- 669 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ölüm yolunda ilk olay
Bu gün düğünümüz var istasyonda,
Çalsın davullar oynasın kızanlar,
Bir millet şahlandı, ölüm yolunda,
Ellerde sazlarla, konuşsun ozanlar.
Ağıtlar söylensin sazlar çalınsın,
Davullar vurulsun gençler oynasın,
Ellere saçlara, kınalar yakılsın,
Bu gün düğünümüz var istasyonda.
…..Arabistan çöllerindeki çeşitli cephelere gönderilecek olan kısa bir dönemde eğitim gördüğü yerlerinden toplanıp gelmiş olan bütün askerler, o gün akşam gün batmak üzereyken etraftan toplanan oradaki halkın, büyük alkışları altında, sırtlarında çantalarıyla torbalarıyla ayaklarında postallarıyla Hicaz şimendiferine bindirilmişti. Askerlerin kimileri üzgün iken onlardan kimileri’ de çevredeki halkın aşırı coşkuları karşısında vatan uğruna savaşa gitmenin ve gideceği yerde kan ve ölümlerin olmasının verdiği korku ve üzüntüyü bile aklına getirmiyor, adeta onlar ölüme sevinçle gidiyorlardı.
…..Kim bilir belki de Anadolu’ dan toplanıp gelmiş olan bunlar, dışarıdaki halkın coşkusu karşısında bundan sonra savaşmak için gidecekleri yerin, cehennem gibi bir ölümlerin ve yaralıların olduğu, savaşırken vurulan yaralıların acıdan kıvranacağı yerler olduğunu bile tahmin bile edemiyorlardı, ama bu olamazdı en azından bunların hepsi de bunun için eğitilmişti.
…..Ama ne olursa olsun ister şehitlik olsun isterse şehit olmayıp bir gazilik olsun belli ki savaşmaya giden o trene bindirilen askerlerin hepsi de buna tam olarak orada hazırlıklıydı. Saten onlar ilk olarak gittikleri kışlalarda daha eğitim sırasındayken onlara, yalnızca gittikleri savaş olan cephelerinde yalnızca nasıl savaşılacağı değil, savaş meydanlarında öldükten sonra onların şehit olacakları da öğretilmişti savaşta ölümün olmadığı şehitliğin olduğu şehit olanların da doğrudan cennete gidecekleri söylenmişti.
…..Artık batmakta olan akşam güneşi iyice denizin içinde, tamamen kaybolmaya başlamıştı. Yavaş, yavaş güneş kızıla çalan ışınlarını, ak denizin mavi sularının derinliklerine gömerken, hava da alaca karanlıktan iyiden iyiye çıkmakta ve ortalık yavaş, yavaş kararmaya başlıyordu. Gidecek olan askerler de, başlarındaki yeni görevli komutanlarının nezaretinde gitmeye hazır bekleyen Hicaz şimendiferine de birer, ikişer bindirilmeye başlanmıştı.
….Tren istasyonunda toplanıp ana baba günü haline gelmiş olan halkın salladığı ellere, cepheye giden trendeki askerler ile doldurulmuş olarak kara tren, acı, acı siren düdüğüyle halka selam verdi. Artık tren oradan kalkmaya hazırdı. içindeki değişik yerlerden toplanıp gelmiş olan askerlerin kimileri tirenin kamaralardan bakıyordu, ya da kapı aralardan başlarını uzatmışlar kendilerini oradaki yolcu eden istasyondan kendilerini uğurlayan insanları anaları babaları ve bacıları gibi görerek, ellerindeki keplerini el sallayarak onları selamlıyorlardı.
Mehmet el sallarken kalkan trenden,
Anama selam söyleyin dedi benden,
Mehmet’ im giderim, ben de savaşa,
Duasını eksik etmesin sakın benden.
….Acemilikten yeni çıkmış kısa bir dönem eğitim görmüş askerlerle dopdolu olan hicaz şimendiferi meçhule doğru kalkış yaptığı bu Mersin garından, yine bilinmeyen meçhule doğru gittikçe, hızlanmaya başlamıştı. İçindeki askerlerden bir kısmı, Anadolu’dan cepheye gitmek için yeni gelmiş ve trene binmiş olan, diğer askerlerle tanışıyor, bindikleri trenin içinde birbirlerini tanıyıp birbirleriyle yeni, yeni kaynaşıyorlardı.
…..İsmail’in ve onun yanından hiç ayrılmayan onun memleketten arkadaşı Ahmet’in bulunduğu gurup da tıpkı diğer guruptaki askerler gibi bunlar da yeni gelen askerler ile kaynaşıyorlar ve birbirlerini tanımaya çalışıyorlardı.
….Onlardan kimileri birbirine bindikleri trende adını sorarken, kimileri de, binenlerin nereli olduğunu ve oraya hangi birlikten ve nereden geldiğini soruyorlardı. Onlar trenin içinde birbirleriyle, daha doğru dürüst tanışıp kaynaşmadan tren yavaşladı.
…..Halbuki yola çıkalı aradan yarım saat bile geçmemişti, ya da az bir şey geçmişti. Ama bu arada dışarıdaki karanlık da ortalığa iyicene çökmüştü. Askerlerle yüklü olan kara tren yine acı, acı sirenlerini durmadan çalmaya başladı. Sirenlerini hiç durmadan çalan kara tren, biraz sonra karanlığa gömülmüş sadece sokaklardaki cılız lambaların aydınlatmaya çalıştığı Yenice kasabasının istasyonunda tekrar durmuştu.
…..İçinde bulunduğu trenin orada durduğunu anlayan askere giden İsmail birden meraklanmıştı. Kafasını bulunduğu kamaranın penceresinden dışarı sarkıtarak, karanlığın içinden etrafında olup biteni anlamaya çalıştı.
….İsmail işte o anda, sokak lambalarının ortalığı güçlükle aydınlattığı aydınlığın içinden, bir gurup fakat onlardan daha da çok daha büyük bir kalabalık olan askerlerin olduğu yeri gördü. Anlaşılan trene yeni binecek askerler var dedi.
….İsmail şaşırmıştı. Merakla etrafı süzüyordu. Hâlbuki onlar’ da Anadolu’nun başka yerlerinden toplanıp gelmiş onlarla birlikte aynı trende cephelere savaşmaya gidecek olan gencecik vatan evlatlarıydı.
….İsmail daha sonra hemen yanındaki oturan ve cephelere savaşmaya giden diğer asker arkadaşlarına baktı, sonra’ da birden yüksek sesle onlara karşı trenin içinde bağırmaya başladı.
…..Bakın, bakın dışarıya bakın arkadaşlar bakın gelenler var dedi ve onları gösterdi. Dışarısı asker kaynıyordu. Kamaradaki oturan askerler, itişe kalkışa kafalarını kamaranın penceresinden dışarıya bakmak için, adeta üst, üste binmişti’ ki bunların aralarından biri yine bağırdı.
….Yahu Bunlar, bunlar Anadolu’dan Sivas’tan Ankara’dan Aydın Bursa Edirne’ neden buraya gelen başka askerlerdir her halde dedi yüksek sesle. Belki de onlar da buraya binecektir demeye kalmadan dışarıdaki askerlerde aynı trene bindirilmeye başlanmıştı.
….Bunlardan kimileri tirendeki boş ara yerlere sıkışırken, yine kimileri de boş bulunan yük vagonlarının içlerine yerleştirilirken, kimileri’ de tirenin asker dolu kamaralardaki oturanları sıkıştırarak, önceden binen askerlerin arasına beşer onar kişi birlikte sokulup sıkıştırılıyorlardı.
İşte gidiyorum, doldu taştı trenim,
Şu gözyaşım benim, ağlayan benim,
Öz ülkemi bırakmış, geçip giderim,
Ah anam ağla, sen şu arkamdan.
…..Tren artık tam olarak dolmuş olarak yine tam hızla ilerlemeye başlamıştı. Sanki onun bir acelesi vardı. Dışarıda da gece olmuştu hava kararmış artık iyice dışarıda göz gözü görmez olmuştu.
…..Bir ara oturdukları yerin kapısı birden açıldı. Sıra yemek yemeye gelmişti. birkaç asker ellerinde birkaç çuval ekmekle, ve tayın dolu çuvallarla içeriye girdiler. Başlarında da, görevli bir on başı duruyordu. Başlarındaki onbaşı sert bir şekilde bunlara baktı ve konuşmaya başladı. Haydin bakalım şimdi tayin yemenizin zamanı geldi dedi. Sonra onlar ellerinde taşıdıkları içi tayın dolu torbalardan birer parça yiyecek dağıttılar. Sonra yine yanında getirdikleri çuvallardan herkese yarım somun ekmeği ve bir de küçücük bir parça tahin helvası parçası verdiler. Arkasından da onlara onlar, su içmek isteyenlerin gidip sularını lavabolardan veya yanlarındaki kendi mataralarından içebileceklerini söylendiler. Onun arkasından da dışarı çıkıp, başka kamaralara gittiler.
….İsmail yine kendine uzatılan o bir dilim ekmekle üzüm helvası parçasına, şöyle yan, yan ve çok dikkatle hem ekmeğe hem de helva parçasına baktı, sonra da yanındakilere şimdi benim gibi iri yarı biri bununla mı doyacaktır dedi. Arkadaşlarına elindeki ekmek parçasını gösterdi. Onun bu söylediğini yanındaki diğer askerler hemen duymuştu ve birden gülüştüler.
…..Daha sonra bir sessizlik çöktü ve İçlerinden biri onun bu lafına alındı, sonra da dik, dik bu İsmail’e doğru bakmaya başladı. Sanki İsmail’i dövecek gibiydi hatta nerdeyse hemen orada boğazını sıkacaktı. Ne o hemşerim dedi. Somunu, beğenmedin galiba sen dedi kızarak. Yemeyi ve içmeyi çok seven, on sekizlik genç İsmail orada, ilk defa olarak gördüğü bu askere bakıp dikkatle, onu yukardan aşağıya iyicene süzdü. Baktı ve onunla kavga etmemeyi tercih edecek ona takılmadı ve onun sorusunu cevaplamadı.
….Onlar kendilerine verilen kumanyalarını yerken bir taraftan da kendi aralarında konuşmaya o kadar dalmışlardı ki, vaktin nasıl geçtiğini bile anlamıyorlardı.
…. Anadolu’dan gelen, çeşitli istasyonlardaki askerleri yollardan toplaya, toplaya giden ve artık Suriye sınırına doğru yaklaşan trenin içi, dayanılması güç insan nefesi ile ve insanların o bildik dış kokuları dolmuştu. Bindikleri Trenin bütün pencereleri camları ve hatta kapıları sonuna kadar açık olmasına rağmen, yine de insan boğulacak gibiydi trenin içerisinde.
Leş gibi kokular sarmıştı içerisini ve ara yerlerini. Ama kimsenin umurunda değildi oradaki kokular. Çünkü oradaki herkes aynıydı. Ve hiç kimsenin kokuyu düşünecek hali de yoktu.
Ertesi gün İskenderun’a yaklaşıldığında sabah olup da, onlar karşılardan görünen heybetli amanos dağlarının üzerinden güneş doğmaya başlarken, artık içerisi askerlerle dolu olan tren, sabah gün doğarken İskenderun istasyonuna girmişti. Oraya varıncaya kadar belki’ de birkaç ordu dolusu asker olmuştu onlar vardıklarında.
…..Yol boyunca, durdukları bütün istasyonlarda yeni, yeni Anadolu ‘dan gelmiş askerler bindiğinden, şimendiferin kompartımanları hatta ara yerler bile tıka basa askerlerle dolmuştu ve herkes bu şekilde Beyrut’a kadar trenin içinde nasıl gidileceğini düşünüyordu ama hiç de öyle düşündükleri gibi olmadı, ve tren İskenderun’da durdu ve daha ileri gitmedi.
….Buraya kadar gelen oradaki askerlerin tamamı yine, orada söylendiğine göre buradan şimendiferle Beyrut’a gönderilmesi planlanmıştı diyorlardı amma, nedense bilinmeyen bir sebepten dolayı onlar orada indirilmişti ve geldikleri tren tekrar geri dönmüştü. onlar artık bundan sonraki yolculuklarını avanos dağları üzerinden yaya olarak Suriye içlerine geçerek gideceklerdi.
Askerler oradaki İskenderun garında bindikleri trenden artık hepsi indirilmişti. Sonra da indirilen bütün askerler, oradan da bir başka boş ve çok geniş bir alana götürülmüşlerdi.
…..Avanos dedikleri bu dağlar o günlerde hala karlıydı. Bu yüce karlı soğuk Avanos dağları dedikleri dağlar, Toroslardan Suriye doğru uzanan, yüksek ve zorlu geçitlerin bulunduğu dağlardı. Bu sarp ve de yollarında zor geçitleri bulunan bu dağlardan askerlerin Halep şehrine götürülebilmesi için, önce bu sarp ve karlı buzlu dağlarında, önce bir kazaya meydan verilmeden askerler yürütülerek Suriye tarafına gönderileceklerdi.
….Yaya olarak gidilecekti ama, buz gibi dağlardan esen dondurucu soğuklar, uçurumlarla dolu geçit yerleri hepsi onları korkutuyordu. Savaşacakları yerlere kadar gidecek olan bütün askerler, aslında bunun zor olacağını düşünmüyor ve gidecekleri yeri bilmiyorlardı.
…..Oradaki cepheye gönderilen askerlerin hepsi de, o ana kadar Hicaz’a kadar bindikleri veya sonradan yine binecekleri başka bir şimendifer ile gidileceklerini sanıyorlardı halbuki.
…..Askerlerin hepsinin birden moralleri bozulmuştu. Onların o gece kalacakları ve sabah erkenden yine yola çıkacakları toplanma yerlerine doğru yürürken onları tarifi mümkün olmayan derin bir düşünce almıştı.
Çıktık bizler dualarla, yollara ana,
Dağlar karlı, hava soğuk yollar dik,
İçtik yollarda soğuk suyu kana,kana,
Zaman, zaman ara verip, dinlendik.
…..Sırtlarındaki, elli yüz okkalık ağır mühimmat dolu çantalar, sonra yolarda geceleri kullanacakları dürülmüş yatak yorgan yerine kullanılan battaniyeler, mantolar ve daha bir çok mühimmat yüküyle, onlar bu dağlardan nasıl geçileceğini kara, kara düşünürken, bazıları ordunun içinden kaçmayı bile göze almaya başlamıştı.
…..Fakat yollardan kaçmanın cezası çok ağırdı ve ölüm demekti. Hem de askerlerin ordudan kaçmamaları için, başlarındaki komutanları her türlü önlemleri alınmışlardı. Sık, sık komutanları tarafından askerlerin yoklamaları yapılıyor, nöbetçiler etraflarında artırılarak, yürüyüş halindeki askerin etrafında kuş uçurtulmuyorlardı.
…..Komutanları nöbetçilere içlerinden kaçan askerler olursa kaçanlara vur emrini bile vermişlerdi. Komutanlar bu yolculuk için, çok büyük titizlik gösteriliyorlardı. Komutanlar askerlerin etrafından kuş uçurtmuyordu.
….İlk baharın aylarından daha ilk ayın sonuna doğru gelinmiş olmasına rağmen, Avanos dağlarında hala karlar ve geçilmesi zor buzullar vardı. Soğuktan ise, dağlarda yürümek çok, çok ama çok zordu. Hala kış şartlarının bulunduğu dondurucu soğuk rüzgârların estiği, geçit vermez dağları aşmak oldukça çok güçtü. Dağlarda zorlu geçitler, sarp yollar vardı.
….Askere severek giden İsmail de bu yolculuktan korkmuştu, ama askerliğin şakası yoktu. Bizim bu kahraman savaşa gitmeye çok hevesli olan İsmail’in artık morali yavaş, yavaş bozulmaya başlamıştı. Ama onlar çaresizdi ve onlar oradan Halep’e doğru yürüyecek Avanos dağlarını mutlaka aşacaklar daha sonra oradan Halep şehrine varacaklardı.
Mühimmet yüklü önceden hazırlanmış olan katırların hepsinin başlarında, birer ikişer yürüyen katılardan sorumlu askerler, katarlar halinde onların yüklerini dik ve taşlı yollarda taşırken, onlarda sırtlarında en az yüz okka yük ayaklarında yarım yamalak bir postallarla, dağlara doğru ertesi günü şafak sökerken yürümeye başlamışlardı artık, gidecekleri Halep şehrine doğru.
Hiç dinlenmeden, soluk bile aldırılmadan, üç dört saat süren yorucu bir yürüyüşten sonra, artık dağların karlı ve buzlu bölümleri başlamıştı. Her tarafta hala erimemiş karlar ve donmuş buz kütleleri vardı. Askerler bu karlardan ve buzlardan bastığı yeri bile göremiyordu. Sanki kuzey kutbunda yola çıkılmış da, kutuplardan gidiyorlardı.
….Başlangıçta bulundukları yerler denize daha yakın olduğu için, yürümekte hiç sorun çıkmıyordu ama, artık denizden çok daha yukarılara çıkılmıştı. İskenderun denizi ve ovası artık çok gerilerde kalmıştı.
….Önlerinde geçmeleri gereken, geniş sarp buzullar ile karlarla kaplı zorlu geçitler ve çiğnemeleri gereken karlı yamaçlar vardı. Bir de buzulu sarp kayalık geçitler vardı ki, en çok da bunların geçilmesi çok zordu.
….Buz gibi esen soğuk şiddetli rüzgarlar desen, dağların doruklarından kopmuş, o buz gibi rüzgarlar olanca gücüyle esip insanın yüzüne, yüzüne çarparak acımasızca onlara vuruyordu.
….Buradaki buz gibi esen rüzgarlar neredeyse insanın iliklerine kadar işliyordu. Bu dağlarda yaya olarak yürüyen, askerlerin bir çoğu, daha ilk günden kendisini üşütüp hastalanmıştı da pek çokları öksürmeye başlamışlardı bile.
…. Avanos dağlarının acı ve şiddetli soğuğundan sonra soğuk buz gibi esen keskin o acımasız rüzgârlarından, öksürmeye başlayan askerler birden bire çoğalmıştı. Çoğu hastalanmıştı daha yolculukları sona ermeden bitmeden.
….Kimi askerler yakalandığı hastalıkla ateşler içinde kıvranıyordu. Kimisi de durmadan ha bire öksürüyorlardı. Doktor subaylar ve sonra Sıhhiyeler hiç durmadan hasta olan askerleri muayene ediyor, onları iyileştirmek için çeşitli ilaçlar veriyorlardı. Ve onların sağ salim mutlaka gitmeleri gereken cepheye sağ salim varabilmeleri için çeşitli çareler arıyorlardı.
….Askerlerin başındaki onları götüren komutanlar, askerlerine ilk molayı vermek ve askerleri müsait olan bir yerde dinlendirmek istiyordu ama, onlar iyi bir yerde mola vermeden önce önlerindeki son zorlu geçidi de geçip geçidin arkasında bulunan sık ormanlık alana ulaşmak istiyorlardı.
….Komutanların bunu böyle istemelerinin esas niyeti, oralarda hem mola vermek için oldukça güzel ve müsait yerler vardı, hem de konaklamak ve oralarda da ateş yakacak bol miktarda etrafta odunlar bulabileceklerdi. Onlar gece olunca istirahat zamanında yakacak odun için kesebilecekleri, ormanları düşünmüşlerdi.
….Bunu düşündükleri için, askerlerin o gün oraya kadar hiç durmadan yürütülmesini emretmişlerdi.
….Askerlerin önlerindeki geçecekleri yüksek geçitler vardı daha halbuki onların tam olarak bilmediği. Bu geçilecek olan şimdiki geçitler çok zorlu ve zor olduğu kadar da kayalıktı uçurumdu.
….Askerler ile beraber giden yaya olarak cepheye beraber on sekiz yaşında daha çok genç olan o İsmail ile beraber, olan yanında bakmakla mükellef olduğu katırlarını sarp geçitten geçirmeye çalışan bir asker, nasıl oldu bilemiyorum birden bağırarak kayalık uçurumdan aşağıya yuvarlanmaya başladı dedi anılarını anlatan Yemen gazisi İsmail dayım ve sonrasını anlatmaya devam etti.
….Onu orada yanındaki İsmail’in ya da bir başkasının kurtarma imkanı olamamıştı. Oradan uçuruma düşen asker çoktan kayalıktan aşağıya düşmüştü ve düşerken de bağırıyor etrafındakilerden imdat istiyordu.
….Onu düştüğünde ilk gören yanındaki onun arkadaşı olan Manisa’ lı İsmail koşarak, düşen askerin yanına indi ve ona hemen orada yardım etmek istedi. onunla beraber başkaları da hemen onun yardımına koşmuşlardı ama, uçuruma yuvarlanmış olan bu asker arkadaşın kafasını çok kötü taşa çarptığından, beyin kanaması geçirmişti ve oracıkta şehit olmuştu.
….Komutanları bu olayı daha haber alır almaz koşup gelmişlerdi ama, onun yanına vardıklarında, uçurumdan düşen bu asker için artık yapacakları bir şey yoktu. O çoktan ölmüş ve o şehitlik mertebesine erişmişti.
….O gün onlar yaya olarak gittikleri bu yolda ilk şehidini vermişti ve hepsi çok ,çok ama çok üzgündü bu şehit olan asker için. Onun orada cenaze namazını kılıp toprağa verdiler. Daha gece konaklayacakları yere tekrar hareket ettiler.
….Ormanın içine o gece çadırlar kuruldu, ormandan odunlar çalılar toplanıp bolca ateşler yakıldı. Çantalardaki kumanyalar yenmeye başlamıştı buruk ve üzüntülü bir şekilde.
….Kumandanlar orada mola verilen ve ateş etrafında ısınıp da dinlenmeye çalışan bütün askerlerin yaktıkları ateşler etrafında toplandıkları yerleri teker, teker dolaşmaya başladılar.
….Askerlerin orada soğuktan ve havadaki ayazdan donmaması için, askerlere sıkı, sıkı tembih ediyorlardı ve tedbirler ile ilgili olarak alacakları bir dizi emirler yağdırıyorlardı. Hiç kimse nöbet sırasında uyumasın, aksi halde orada donar kalırsınız. Devamlı olarak ateşinizi yanar vaziyette tutun. Sakın yanan ateşi söndürmeyin gibi ikazlarda bulunuyorlardı.
….Sonunda savaşmaya giden bu askerler, bin bir güçlüklerle geçtikleri sarp ve hala karlar sonra buzulları bulunan geçilmesi zor Avanos dağlarını bin bir zorluklara rağmen aştılar, varmaları gereken o Suriye sınırları içinde kalan fakat o zamanlarda hala Osmanlı idaresi ve hakimiyetinde bulunan güzel şehir Halep şehrine varmışlardı, ama yürüyerek dağları aşan bu askerlerden de çokları hastalanmıştı. Ve onlar buraya varır varmaz da tedaviye alınmışlardı. Bir an önce bunların orada iyileşmeleri için tedavi başlatılmıştı.
Yüce dağlar, aştım geldim ana,
Ağladığımı söyleme babama,
Gözlerimdeki yaş değil o ter,
Sen de öyle sanıp ağlama ana.