğrenci üniformalı, yanakları al al, hafif tombul diyeceğim ama değil, babayiğit bir çocuk babasının yardımıyla minibüse biniyordu, tek başına binemezdi, binmesi mümkün değildi çünkü kördü.
Çocuğun hayatım boyunca unutmayacağım, mutluluktan mı yoksa mutlu görünüyor intibası uyandırmaktan mı kaynaklanan o hafif gülümsemesi beni tarumar ediyordu ki daha fena oldum, yüreğimde richter ölçeğinin bile ölçemeyeceği bir sarsıntı beni alt üst etti. Çocuğun babası da sakattı. Felçli, iki parmaklı hüküm geçmeyen, kurumuş bir dal misalı bir sol kola, normalden kısa bir sağ kola ve zannımca görme yetisi olmayan içi bembeyaz bir sağ göze sahipti. Adamcağız, hayır-“cağız”ı yok-adam, adam gibi adam, 1.60 boylarında, zayıf gövdesine göre büyükçe bir başa sahipti. Büyük başın büyük derdi olur derler. Ve o başın- kim bilir neden?- üst kısmındaki saçlar dökülmüş, yan taraflardaki saçlar ise ağarmıştı. Gözlerim doldu birden, yüreğime akıtıyordum sıcak göz yaşlarımı kan misali. Acımıyordum, vallahi acımıyordum sadece “Bu nasıl bir imtihan ya Rab? diye düşünüyor,önce isyan sonra şükrediyor ve kendimden utanıyordum.
Çocuk ve adam benim oturduğum arkadaki dörtlü koltuk serisine doğru geliyorlardı. Çocuğun elinden tutup, “Basamak var gülüm, gel hadi.” diyerek çocuğu yanıma oturttum. Ellerini bırakamıyordum. Babası ise diğer köşeye oturdu. O sırada atmış yaşlarında,sarımsı bıyıklı, hafif kambur, kısa boylu, gözlüklü biri bize doğru geliyordu. İhtiyarın geldiğini gören baba, çocuğu, kolundan hafifçe tutarak, inanılmaz bir babalık içgüdüsünün hakim olduğu gurur ve şefkat dolu bir ses tonuyla, “Gel oğlum.” diyerek yanına çekiverdi. İhtiyar, çocukla aramıza oturdu.
Sersemlemiş bir haldeydim ki minibüs hareket etti. Otogara gelmiştik biletli beş yolcu binecekti ama koltukların hepsi dolmuştu. Yolcular minibüse binip yerlerini ararken çocuğun babası,”Gel oğlum.” diyerek çocuğu kucağına oturtmaya çalışıyordu. Yanımdaki ihtiyar çaktırmadan, adama hafifçe vuruyor, fısıldayarak, kaş göz işaretleri yaparak, ”Bırak, bırak otursun.” diyordu. Çok hoşuma gitmişti ihtiyarın bu davranışı. Ee, merhametin yaşı yok okuyucu. Zira merhamet de içimizde hiç değişmeyen, büyümeyen bir çocuk ne de olsa. Adam ısrarla hemen hemen kendi boylarında olan oğlunu kucağına oturtmaya çalışıyor, ihtiyar ise ısrarla bırak otursun mahiyetinden hareketler yapıyordu. Vesselam çocuk koltuğa oturdu. Beş altı kişi “ara” makamında seyahat edecekti ama kimse çocuğa ve babasına bir şey dememişti. Dememeliydiler de zaten. Ben kendi dertlerimi, hüzünlerimi bir kenara koymuş çocuğu ve babasını düşünüyordum diyemem zira içinde bulunulan bu durum dertse, bu dert de benim derdimdi. Çocuğa ve babasına, ”Siz farklısınız.” dermiş gibi bir izlenim uyandırma korkusuyla, dönüp bakmaya cesaret edemiyordum.
Dışarıda yağmur yağıyordu, cama çarpan her damla yüreğime çarpıyordu. Sisler içindeki manzarayı izlemeye, dünyayı muhakeme etmeye çalışıyordum. Abdurrahim Karakoç’un dediği gibi “Düzen böyle bu gemide.“ diye içlenip, geminin varacağı limanda neler olacağını düşünüyordum ki “İnecek vaar!” nidasıyla kendime geldim ve istem dışı hemen çocukla babasına baktım. Tam bu sırada, küçük dev baba; sanki bir kuyunun dibinde bir şeyler ararmışçasına, zorlukla, cebinden kırış kırış bir beş lira çıkardı ve ayakta duran birine gayet kibarca, “Şunu uzatır mısın ? Bir kişi.” dedi. Ama onlar iki kişiydi. Yoksa dev baba, oğulcuğu dünyayı yok sayıyor diye oğlunu yok mu sayıyordu, yoksa yazılı olmayan fakat ahlaki bir toplumsal kural gereği oğluna saygı duyulup sahip mi çıkılmasını istiyordu, yoksa parası mı yoktu? Para elden ele gitti. On,on beş saniye sonra minibüs durdu. İnecekler indi. Derken elinde para, şoförün yanımıza doğru geldiğini gördüm. Şoför, dev babaya bakarak, ”İki kişi değil misin sen? Bu ne ?” diye bağırmaya başladı. Eyvah dedim! Çocuk başını kaldırmış, ağzı yarı açık… donmuştu adeta. Görmüyordu ama duyuyordu ve kim bilir neler neler duyuyordu bizim duymadığımız? Mimiklerinden korktuğu belliydi. Ya da ne korkması, isyan ettiği ya da ne bileyim işte…Şoför: “Kardeşim oturduğun koltuğun parasını vereceksin, benim para veren yolcum ayakta kalacak, senin oğlun oturup beleş gidecek, yok öyle yağma!” diye bağrıyor, dev baba gayet güzel bir üslupla, ”Beyefendi, ben çocuğumu kucağıma aldım, aldırmadılar, otursun dediler.” diyordu. Kimse de bir şey demiyordu. Otursun diyen sahte kahraman ihtiyar, ihtiyarlığını göstermiyor, dut yemiş bülbül gibi suskun suskun yere bakıyordu. Şoför, param da param diye inliyor, zavallı adam normalden kısa olan elini cebine sokup -muhtemelen- olmayan parayı vermeye çalışıyordu, olanları onuruna yediremiyordu, parayı vermek istiyor ama veremiyordu. Hırsından ve utancından rengi değişmişti.Gemi su alıyordu. Belli ki parası yoktu işte yoktu! Neyi vardı ki zaten oğlundan başka neyi? Dayanamadım, mekanik canavarın, mekanikleşmiş, histen, duygudan yoksun robotuna, ”Yeter be! Çocuk var şurada. Geç yerine.” nevinden sözlerle hayli kızınca maddeye esir olmuş bu insan müsveddesi hararetten kıpkırmızı olan ensesiyle aşağı inip yerine geçti. Adam oğlunu kucağına almış, sımsıkı sarmıştı. Bırak, otursun diyemedim. Utanmazın biri geçti çocuğun yerine oturuverdi. Dev baba yere bakıyordu, bir devi bir karınca yıkmıştı.Yaşamıyordu, ölmüştü.” Sizin hiç babanız öldü mü?” Babalar ne zaman ölür? Sizin hiç yaşayan ölü bir babanız oldu mu? Sizin hiç babanızın öldüğünden haberiniz oldu mu? Ya da siz hiç babanızla öldünüz mü? İşte ölü bir baba ve ölü bir oğul! Ölmek yeniden dirilmek midir? Öyleyse mesele yok ama ya değilse…
Çocuk alnını öndeki koltuğa yaslamış duruyordu. Bakışlarım ve ilgimle baba oğulu daha fazla rahatsız etmek istemediğimden tekrar dışarıyı izlemeye başladım. Birden ağlayan bir insanın burun çekişlerini duydum, kalbimde bir titreme hissettim; lakin cesaretimi toplayıp baba oğula baktım. Babanın gözleri nemliydi ama ağlamıyordu, ses ondan gelmiyordu. Aman Allah’ım yoksa çocuk…Ne teessür ki çocuk, çocuk alnını dayamış ağlıyordu, evet ağlıyordu, iç çekişinden dudaklarından, yüz kaslarından belliydi için için, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, ağlıyordu ama gözyaşı yoktu, göz yaşı yoktu...
Harun AKAR
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.