- 1488 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
VAY BE BENİM MEMLEKETİM VAY(!)
Geçen gün komşu ilde görevli tanıdığım makamlı birini ziyarete gitmiştim. Eskidende biraz bilgim olan o ilde devletimizi temsil edenlerin son hali ciğerlerimi, dünyanın kuruluşlundan bugüne bütün şehitlerimizin kemiklerini sızlatacak kadar içler acısıydı. Onlar ve Atatürk bir dirilip de o ile gelse hepsinin suratına tükürürdü. Hatta tükürüğe yazık olur diye israf etmezlerdi. Sanki diğer illerin durumu çok mu farklıdır? Tabii ki hayır! Onların yöneticileri de hep yandan çarklı değil mi? Mübarek ülkemizde en küçük döner koltuk kapan ilâhlığını anında ilan ediyor.
Gelmeyeceklerini bildikleri için bu ülkede genelde herkes şehitlere saygı duyduğunu ve Atatürkçü olduğunu söylüyor ya. Çığırtkanlık yapıyorlar ya. Sanki bize Atatürk’ü her yönüyle doğru anlatmışlar gibi. Büstünü bile her yere farklı yaptılar. Ölçüleri belli olduğu halde! Eğirdir’deki büstünün boyu iki metreden fazla iken Silifke’deki büstü bir metre yetmiş cm yok gibi.
Beynindeki fikirleri nasıl anlatsınlar bize? Belki kendileri de hiç anlamadılar. Belki anladılar “Çıkarları icabı” anlatmadılar. Anlaşılamayan başkasına anlatılamaz ki. Atatürk’ün bence kanunla korunması bile gerekmez, O’nun buna hiç ihtiyacı da yoktur. Kanından şüphe edilmeyen herkes O’na hak ettiği değeri vermelidir. Saygıda kusur etmemelidir. Sadece elinde yazılı belgesi olanlar varsa konuşmalıdır. Halka ait bir şey varsa bunun korumasını da halk yapar zaten şayet kabul ettiyse. Başka birilerinin güçle ya da kanunla kabul ettirmesi, koruması gerekmez. Bu tür hareketler kabukta kalır, öze inmez. Hiç bir zaman beyinlere hükmedilemez. Dil tamam dese, baş öne eğilse de, yürekler susmaz. Her şey sevgiyle, isteyerek ve yürekten olmalı, dayatmalarla, tabularla değil. Milletin ortak değerlerinin en doğru şekilde hiç katkı yapılmadan güvenilir ağızlardan anlatılması gerekir. Ondan sonrada belgesiz konuşana gereken yapılmalıdır.
Hiç kimse boşuna çeşitli korkulara kapılmasın. Bu millet Atatürk’e de, devrimlerine de, Cumhuriyetine de, Vatanımıza da, bayrağımıza da ve her türlü ortak değerlerine sahip çıkmasını geçmişte bildiği gibi gelecekte de çok iyi bilir. Artık dağdaki çoban bile uyandı. Gaflet uykusundan silkindi artık. Bu uyanmadan gocunanlar hayli fazla ama artık arpalıklar millete açılacak gibi. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de (Allah Korusun) canı ve kanı pahasına da olsa gerekeni yapar, yapmasını bilir.
Bence Atatürk’ün ölümünden sonraki dönemler daha karanlıktır. Çocuğu okuldan gelen köylü (Malından çok fazla vergi alındığı vb. sebeplerden dolayı) “Vergi memuru geliyor” diye ovada harmanını, dağda hayvanlarını koyup kaçıyormuş. Üç kişi bir araya gelip günlük halden, dertten konuşamıyormuş. O günün partisinden olanlar köylerde muhtar olup, genelde halk yoksulluk içindeyken onlar kral gibi yaşayıp yokluk görmüyormuş. Bugüne kadar geçen zaman tek tek irdelense yine en parlak Atatürk dönemi olurdu. O zamanda dalkavukluk ve halka ihanet yapanlar olmuştur ama onlarda günümüzdekiler kadar hünerli değildir.
Ancak bugün çok azı sağ olduğundan, ölmüşlerin ardından “Cevap haklarını kullanamayacakları için” konuşmak da dinimizce sakıncalı olduğundan yanlış olur. Ama yinede yazılı belgesi olan herkes bildiğini konuşmalı.
Bir Aralık 1987 günü idi. Yeni seçimden çıkmıştık. Benim gibi boyu uzun aklı kısa memurluktan gelme saf siyasetçi seçimi kazanan uyanığa “Seçim geçti, her şeye zam yaptınız?” dedi. Bizim uyanık siyasetçide “Ben seçimden önce zam yapacak aptal mıyım?” dedi. Yani bunu bilmeyenler, benim gibiler, milletimin çoğunluğu bu söze göre aptaldı. O günden bu güne siyaset hastası, fanatiği, at gözlüğünden bakan biri olmadım, olmayacağımda.
Son üç beş yıllık yerel gazeteleri de masanın üstüne ortaya çıkardı. Başladı anlatmaya. Tabi bana da “Vah vah benim memleketim”
diyerek dinlemek düştü.
O ilin en küçük ilçesinde görevli bir müdürün beş buçuk aylık yolsuzluk evrakları üç yıl önce bütün siyasilere ve çeşitli makamlara bildirilmiş ancak döşenen hortum Ankara’nın ilgili genel müdürüne kadar uzandığı için ili temsil eden milletvekiline sorulduğu zaman “Gücümüz yetmedi” demiş. O vasıfsız vekile de her halde Ankaralı müdür hortum uzatmış olmalı. Aynı müdür kadın dostuyla birlikte cin, şeytan işleriyle de meşgulmüş. Görevinde biraz yükselmesinden korktuğu personeli için cinli, şeytanlı, kadınlı tuzaklar kurduruyormuş.
Yıllar önce güzide bir ilçesinde görev yapmış kaymakama şaban birisi tespit ettiği üç beş yolsuzluğu dilekçe ile bildirmiş. Suçluların ifadesi bile alınmadan dosya kapanmış. Bir paket sigara aldığı için yapılan yolsuzluğun hesabı sorulmamış. Kadrosuz memura nasıl maaş ödendiğini soran bile olmamış. Dilekçe sahibine meşhur sürgün ilçesi gösterilmiş ama açığını bulamadıkları, kuyruğunu tutamadıklar için susmuşlar. Dilekçesine cevap bile verilmemiş. Şaban bu sefer kaymakamlık genel denetlemesini yapan müfettişe durumu yeni bir dilekçe ile bildirmiş. Tabi en lüks otelde kılçıksız levrek balığını yedirilmiş, o kavatında ağzı yağlanınca dosyayı kapatmış. Bugün o kaymakam gerekli taklaları atarak güzide bir ilimizde valilik yapıyormuş.
Aynı ilçenin ensesinden küt bıçakla kessen partisinden dönmeyecek, sevdiği partiden milletvekili adaylığına soyunmayı bile düşünmüş, yani iktidara zıt görüşlü hortumcu kaymakamı, dosyalarını kapatmak için iktidarın adayının görev yaptığı bir belediyede müdür olmuş. Aynı kaymakam ilçesindeki iktidar partili yöneticilerle devamlı ters düştüğü için kullandığı muhtarların ağzıyla asılsız, hakaret dolu yerel gazetelerde yerli siyasilerin aleyhinde yazılar yazdırmış. Tabi gittiğini duyan aynı muhtarlar ardından ağza alınmayacak küfürlerle kayarlamışlar. Kaç yıl süreceği belli olmayan kuyruk acıları geçesiye kadarda devam edeceklermiş. O muhtarlara oy veren cahil diye yıllardır horladığımız fakat aslında her şeyi bilen, iyi takip eden, it iti ısırmadığı, atlar tepiştiğinde sadece çimenler ezildiği yani her zaman arkası olmayan garibanlara fatura kesildiği için sessiz kalan köylüler kuytu kıyı ve köşelerde dedikoduyla meşgul olmuşlar.
Önünde “Valilik” gibi büyük bir bulunmaz, hesabı sorulmaz saltanat varken yükselmesi olmayan bu göreve gitmesi çok düşündürücü geldi bana. Tabi düşünme melaikelerini kaybetmeyenler için.
Ondan önce dürüst bir kaymakam döneminde bile ilçenin en dürüst sanılan muhtarı köyündeki iki karılı birinin bakmadığı, imam nikâhlı eşine hak etmediği halde altmış beş maaşı bağlatmış. Hacıya giderken “Karım” diyen ve Hac’a götüren kişinin başka zaman neden bakmadığını araştıran olmamış. Ha o kadının aldığı maaşı bir kez gördüğü de şüpheliymiş. Oğlunun elinde meyhanelerde meze parası olma ihtimali fazlaymış.
Bir başka hacı uyanıkta bütün mal varlığını damadı üstüne aktarmış. Kendi gibi sahtekâr muhtarda her olup biteni bildiği halde onun altmış beş maaşı alması ve oğlu üzerinden sağlık karnesi almasına imza atmış.
Gerçi o ilçeden bütün gelip geçen lortlar kamarasında oturanlar ile kaymakamların çoğunun hortumları hiç bir zaman kurumazmış. Alışkanlık icabı sürgüne ya da normal tayinle gittikleri ilçeleri de talan ediyorlarmış.
Netice olarak o güzide ilçeyi İmgalı biri damgalamış, Ateşin oğlu yakmış, Ulu bir hortumcuda her şeyin üstüne gereken süngeri
çekmiş ve suyunu sıkmadan çekip gitmiş..
Böylesi uyanık gelmiş geçmiş yerel tanrıların(!) yerine sadece koltuk dolduran siyasilerin elinde oyuncak bir kaymakam gelmiş. Eski dosyaları karıştırıp külleri üfleyince nefesini dört yanından boğazını sıkarak durdurmuşlar. Kulaklarından tutup koltuğunun üstüne oturtmuşlar. Ağzını da kazak şişleriyle sımsıkı bir daha çözülmeyecek şekilde dikmişler. Oda ağzını silmiş. Ondan sonra sadece imza makinesi olarak kullanılmış, başını hep emme basma tulumba gibi aşağı yukarı sallamış. Kesinlikle sağa sola sallama yapmamış. Hiç bir işe olmaz dememiş. Devamlı “Tamam efendim” demiş. Hatta her türden makam sahibini nerede ve nasıl görürse görsün ceketinin düğmelerini bile yanlış ilikleyip, esas duruşa geçiyormuş. Tam masallarda ninelerimizin bizi uyutmak için anlattığı gibi rahat bir saltanat sürdürmüş.
Bu defa bakmış olmayacak, cennet gibi bir ilçede görev yaptığından kendini aşkı sevdaya vererek zamanını iyi değerlendirmeye karar vermiş. Gözü biraz açılıp çevreyi iyice tanıyınca ilçenin en zengininin dul kızına abayı yakmış, âşık olmuş. Hemen evindeki yıllardır kahrını çeken maaşlı hanımını boşamış. Yani şimdi en büyük derdi ilçesi değil aşkıymış. Ama henüz su yüzüne çıkaramamış.
İlin valisi merkezde olan kütüphaneyi önceki vali döneminde taşındığı en ücra mahalle camisinin deposundan hâlâ merkeze taşımamış. Yer bulamamış. Başka bir iş olsaydı futbol sahası kadar yer bulurlardı değil mi? Tabi kendisi okumayı sevmeyen bir vali kimsenin okumasını, uyanmasını da istemez. Çünkü halk uyanırsa özlük haklarını araştırır ve isterler.
Üstelik o kütüphanede on dört personel görev yapıyormuş.
Kimsenin faydalanmadığı kütüphaneye devletin masrafını siz
düşünün lütfen!
Valinin durumunu araştırdım. Aynı oda susturulan kaymakam gibi! “Küçük tanrılar yaparda, ben biraz daha büyük bir tanrı olarak yapamaz mıyım!” demiş. Altmışından sonra oda hanımını boşamış. Valilik gibi bir saltanatın nimetlerinden yararlanarak gezdiği ilin birinde ikinci baharının aşkını bulmuş.
Yerel basın gazeteleri aldığı üç beş kuruşluk özel ve resmi reklâm parasıyla ayakta kalırlar. Bunun için herkes gibi onlarda devlete sırt dayamaya çalışırlar. Bunun yolu da ilçenin başı kaymakama, ilin valisine ya da ilgili müdürüne dalkavukluk etmekten geçtiğinden iyi değerlendirirler. Onlarla zaman geçirir, sayfa doldururlar. Tabi tavuk reklâmı da olsa reklâmın iyisi kötüsü olmaz.
Resmi ilânların kurala uygun herkese eşit veya kendilerine biraz fazla verilmesi için gerekirse para, içki, kadın, yemek gibi rüşvetler bile verirler. Bir bardak çaya ya da bir tek sigaraya satılan şahsiyetler olduğunu çok iyi bilirler ve bulurlar. Basın yerine göre hortum bitince basıp geçeceği için memurlarda onlarla iyi geçinmek zorundadırlar.
Bir gün devamlı okuduğum kendi ilçemize ait yerel gazetenin sahibine “Neden devamlı kaymakamlara yağ çekip yalakalık yapıyorsunuz? Onların hiç mi yanlış yaptığı bir iş yok?” dediğimde “Sen kaymakam ol, sana da yağ çekelim, yalakalık yapalım” demişti. Tabi “El öpenler olduğu sürece el öptürenlerde, fırsatı çok iyi değerlendirenlerde olacaktır.” Bu gazetede reyting uğruna beni de bir zamanlar fazlaca kullanmış ve sonra aleyhime yazılar yazarak ezip geçmişti. Hatta yukarıdaki biriyle rüşvet hadisesi hortlamıştı.
Herkes düzeni suçluyor da, aslında bozuk olan düzen değil, düzeni kuran insanlardır. En küçük yolsuzluk üç kişi arasında olur. İnsanlar önce kendilerine özgü düzeni kurarlar. Sonra derede su kesilesiye küfreden, boğuşan olmaz. Su kesildi mi hortum kurur, çatlak başlar, faturada en küçüğüne kesilir. Olay kapanır.
Babası küçük memur suç işledi mi “Soruşturmanın sahih olması için” açığa alınır ama babası büyük olan memura aynı işlem yapılmaz, hatta kılına bile dokunulamaz, hasta hanelerde yatarak ifade vermeye bile getirilemez. Yani “Eşitlik eşit olanlar arasında” uygulanır.
Şimdilik yerel gazeteler kaymakamın aşkıyla değil ama valinin aşkıyla sayfalarını dolduruyorlarmış.
Çok iyi kıvırabilen il milli eğitim şube müdürünün birini bir ilköğretim okuluna müdür olarak göndermişler. Kıvırması az olanı siyasete girdiği ve kazanamadığı için hiç bir unvanı olmadan boş boş oturup maaş almak için sıradan bir makama oturtmuşlar. Belli bir masası bile yokmuş. Her gün sekiz saat oturup oturup giderek maaş alıyormuş. Bunları bizzat ilgilinin ağzından dinledim.
Memlekette eğitim olmuş olmamış, bütün çeşmelerin suyu çamur akmış onların nesine. Çünkü onların emrinde fazlasıyla seyisleri ve bedavacıları vardır. Toprak çoraklaşmış, çiftçi zarar etmiş, pazar esnafı ve halk kan ağlamış onların umurunda mı? Kapılarına bağlamışlar tasmalı bir hanzo yetkili geç geçebilirsen de kaymakama veya valiye derdini anlat. Mutlaka bir torpil bulmalısın, değilse olmaz. Hatta bazen torpiliniz bile yeterli olmaz. Yetkili birine söylesen “Uygun adam bulamadıklarını” söyler. Aslında daha efendi ve kültürlü birini bulamadıklarından değil, işlerine gelmez. Şeytanı yanınızdan kaçırmaya belki yeter ama onlara dert anlatabilmek için bir Fatiha üç İhlâsı abdestli okumak da yetmez. Vay benim memleketim vay, el birliğiyle seni ne hallere düşürdük.
Diyelim ki kapıyı geçtin. Dinlerler formalite icabı etiketin ölçüsünde. Secde edeceklerini onlar çok iyi bilirler. Gelen selâmdan, adım atışından her türlü tahlilin anında yapılır. Sende onların kanını tahlil edersin ama sonuca bakıp da hastalığa teşhis koyan olmaz.
Polisler bir konuyu araştırırken suçlunun bir tel saç kılından, bir parmak ucu izinden, bir damla kan tahlilinden veya en küçük ipucundan sonuca çıkıyorlar. Memleketimizin genel halini görmek isteyen birimizi incelese genelimizin sonucuna çıkabilir. Çünkü vatandaş olarak validen veya kaymakamdan farklı değiliz. Köyün en sahtekârını muhtar seçerek bunların istediği gibi at oynatmasına yardım ediyoruz. Ondan sonrada kahve köşelerinde ya da kuytu duvar diplerinde ikimiz bir araya gelince dedikodusu ile çene yoruyoruz. “Buyur ispat et” deyince de dansözlerden fazla kıvırıyoruz değil mi?
“Eti kediye teslim” ediyoruz veya “İpin ucunu puştun eline” kendi elimizle veriyoruz ondan sonrada “Vay yandım anam türküsü” söylüyoruz. Kim inanır?
Bu ülkede 1976 yılında dünyanın Sam amcasının düşmanı olan siyasimiz 1996 yılında da dünyanın Sam Amcasına gitti, bağlılığını bildirdi. Ceketini bile yanlış düğmeli, onlar ayak ayaküstüne atmış haldeyken önlerinde saatlerce hiç kıpırdaman ve hatta belki nefes bile almadan esas duruşta durdu. Yıllardır ininde (Bizden bazılarının) ziyaret ettiğimiz, komşumuzdan kolumuzu sallaya sallaya getirebileceğimiz eşkıya başını bir türlü getiremedik. Daha doğrusu izin vermediler. 1999 yılında da Amerika’nın hazırlayıp teslim ettiği bir paket sayesinde iktidara geldi. Bu siyasetçi “En dürüst” diye bilmeyenler tarafından tarihe geçti. Hâlbuki söylediği bir sözde “Ön kapıdan giremezsen arka kapıdan gir” demiş. Dediği gibi yapıp iktidara da gelmişti.
Bir kumarbaz ortaya attığı kâğıttan sonra hemen yedeğini hazırladığı gibi en büyük kumarbaz dünyanın Sam Amcası da yedek gül olarak bir demet sarı gül istedi. Gerekli aşılamayı yaptıktan sonra Türkiye’ye sevenleri koklasın diye yolladı. Kokusu beğenilmediğinden toprakta yeşermedi.
Hemen mum satan mumcu birini çağırdı. Gereken düzeltmelerini
yaparak tekrar geri gönderdi. Şimdiye kadar atla eşeğin birleşmesinden itaatsiz ve nesilsiz katırın doğduğunu duymuştuk ama mumcu atla kurdu evlendirmeye kalktı. Tabi büyük kan uyuşmazlığı nedeniyle bu birliktelik sonuç vermedi. Dibini aydınlatmayan mum çevresini hiç aydınlatamadı. Nişan döneminde ilişkiler bozuldu ve tarihe gömüldü gitti. Üstüne de kırk kat kireç döküp kapattılar.
Şimdi Türkiye topraklarına sarı gülün yeni aşılanmış hali dikiliyor. Tutar mı, çiçek açar mı, tohum çekirdekleri olur mu zaman gösterecek tabi. Yahudi’den ithal sebzelerin içinde tohum çekirdekleri yok. Yeniden üretilmesi imkânsız! Bu sebzelerle beslenen farelerin üçüncü nesilde üremesi duruyormuş. Belki insanlarınki de öğle olacak. Belki buda aynı olabilir.
Bizi yirmi dört saat koruduğunu sandığımız kişilerin, (Aslı varsa) “Devleti koruyoruz” adı altında suçsuz günahsız yüreklerimizin parçası asker evlatlarımızı pusularda öldürdüklerini duymayan kalmadı ülkemizde. Dağlarca da, Ak üzüm de, Bingöl de (Otuz üç er) ölen yiğitlerimizin ne suçu vardı acaba?
Vah memleketim vah. Öğretmenleri, yazar ve şairleri genelde (Yüzde doksanıyla) benim gibi haset, fesat, hazımsız cahilin hası olduğu için başkasına ne diyelim. Önce öz eleştiri yapmak lazım! Onları da bizim eğitimci öğretmenlerimiz yetiştirmedi mi? Dibini ışıtmayan mum misali eriyip gidiyoruz. Bu çok önemli değil de senide eritiyoruz. Gelecek suçsuz nesillerimize ne deriz bilmem!
Liseli yıllarımızda bizi Ankara da aynı binalarda komşu olarak, il ve ilçelerde sohbetlerde aynı masada oturdukları, oyun oynayıp sohbet ettikleri halde bizi kışkırtanlar boykotlar yaptırarak siyasi yönden çok iyi kullanıyorlardı. Okullarının, sınıflarının en zeki gülleri olan Dursun Önkuzu ve Mahir Çayan’ları toprağa verdiğimiz yıllarda bizleri “Ey Türk titre ve kendine dön” diye sokaklarda veya salonlarda bağırtıyorlardı. Acaba yine öğlemi yapmalı? Titresek yozlaşmışlıktan kurtulabilir miyiz ki? Kendimize, kaybettiğimiz aslımıza dönebilir miyiz ki acaba? Gerçi son yirmi yıldır siyasi düşünmüyorum, kimse kullanamaz ama kaybeden vatanım olunca iş değişiyor. Ha liseli yıllarda da bizim niyetimiz halisti. Vatan, millet içindi.
Ne de bereketli nimetlerin varmış bilmem. Tek dişi kalmış canavarlar dıştan geveledi, yerli uşakları ve onlara destek veren bizler içten söke söke bitiremedik. Beş yüz yıllık dış politikası olan hainler sınırımızı bile yedi canavara komşu etmişler. Başımız ebediyen huzur bulmasın diye!
Gerçi yöneticilerimizde bizim gibi ama bir gün kötü yolda yaşamak kaderi olan kadına “Neden çocuğun olmuyor?” diye sormuşlar. Oda “Biri yapıyor, diğeri bozuyor” demiş. Belki yanlış bir misaldi ama yönetici seçtiklerimizin biri iyi yaptıysa diğeri de kötü yaptı. Beyaza ak demeyen zihniyette olanlar, “Yürümekler yollar aşınmaz” veya “Ölen ölür kalan sağlar bize yeter” diyenler vardı. Bu hale geldik, getirdik.
Yirmi birinci yüz yılda milletimizi mecliste temsil edenlerin durumları ortada. Sanki ilkokul birinci sınıf öğrencileri gibiler. Yumruk yumruğa ya da tekme tokat kavgaları, bağırmaları kahrolup üzülerek seyrediyoruz. Sürçü lisan sözleri duyup da yadırgamayan yoktur her halde. Hâlâ insanlarımızın beyniyle değil bedeni şekliyle, saçı, sakalı, eteğiyle uğraşıyorlar. Ne adam gibi anlatmasını ne de adam gibi dinlemesini becerebiliyorlar. Ancak biz onları içimizdeki en akıllı, çalışkan, dürüst, milliyetçi, tarafsız, olgun, kültürlü seçkin insanlar sanarak göndermiştik ama hep yanılmışız. Geçmişte silahla diğer vekili öldüren bile olmuştu. Gerçi onlar bizim vekillerimiz yani içimizden alınmış bir avuç numune misali insanlar. Asıl neyse vekili de odur değil mi? Ne yapalım verilen akılı kullanamazsan öğle olur.
Sanki bizler sıraya geçerek bir kurumdan hizmet almasını çok mu iyi biliyoruz? Diplomalıların çoğu bir dilekçeyi yazmaktan aciz durumda ne yazık ki? Genelde insanlarımızın doğru pek yanı kalmadı. İşimiz gücümüz “Allahümme Rabbena, hep bana hep bana” oldu. Hep şikâyet ediyoruz da acaba kendimiz ne kadar kültürlü hareket ediyoruz?
Düşünenimiz çok az değil mi? Ama düşünmemiz lazım. Herkesin bir sorumluluk sahası vardır. Bunun gereği gibi yapılması, değerlendirilmesi gerekir. Başkasını eleştirirken önce kendimize iyice bakmalıyız. Bunca cahilliğimize ve hoyratça seni harcamamıza rağmen çok iyi dayandın memleketim.
Kim bilir kimlerin hayır duasını aldın memleketim! Seninle ve yüreğinde kefensiz yatanlarla gurur duyuyorum. Onlar senin uğruna severek can vermişler, yinede uğruna can vermeye değersin vatanım.
Nesli kelaynaklar gibi tükenmekte olan şabanların sayısı bir milyon bile olsa sesleri çıkmıyor, güçleri yetmiyor. Herkes çıkarının peşine düşmüş gidiyor.
Memleketin en aydını olması gereken yazar-şair, öğretmenler ve kravatlıların içler acısı durumu ortada iken başka diyecek sözüm yok.
Ben şimdiden sustum ve boynumu büktüm bile. Çünkü gelecek nesillere beni haklı çıkaracak bir savunma sözü bulamadım.
Dursun Yeşil – 17.02.2010
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.