- 1315 Okunma
- 12 Yorum
- 0 Beğeni
BİROL'UN BAYRAMI
Birol için neydi Ankara’yı Kocaeli ve Antalya’dan cazip kılan? Antalya Varsak’da çift daire üzerine beş katlı bir bina yaptırmış, güzel bir dört yıl geçirmişti. Ama Ankara çekmişti kendilerini. Yaşanacak günler vardı.
Gerçeğin hayalden en bariz farkı
Uzağa atarsın, yakına düşer…
Öyle günler, öyle simalar var ki
Unutmak istersin, aklına düşer.
Bir sevgili, bir okul arkadaşı, bir askerlik arkadaşı, bir hapishane arkadaşı, bir hastane arkadaşı olabilir. Ya da bunlara benzer bir gönül dostu.
Bazen bir olay, bazen bir sokak, bazen bir obje, bıçak gibi saplanır maziden ciğerinize. Birtakım şeyler ahrete kadar içinizde vızıldar. Isıtır, üşütür, titretir, acıtır. Bu dört halde yaşıyordu Birol. Dolu dolu yaşıyordu duyguları bu acıların başkentinde.
Birol’un kaderinde 40 yaşında fabrika işçisi olmak, günde 12 saat ayakta çalışmak vardı. Güçlü ve olgundu. Fabrikaya severek isteyerek girmişti. Ama gürültü ayakta kalmaktan da zordu. Kaba kuvvet isteyen hamaliye işler de çoktu burada. Mecburiyeti kabullenmişliğin acı tebessümü vardı yüzünde.
Perde fabrikasının en fazla eleman çalıştıran dokuma bölümü ilginç bir yerdi. Bayanlarda erkekler gibi aynı zor işleri yapıyordu. Türbanlısı da kotlusu da vardı. Namazında niyazında olanı da vardı, aşk meşk peşinde olanı da. Kapalı kıyafetlere yırtmaç açıp, düğme söküp, daraltarak teşhire müsait hale gelen de. Dışarıdaki hayatın minyatürü vardı Nabyay’da. Zaten çoğu için içeri dışarı kavramı değişmişti. 12 saatlik ağır bir çalışmadan sonra eve gidince, hemen yatmak ve yarına dinç kalkmak gerekiyordu. Birerden iki saat de servis ve soyunma odalarında ziyan olmaktaydı. Yaşına rağmen iyi iş çıkarıyordu Birol. Özveri ile çalışıyordu. Kendisinden 20 yaş küçük sorumlusu Üveyt ve şeflerini kendine laf söyletmek zorunda bırakmıyordu. Bayanlar ağır işlerden kaytarsa da kimse fazla umursamıyordu. Narindi onlar. Ama çok da zarif değildiler. Hatta hiç zarif değildiler.
Perdeyi makine dokuyordu ama operatör makinenin başında olmalıydı. Daha fazla büyümemesi için hata ve arızalara acil müdahale gerekirdi. Kalite takibi, zemin bezinin gergefleşmesi, iyne, mekik ve bobin arızalarının giderilmesi ve yenilenmesi gerekiyordu. Yüzün üzerinde irili ufaklı yapılması gerekli rutin işleri vardı her operatörlerin. Otuz metre uzunlukta, iki katlı makinenin temizliği bile çok çetindi. En az iki kişi ile bakılması gereken makinelere çoğu zaman tek bakılıyordu. Şartlar icabı birkaç makineye bile bakmak gerekebilirdi. İki kat yorulsan da yövmiyen aynı idi. Operatörlüğü sevmemişti Birol.
Gece 23.00 da evinin önünden servise biniyor,23.30 da Akyurt’taki işine varıyordu. Kıyafet değiştirip makinesini teslim alıyordu. Siren denilen o çalışma düdüğüne de sinir oluyordu. Hava taarruzu gibi, ölüm gibi geliyordu. Sabaha çalışıyor, sabah 08.30 da servise biniyor 09.00 da eve ulaşıyordu. Hemen yatıp uyuyor, akşam 20.00 ya da 21. 00 da uyanıyordu. Bir iki saat sonra Ogün kendini eve getiren servis ile işe gidiyordu. Haftalık izinlerde zorunlu mesailerle katledilirdi. Sendikaları yoktu. Sendikaya kaydolanlar da anında sendika fareleri tarafından işverene ispiyonlanırdı ve işten atılırlardı. Tam bir Çin işkencesi diye düşündü Birol. Asgari ücret komik olmaktan hiç çıkmayacaktı. İşçi sorunları hep ötelenecekti. Sendikalaşma hep engellenecek ve sendikalar arpalık olacaktı. İşverenler devleti işçi çıkarmakla tehdit edecekti. Devlet memura öz, işçisine üvey baba olacaktı. İşçi sınıfı zorlu mücadeleler yapmadan bu durum değişmeyecekti. Çünkü işçi hariç herkes memnundu bu sömürüden. İşverenler güçlüydü. İşçi aynı şeyleri yine, yine, yine, yüzlerce-binlerce defa yineleyecek zoraki çalışacaktı. Makro baskı varken mikro cızırdama umursanmazdı. Sendikalardan birine yönetim kademesinde girmeyi hesaplıyordu Birol. Bu uğurda araştırma yapıyor, destekçi topluyordu.
Şu an en mutlu olduğu yerdeydi beklide. Yemeğini yemiş ve yemek salonunun solundaki sigara içilebilen çayhaneye geçmişti. Fabrikada en çok bu bölümü severdi. Çayını yudumlarken ameleleri inceliyordu. Amelenin emekçi demek olduğunu biliyordu. Pek çoğu gibi küçümsemek için değil, hakkını teslim etmek için kullanırdı bu kelimeyi.
Ön masadaki hareketlilik hayale dalmış olan Birol’un dikkatini çekti.
Yüz hatları gerildi. İçinde fırtına başlamıştı sanki. Kıskandığını hissetti. “kızım değil, bacım değil, karım değil çok şükür.” Dedi. Çok ciddi kuralları olan bir fabrika olmasına rağmen insanlar isteyince aşırılıklar ve taşkınlıklar, kendini bilmezlikler yapabiliyorlardı. “bana ne, herkes kendi namus bekçisi olmalı” dedi içinden. İkiyüzlüler, yalancılar, hayâsızlar, başka amaçlarla işe girenler bile vardı. Manita bulmak, çevre edinmek, mal pazarlamak, hatta kiliseye adam götürmek isteyen bile çıkıyordu. Eş olarak çalışanda vardı Nabyay, Aslında bayanların çalışmasına uygun bir ortamdı. Masum olmayan şeylerde vardı her iş yerinde olduğu gibi. Üç ayda dönen her fırıldağı öğrenmişti Birol. Her şeyi araştırıp her bölüme girip çıkmıştı. Araştırır, sabreder, kavrardı. Ama Birol’un ilgi alanına nakış bölümü giriyordu. Oradan tanıdıklar bile edinmişti. “ yoksa fabrikaya başka öncelikli bir amaç için girenlerden miyim?” diye soruyordu kendi kendisine. 40 civarında kızın,15 erkeğin bulunduğu nakışa olan ilgisinin nedenini düşündü. Yoksa gönlünü mü kaptırmıştı? Nakıştaki bütün geçici işlere neden gönüllü koşturuyordu? İki çocuğu vardı, mutluydu, eşi Suzan’ı da çok seviyordu. Hiç hata yapmamıştı. İnançlıydı da. Ama yolunda olmayan bir şey vardı sanki. Düşleri ve geliş sebebi de içini kemiriyordu.
Ön masadaki çift kalkıp gidiyordu. Arkalarından vah vah dercesine başını salladı Birol. Çünkü mesaideyiz, arkadaşıma gideceğim, yaş günü, nikâh, düğün ve nice bahanelerle aileler aldatılıp, küçük büyük kaçamaklar da yapılıyordu. Nişanlı bir kız, yakışıklı operatör arkadaşına sırnaşıklıktan ve teşhirden çekinmiyordu. Evli kadınlar bile nefis okşayıcı iltifatlara sessiz kalabiliyordu. Patron büyük bir ticari müessese kurmuştu. Şeytan da üst kurmuştu Nabyay da. Bayan ve erkek mescidi de vardı. Gülümsedi bir ara. Sanki çalışma hayatını kavradığı, okuduğu bir kütüphaneydi burası.
Fabrikaya girdikten sonra boşananların çokluğu konuşuluyordu erkekler arasında. Kimi ayakları üzerinde durunca kaçmış, kimi karısını, kimi kocasını aldatmıştı. Kiminin düşüncelerine şeytan girmiş, ayrılmasa da evden kopuk ihanetin kıyısında kırmızıçizgilerle flörte koyulmuştu. Bu fabrikaya iki psikolog, biri kadın iki de masör lazım diye düşündü Birol. Ona göre bütün amelelerin adaleleri ve ruhları bakımdan geçmeliydi. Şeytana uyup iş arkadaşlarından bir bayanla işi pişirsem, eşim ne yapar diye de geçirdi aklından. Şeytan, nefis, insan şeytanları, pis ortamlar, avcılar, fırsatçılar ve Sapıklar vardı. Var oğlu vardı. Zaaf anları kırılma noktasıydı. “ilk fırsatta nakış veya dokumadan bir bayan mı ayarlayacağım aslında havya daha zengin” diye düşündü. “tövbe estağfurullah” diye inildedi.
Pekiyi, burada çalışan bir evli bir hanım bir hataya düşse idi; bir kaçamak bakış, iş harici sakıncalı muhabbetler, sinsi çağrı ve mesajlar gibi. Haber alan eşi nasıl davranırdı? Ya daha fazlası gelirse bir erkeğin başına? Morardı birden. Kendince yolu tekti, ıstıraba ıstırap. Silahtan kızgın yağa kadar her türlü ıstırap mubahtı.
Kendisini iş kadar yoran saçma düşüncelere son verip çayının son yudumunu çekti. Ayağa kalktı ve yemekhaneden çıktı. Basamakları inip sola döndüğünde üç bayanla karşılaştı. Bunlar nakıştandı. Ortadaki bayan
-nasılsın aşkım. Dedi. Birol utanmıştı. İyiyim anlamında başını salladı.
- görüşürüz.
- görüşürüz.
Hastaydı bu kadına. Onu görünce gönlü aydınlanıyordu. Eşi Suzan idi bu kadın. Fabrikaya, eşine yakın olabilmek, onun ortamını görmek, bir yerlerden kahpe bir fiske değer mi? Diye kolaçan etmek için girmişti. Makinesinin başındaydı. Bir amele kadar mutluydu. Hüseyin Hatemi’nin şiirini mırıldanıyordu korkunç gürültünün içinde.
Uzaklığın acıya yeterli
Yakınlığın teselliye yetersiz
Acı, ortada ve keskin gerçek
Birol, büyük oynamak istiyordu. Gayet uyanık arkadaşlarını da alarak sendikanın birindeki seçim çalışmalarını takibe gitti. Amacı, yönetim kadrosuna girebilmekti. Fakat umduğu fırsat hiç doğmadı. Kokuşmuş sendika yönetimi kendi içinde öyle kenetlenmiştir ki; değil görev kapmak, dayaktan zor kurtuldular. İşçi hak ve sorunları hariç her şey ele alınmıştı. Burada emek ve emekçi hariç her denge gözetiliyordu.
Birol ve arkadaşları, son bir umut ve gayretle; sendika başkanına bir pusula ulaştırdılar. Pusulada şöyle bir şiir vardır:
SİZ VE BİZ
Görmüyoruz sanmayın iç yüzünü işlerin…
O doğru duruşların o eğri gidişlerin.
Neler çiğnediğini hiç durmadan dişlerin…
Ne yolda olduğunu o yıldızlı fişlerin?
Biliriz yenileni kuzumudur, tavşan mı?
Sizinki tatlı can da bizim ki patlıcan mı?
***
Morgken koltukların çıkardınız tadını…
Yokladınız güzelin evcilini, yâdını.
Şu ince belli kızı şu fıkırdak kadını.
Ne dediniz olmadı bir yosma mı, civan mı?
Sizinki tatlı can da bizim ki patlıcan mı?
***
Sizlerde bendendiniz ne çabuk ayrıldınız?
Her biriniz en yüce yerlere kaydırıldınız?
Kiminiz doğruldunuz, kiminiz eğildiniz.
Böylece zevk içinde yaşarsınız yalan mı?
Sizinki tatlı can da bizim ki patlıcan mı?
***
Yok mu? Ata malından azıcık pay bize de?
Adınız hiç görülmez pasaportta, vize de…
Biz de gezmek isteriz Londra’da, Gize’ de.
İsterseniz gideriz hatta Portekiz’e de.
Bizim yerimiz sade Sivas, Erzurum, Van’ mı?
Sizinki tatlı can da bizim ki patlıcan mı?
***
Neler sorulur bilseydik, amcamız, dayımız mı?
Değilse nemiz eksik aklımız, boyumuz mu?
Yoksa beğenilmeyen bir kötü huyumuz mu?
İnancımız mı bozuk, kanımız, soyumuz mu?
Bizim kanımız başka, sizin ki başka kan mı?
Sizin ki tatlı can da bizim ki patlıcan mı?
***
Bizler de sizin gibi yorulmak istiyoruz.
Divanda, encümende kurulmak istiyoruz.
İnsanlar sırasında görülmek istiyoruz.
Kırk yıl pösteki gibi sürünen de insan mı?
Sizinki tatlı can da bizim ki patlıcan mı?
****
Süründük bu kadar yıl, Aydın’da, Muş’da, Van’da…
Kahve gibi kavrulduk, dövüldük bu havanda.
Şöyle bir yaşamadık Karlisbat’la Lozan’da.
Fakat arılar gibi çalıştık bu kovanda.
Balı, kaymağı sizin bize acı soğan mı?
Sizinki tatlı can da bizim ki patlıcan mı?
Hayat böyleydi işte. Herkes bir şekilde emeğinin karşılığını alsa da
Emekçinin emeğinin karşılığını kapitalist sermaye alıyordu. Sömürülüyor, satılıyor, horlanıyordular emekçiler. Birol, sendika başkanı Sarı Süleyman’ın cevap yazdığını fark edip umutlanmıştı.
Sarı Süleyman kronik doyumsuzluk çeken, gaddar, içinin karası dışına vurmuş biridir. Yediği haramlara çok nadir helal karışmaktadır. Ama denge adamıdır. Yılların kurdudur o. Biro’a cevap yazarken göbeğinin şişinden dolayı hayli rahatsız olmuştur. Sarı Süleyman, Sarı Çıyan, gençlerin mücadele azmini kırmayı hesaplamaktadır. Nihayet Birolun beklediği pusula gelir. Pusulada şunlar yazılmaktadır:
SEN BİR GARİP ÇİNGENESİN
İki gözüm eller gibi sefa sürmek hakkın değil,
Nene gerek apartman, nene gerek otomobil,
Çok ağır da olsa yükün taşımayı vazife bil,
Bu yarışa girme sakın altındaki topal eşek.
Sen bir garip çingenesin, telli zurna nene gerek…
***
Çadır senin nene yetmez tutuşmuşsun villa diye,
Üzüyorsun yüreğini yat isterim illa diye.
Taştan taşa fırlatıyor felek seni bilya diye,
Ne anlarsın piyanodan çal kavalı eğlenerek,
Sen bir garip çingenesin, telli zurna nene gerek.
***
Varsın onlar bezensinler, varsın onlar kurulsunlar,
Varsın bütün hısım kavim birbirine sarılsınlar.
Sen bahtına küste çekil onlar bol bol serilsinler,
Onlar yesin muz, ananas senin payın kabak, kelek.
Sen bir garip çingenesin, telli zurna nene gerek.
Birol, şiiri okumuş ve çok bozulmuştu. Arkadaşlarına; “bu sene buradan bize ekmek çıkmaz. Herifler organize. İşimizden ve dişimizden olmadan gidelim.”demiş ve orayı terk etmiştiler. Ama akılları orada kalmıştı.
Onca bilgi ve becerisine karşın pek çok sıkıntısı vardı birol’un. Kader Birol’a pek gülmüyordu. Gergin yüz hatları onu yaşından olgun gösteriyordu. Elleri ile ceplerini umutsuzca ama dikkatle tekrar karıştırdı. Birkaç kuruş demir para çıktı. Hatırı sayılan kâğıt paralar yoktu. Başı öne eğildi. Sarı sendikada sıkıntılı bir gün geçirmişti. İstirahat ile geçmeyen değişik bir yorgunluktu onunki. İçinin acıdığını hissediyordu. Engelsiz engelliydi. Para özürlüydü Birol da diğer ameleler gibi. Bayrama üç, aybaşına 15 gün vardı. Parası yoktu. Kira sorunu olmadığı, eşi ve kendisi çalıştığı halde parasız kalmıştı. Kiradaki dükkânının kirasını da alamamıştı. Ya kirada oturup tek çalışanlar ve yan geliri olmayanlar ne haldeydi?
Bayram, masraf demekti. Hem de ne masraf. Zaruri olmayan her türlü masrafı kısacaktı. Yine de hesapta olmayan şeyler çıkıyordu. Bütçe deliği her ay daha genişliyordu. Daha 20 yıl önce işçi memurun iki katı ücret alırken bu gün yarısını alamıyordu. Memuru kıskanmıyordu ama yaptığı işi dört memur yapamaz, kaçardı. Sendikaya ve devlete kızıyordu. Hele 12 Eylül ihtilalına deliriyordu. Mecburi ve fazla mesailer de, haftada bir değişen üç vardiya sistemi de iyice bıktırmıştı Birol’u. Her gün yeni yasak ve kısıntılar de çabasıydı.
Çocukları ile yaşlı annesi ilgileniyordu. Babası, evde hakkında konuşulmayan bir konuydu. Annesi çocukları yedirip yatırmıştı. Suzan da az önce uyanmış, giyinmiş ve işine gitmek üzere evden çıkmıştı. İşlerinin ağırlığı yüzlerine yansıyordu. Sürekli gergin ve asık surat olmuştular. Hayatları iyice monoton ve sıkıcı olmaya başlamıştı. Sosyal faaliyetleri yoktu. Birbirlerine sevgi sözcükleri söylemek dahi unutulur olmuştu.
Ülke yöneticileri ve sendikalar kör olmalıydı. Fakirlik hatta açlık sınırının altında asgari ücretleri hangi vicdan ile onaylıyordular? Vicdan? Nadir rastlanan bir erdemdi.
Birol, yorgun, sinirli, umutsuzdu. Hiçbir zaman hiçbir şey değişmeyecekti. Pijamalarını giyinip yatağa girdi. Kitap okumak gelmedi içinden. Gündüz yaşadıklarını bir süre analiz etti. Bir ara yanında olmayan Suzan’ı düşündü. Bazen böyle değişik vardiyalara düşerdiler ve ayrı kalırdılar haftalar boyunca. Birol, içinden “cinsel tazminat isteyeceğim.” Diye fikir yürüttü. Uykuya dalmak üzereyken kapının zili çaldı. Gelen Suzan’dı. Yeni servis sürücüsü, yolları karıştırıp bazı elemanları almadan fabrikaya girmişti. Birol bu işe sevinmişti. Hemencecik eşi ile güzel bir gece hayal etti. Suzan’da, makinedeki çamaşırları balkonda asıp odya geldi. O da güzel bir gece planlıyordu.
Acı acı çalan saat zili ile uyandı Birol. Saat 06.30’du.İştahsızca doğruldu. Yanındaki eşini gördü. Akşam onu beklerken uyuya kaldığını hatırladı. “Fakirin seksi de fakirmiş” diye hayıflandı. Giyindi. Bir ölü gibi ruhsuz ve isteksiz Guantanemo’ya doğru yola çıktı. Böyle çalışma, böyle verim mi olurdu? Fakat nice işsiz varken bu dahi bayağı bir şans idi. Tam kurtuluş için sendikalı olmak da yetmiyordu. Arpalığa düşmek gerekiyordu. Serviste bunları düşünürken, ince hesaplarını daha da detaylandırıyordu. “ Seneye Sarı Süleyman seneye” diyordu içinden. Sarı Süleyman’ı kafasından silip atamıyordu Birol.
1 MAYIS BİROL’UN BAYRAMINI KURLARIM.
YORUMLAR
İşçi hak ve sorunları hariç her şey ele alınmıştı. Burada emek ve emekçi hariç her denge gözetiliyordu.
evet cok seyler vardi yine yazida.
Ya kirada oturup tek çalışanlar ve yan geliri olmayanlar ne haldeydi?
Gercekten bu insanlar nasil geciniyor ne büyük bir yasam savasi veriyor ülkedeki insanlar.
cok güzel bir yaziydi.
yüreginize saglik sevgili Engin Tatlitürk
sonsuz saygimla
"Sendikaya ve devlete kızıyordu..................."
Sevgili Engin
Patagonyada dün işçilerin hükümetle toplu-iş görüşmeleri varmış, uydudan haberlerde seyrettim, bizim Tosun Okuyana bildiriyordu. Haber aynen şöyle idi aklımda kaldığı kadar
“Dün Patagonyanın en büyük işçi sendikası olan “Pat-iş”, hükümetle yürüttüğü toplu-iş sözleşmelerinde poka bastı, pardon anlaşmaya vardı sayın okuyucular. Medyanın ilgisiz kaldığı görüşmelerden önceki “genel grev” resti “fosss” çıktı. Anlaşmanın yapıldığı günün sabahında “dostlar alışverişte görsün” niyetine yapılan bir saatlik iş bırakma eyleminden sonra, büyük umutlarla güne başlayan Pat-iş’e bağlı işçiler, beklentilerinin yerine her zamanki gibi yine birer “kol saati” aldılar.
Bu güne kadar mevcut hükümetle yapılan her toplu-iş sözleşmesi sayesinde büyükçe birer kol saati koleksiyonuna sahip olan işçiler, “satılmış başkan buraya, yumruk havaya” tezahüratları eşliğinde, bazı saatleri münasip bir yerlerine tıpa yapsınlar diye sendika patronlarına hediye etmeğe kalktı. Yapılan bu jest yüzünden bazı sendika patronlarının gözlerinin dolduğu gözlerden kaçmadı. Sendika patronlarının “Aşk olsun ne yaptık ki” diyerek işi pişkinliğe vurmaları karşısında, işçilerde “harğk tüüüü” yüzünüze kırk bir kere maşallah diyerek olaya son noktayı koydu.
“İşadamlarına şapır, şupur, işçiye yarabbi şükür” sloganları eşliğinde, kriz bahanesiyle “keriz” yerine koyulduklarını iddia eden işçiler, hükümete de “sepet, sepet yumurta, sakın bunu unutma” diyerek dört gözle bir sonraki genel seçimleri sabırsızlıkla beklemeye başladılar.
Bölgeden konu ile ilgili eğer herhangi bir gelişme olursa, gelişen gelişmelerle tekrar birlikte olacağız.
Tosun OKUYANA
Yersen Haber Ajansı.
Patagonya”
Vallahi 1475’e tabi bir KİT mensubu olarak konunu bu kısmı beni daha çok ırgaladı. Affola
Tebrikler, selamlar dostum :)
Engin Tatlıtürk
Allah razı olsun.
Selamlar.
Birol ve öteki Birollar daha çokkk bekleyecek bayramı kutlamak için. Yazın dört dörtlük bir yazı idi, hele şiirlerle süslenmesi daha bir güzel olmuş. Bence 10 numara... Helâl olsun kardeşim ...
sevgilerimle...
Engin Tatlıtürk
Çok çok teşekkürler.
Saygılar.
Kırmızı yazdım dikkat çeksin diye.
Uzun olabilir. Bu gün de özelliğine binayen bir aşk yazısını eksik okuyun ve bir amacı olanların yazısını okuyun lütfen.
Varsın uzun olsun.
Ben işçi bayramı kutlamalarına katılmaya gidiyorum. Aşk yazısından daha mühim. Hadi hoşça kalın şimdilik.
yazıdan ziyade bu notunuz çok hoştu(:
Eyvallah diyorum ve sizin nezdinizde huzurlu bir şekilde kutlanan işçi bayramını kutluyorum....
saygılarımla....
Okuyan ve eleştiren bütün arkadaşlara teşekkür ederim.
"Yazımı yorumladığınız için yanlış anlaşılır diye size cevap yazmadım" gibi fazla anlam veremediğim ve itibar etmediğim bir anlayış fark ettim.
O zaman herkesin yazısını okuyanın yazısını kimse okumayacak ya da okusa da eleştirmeyecek.
Makul mu?
Mantıklı mı?
Okumamak ve yazıp kaçmak için bir bahane olabilir mi?
Benim yazımı eleştirenin yazısı varsa eğer, öncelikle o yazıyı tahlil etmek isterim. Ve yaparım.
Böylece eleştiriye değer verenlerin sayısı da artar diye düşünürüm. Ve o kişiye saygı göstergesi sayarım.
Ama eleştiride objektif olurum.
Hatalı mıyım sizce?
Bilesiniz ki hatalı da olsam öyle yapacağım. Kaldı ki hatalı olmadığıma inanıyorum.
Hayırlı akşamlar.
Saygılarımla.
Engin Tatlıtürk tarafından 5/1/2010 9:23:31 PM zamanında düzenlenmiştir.
Engin Tatlıtürk tarafından 5/1/2010 9:24:47 PM zamanında düzenlenmiştir.
Engin Tatlıtürk
Birol.
ve diğer ameleler.
Ameleye çok değer yüklenmiştir romanımda. Öyledir de.
Sayfama şeref verdiniz.
Baki selamlar.
ÖNCELİKLE 1MAYIS İŞÇİLER BAYRAMINI KUTLARIM VE YAZINIZIDA AYRICA YÜREKTEN KUTLARIM KUSURSUZDU TEBRİK EDERİM ENGİN BEY.
BİLECİKTEN SAYGI VE SELAMLARIMLA ALLAH'A EMANET OLUN ESENLİKLER DİLERİM
Engin Tatlıtürk
Siz de Allah'a emanet olunuz.
yazı o kadar muhteşemki aynı vardiyada birolla beraberdik sanki......sevgili engin..... içinde kaybolduk gittik.....muhteşemsin....saygılar
Engin Tatlıtürk
Sayfama onur verdiniz.
Sağolun.
Çok emek verdiğiniz, şiirlerle süslediğiniz çok güzel bir yazı olmuş. Elinize, dilinize, yüreğinize sağlık.
Bu ülke hepimizin ve bu ülkeninin insanı ve insana dair bütün sorunları da hepimizin.
Elbette ki her birimiz bir sorunun ucundan tutacağız, fikirlerimizi paylaşacağız. Siyaset konuşmak, yazmak sadece siyasetçilerin ve gazetecilerin tekelinde değil. Biz sıradan vatandaşlar da yeri geldikçe düşüncelerimizi dile getireceğiz.
Gocunan gocunur, aldırmayınız.
Selam ve sevgiler.
Yazım siyasi bir yazı değildir.
Bir öyküdür.
Kılı tüyü okuyup siyasi, politik, devleti ve milleti cidden yoran sorunları hiç kaile almayan kardeşlerime sesleniyorum.
Kırmızı yazdım dikkat çeksin diye.
Uzun olabilir. Bu gün de özelliğine binayen bir aşk yazısını eksik okuyun ve bir amacı olanların yazısını okuyun lütfen.
Varsın uzun olsun.
Ben işçi bayramı kutlamalarına katılmaya gidiyorum. Aşk yazısından daha mühim. Hadi hoşça kalın şimdilik.