- 1386 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sevgisiz Hayat Yaşanmaya Değmez!
Çoğu insan, yaşamı bir ’savaş’ olarak kabul eder ve öyle yaşamaya çalışır. Doğrudur da bu düşünce. Ama onun gereklerinin hayatın içerisinde yerine getirildiği kuşkuludur. Önümüze çıkan engellerle, bizleri kuşatan yaşam şartlarıyla savaşırken kendimizle yapmamız gereken savaşı hep unuturuz ya da görmezlikten geliriz. Yaşam içerisinde kişinin ilk savaşı,kendisiyle olmalıdır.Dışımızdaki düzene karşı olmak,kendi ’iç düzen’imizin doğru işlediği,haklı ve meşru olduğu anlamına gelmemelidir.Yanlış işleyen kendi ’iç düzen’lerini yenemeyenler,hayatın her alanında karşılarına çıkan dış düzenlere karşı asla başarılı olamazlar.
İnsanın en temel özelliği,bilindiği gibi,toplumsal bir varlık olmasıdır.Verili bir sosyal yapının ve üretim ilişkilerinin içine doğar.Bilinci belirleyen toplumsal ilişkiler olduğu için,büyümenin belirli bir evresinde,sistemin bilinçli ve örgütlü çabalarıyla düzen içine çekilir.Kişiyi düzen içine sokmak için atılan düğümler,oluşturulan bağlar sanıldığından çok daha güçlüdür ve kişinin tek başına mücadelesiyle bu çemberi yarabilmesi kolay değildir.Sistemden kopmanın ve özgürleşmenin en doğru yolu örgütlü bir yaşam tercihidir.Kişisel çabaların anlamlı olacağı ama nihai bir kurtuluş sağlamayacağı bilinen bir gerçektir.
Sözü edilen ’yeni insan’ ve ’yeni yaşam biçimi’ kültürel bir yenilenme sorunudur.Bu süreç,daha önce inşa edilmiş yaşam biçimlerinin ve alışkanlıklarının üzerine inşa edilemeyeceğine göre,yenilenme süreci ikili bir boyut taşımak zorundadır.Bu sürecin ilk adımını,kendi iç devrimimizi yaparak atabiliriz.Başka bir adlandırmayla,kendimizi silip-bozarak,yeniden yazmalı,yeniden kurmalıyız.Başka türlü olmak kesinlikle yerleşik alışkanlıklar,değer yargıları ve yaşam anlayışlarının aşılmasıyla mümkündür.Kuşkusuz bu bir süreç sorunudur ve eskisi aşılırken yerine yeninin inşa edilmesi zaman alacaktır.Bu durumu mekanik bir süreç olarak da algılamamak gerekir; iç dünyamızda ve yaşam alanımızda eski ile yeninin çatışması zaman alacak,iç içe girme,yan yana bulunmanında söz konusu olduğu bir dönem sonunda,’yeni insan’ ve ’yeni yaşam’ konusunda mutlaka bir netleşme olacaktır.Mao bir konuşmasında ’yetmiş yaşıma geldim,içimde ki maymunla kaplan hala boğuşmaktadır’diyordu.
Kişi kendini değiştirmeden,iç devrimini yapmadan daha büyük devrimlere girşimesi ve başkalarını değiştirmeye çalışması asla başarı getirmez.Yaşam içerisinde gireceği her muharebeyi kaybeder ve başladığı yere döner.Bu nedenle yeni kişilik taşları çok sağlam örülmeli ve yaşamın içerisinde bir karşılığı olmalıdır.Kişinin savunduklarıyla yaşadıkları arasında ki açı küçüldükçe amaca yakınlaşılıyor demektir.
Kapitalizmin ortaya çıkardığı insan tipinin en önemli özelliklerinden biri de istikrarsızlıktır.Kendisi kriz demek olan kapitalizm,sürekli ’ruhsal kriz’içerisinde olan bireyler üretire ve varlığını bu şekilde sürdürür.Bu durum egemenler için olumlu bir durumdur,çünkü,gelgeç ruhlu ve istikrarsız bireylerden oluşan bir topluluk daha kolay yönetilir.
Dikkat edilirse,yaşamlarımızın belli dönemlerinde bazı şeyleri aşırı önemseyip peşinden gidererken,diğer dönemlerde tam tersi davranış biçimleri edindiğimiz görülür.Üniversite dönemlerimiz ’yeni arayış’dönemlerimizdir,aradıklarımızı buluruz da ama okul bitince her şey yine eskisi gibi olur.Okulu bitirmek,işe girmek,evlenmek vb.dönemler kişiliğimizi geliştirmemizde olumsuz dönemlerdir.Belirli bir yaştan sonra ilericilikle-devrimcilikle bütün bağların kesilmesi,bu bağın gerçekte hiç oluşmadığı anlamına gelir.İşin gerçeği şudur; bizler sistemden koptuğumuzu sanırken aslında böyle bir şey hiç yaşanmamıştır. Yaşadıklarımız, bir dünya görüşü ve yaşam biçimi edinmek için değil, geçici bir hevesin dışavurum biçimi olduğu aldatmacasıdır. Yaşa ve dönemlere bağlı olarak bir dünya görüşü edinme ve bu iddiayı sürdürme konusunda, bir düşünürün ilginç bir sözü vardır. Şöyle demektedir: ’Yirmisinde komünist olmayan bir insan vicdansız, kırkından sonra komünistliğe devam ediyorsa akılsızdır.’Olumsuz anlamda değişme dönemlerine baktığımızda aslında sistemden hiçbir zaman kopulmadığı, bir çeşit dönemsel sosyalleşme yaşandığı,var olma ve kendini kanıtlama aracı olarak içinde yer alınan ilişkiler kullanıldığı ve sonrasında sistemin yaşama dair ilk teklifine olumlu karşılık verildiği görülür.
Sevgisizlik, bencillik, bireycilik üçgeni insanı dar bir alana hapseder, bu alana giren insanda artık her şey küçülmüş demektir. Küçük bir dünyada büyük umutların, özlemlerin peşinden koşmak olası değildir. Bu yüzden bizler sürekli, düşündükleriyle, söyledikleriyle çelişen hatta taban tabana zıtlık gösteren yaşamlar görmeye devam edeceğiz. Hayatın bütün alanlarında görülecek bu tutarsızlık.Sevgilerimizi bile kendimize benzeteceğiz. Örneğin evlilik kurumu bugün, kendilerine ilerici-devrimci sıfatını layık görenler tarafından bile reddedilememektedir. İş hayatı sisteme bağlılık da büyük bir pranga işlevi görür. Gerçekte ise sevgi öylesine büyüktür ki, yaşam denilen bu denizin gerçek sevgilere dar gelme olasılığı bile vardır. Ama bizler yine de bir evlilik sonucu sevgilerimizi dört duvar arasına sokmayı büyük bir marifet sayarız.
Kapitalizmde sevgisizlik yaygın bir ilişki biçimidir. Sömürünün had safhada yaşandığı tüketim toplumlarında sevgisizlikle değersizlik ikiz kardeş gibidirler. Birinin olduğu yerde diğeri de mutlaka olur. Sevgi anlayışımız ve sevme yeteneğimiz yaşamın bütün alanlarını kapsamalıdır. Bu kapsam içerisinde genişlik, derinlik ve çeşitlilik olmalıdır. Bugün insanların yaşamlarında çektikleri mutsuzluk ve yaşadıkları sakatlık gerçek manada sevgi adacıkları oluşturamamaktan ileri gelmektedir. Sevgisizlik bütün bir yaşamın toptan sakatlanması demektir.
Kapitalizm, insanlığın binlerce yıldan bu yana yarattığı ve biriktirdiği insani bütün değerleri tehlikeye sokmuştur. Bugün insanlar sevgisizlik bataklığında debelenirken, bu boşluğu, sevginin sahte biçimlerini ikame ederek doldurmaya çalışmaktadırlar. Koşulsuz bir insanlık sevgisi terk edilmiş, bunun yerine bencilce yaklaşımlar sevgi olarak kabul edilmiştir. Sevgi alanımız, çıkarlarımızla sınırlıdır. Sevgi öznesinin salt sevgiliden ya da bize ait olan şeylerden ibaret olarak görülmesi bu sahteliğin, daralmanın ve bencilleşmenin önemli bir örneğidir. Sevgilerde ki sahtelik, sevgili için ölme iddiasıyla sevgili bizim olmayınca onu öldürme fiilinin iç içe durmasında net bir şekilde görülür. Basında sık sık rastlanan sevdiği insanı öldürme haberlerinde, ’neden öldürdün’ diye sorulduğunda ’çok seviyordum da ondan’ yanıtı, aslında bu sahte sevgilerin anlamlı bir özetidir.
Kapitalizm insanları yarıştırmayı büyük bir marifet sayar.Ve biz de geliriz bu oyuna.Başarısızlık kötü bir şeydir ama bu bizlerin belirlediği bir oyundaki başarısızlık değil,kuralları ve sonucu başkalarının belirlediği bir başarısızlıktır. Başarıya susamış mutsuz insanların yaşadıkları boşluk onları parlayan ilk şeye yöneltir ve onun esiri yapar. Ama unutmamak gerekir ki,kapitalizmin cilaladığı ve önümüze sürdüğü parlayan her şey altın değildir.
Kapitalizm bir çok araçla içsel dünyalarımızı, tabiri caizse ruhsal direnme alanlarımızı bile ele geçirmiştir.Bu bir tür tutsaklıktır ve kişiyi her gün biraz daha küçültür.Bizler de farkında olmadan küçük şeylerin insanı olmaya başlarız.Küçük hesaplar,birey olarak insanı hiçbir zaman başarıya götürmez.
Umut eden ve dünyayı değiştirmeye dair projeleri, özlemleri olan insanlar sevgiyi tüm güzelliklerin mayası olarak görmelidirler. Yaşam dediğimiz bu uçsuz bucaksız deryada sevgili ile kulaç atmak, sevgimizi bütün ilişkilerimize yansıtmak varlık sebebimiz olmalıdır.
Şöyle bir çevremize bakalım, yeni başlayan ya da bir şekliyle devam eden ilişkileri gözden geçirelim. Hiçbir ilişki yoktur ki başarısızlığı hedeflesin ya da mutsuzluğu kendine yakışık görsün. Ama ortalığı mutsuzluk ve başarısız ilişkiler enkazı kaplamışsa durup düşünmemiz ve gerçek nedenlerine inmemiz gerekir. Bu yapılmadığı sürece aynı mutsuzluk bizi de kuşatır.
Egemen sistem tarafından her gün bin türlü araçla ve çeşitli renk ve tonlarla yaşamlarımıza püskürtülen popüler kültürün biçimlendirdiği davranışlarla ’yeni insan’ olmak mümkün değildir. Kendi içsel düzenlerimizle hesaplaşmak, bize verilmek istenene dur demekle başlar. Çünkü sözünü ettiğimiz kültürel kuşatma,emperyalist-egemen kültürün yerele izdüşürülmüş biçiminden başka bir şey değildir.Bu kültürün bilinçsiz figüranları olmak istemiyorsak,popüler kültüre karşı mücadele etmek zorundayız. Televizyon izleme için bir düşünürün şöyle bir sözü var:’Televizyonunuzu kapattıktan sonra ekrana bakın,orada kendinizi göreceksiniz.’
Popüler kültür sahte insanlar yaratır ve tüm varlığını beklentiler, özdeşleşmeler üzerine inşa eder. Beklentiler, özdeşleşmeler bir tür piyasa gibidir. Çoğu kez ısmarlama bir hayat yaşanır ve yapay yöntemler duruşumuzu, davranışlarımızı belirler. Duygular saman alevi gibi yanar söner, her şey bir anda yükselir ve dibe vurur. Her şey aynen piyasa ekonomisinde olduğu gibi hızlı yaşanır.
İşin esası, mutsuz kitlelerin bir boşluk doldurma işi ’insan faaliyeti’ olarak algılanır. İlişkilerimize, sevgilerimize egemen olan hiçliği bu şekilde dengelemeye çalışırız ama yapılan aslında ikinci bir yanlıştır. Toplumsal yaşamın kurallarına göre iki yanlışın bir doğru etmeyeceğine göre, memnuniyetsizlik sürer gider. Değersizlik, bir çelişkidir ama büyük bir değer vurgusuyla birlikte yürür. Sevdiğimiz kişilerle birlikte ölürüz. Popüler kültürün en önemli özelliğidir, her şey yüksek sesle, acı(k)lı ve yoğun biçimde yaşanmalıdır.
Sonuç olarak sevgilinin, sevdiğimiz insanların et ve kemikten öte anlam ifade etmediği ilişki tarzlarında, ilişkiyi her gün yeniden üretmek, sevgiliyle her gün yeniden karşılaşmak ve paylaşımı çoğaltmak mümkün değildir. Dar alanlarda gelişen ilişkiler tükenmeye mahkûmdur.
Yaşamlarımızı güzelleştirmek, bu sistem içerisinde dahi olanaklıdır ve bizlerin elindedir. Yeter ki bunun için mücadele etmesini bilelim. Sevgisiz ve sahte yaşamlar yaşanmaya değmeyecek kadar anlamsız ve boştur. Hele ki, ilerici-devrimci düşüncelere sahip insanlar daha avantajlı durumdadırlar, çünkü ellerinde referansları vardır. Onlara düşen ise ’düşündükleri gibi yaşamak’ için çaba sarf etmektir.
Bir yerlerde okumuştum. Dağıstan’da Avarlar, hayatlarını istedikleri gibi yaşayamamış ve mutsuz bir şekilde ölüp giden insanların mezar taşlarına ’yüz yaşına kadar yaşadı ama dünyaya gelmedi’ diye yazarlarmış.
Mehmet Ali Yazıcı
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.