- 913 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
S U L T A N N A V R U Z -1-
S U L T A N N A V R U Z -1-
B Ö L Ü M : 1
Sekiz yaşına yeni girmişti. Alfabesini okurken de artık kekelemiyordu. Dedesinin sor duğu toplama, çıkarma sorularını bazen kafadan çözüyordu. Sorulara verdiği doğru cevap- lar hem kendisinin hem de dedesinin hoşuna gidiyordu. Böylece kendine daha çok güveni geliyordu. Aniden vücut dili devreye girerek göğsü kabarıp omuzları dikleşiyor ve büyüdü- ğüne iyice inanıyordu. Hele kendinden büyük ve nerdeyse annesi yaşındaki yengeleri ken- disine , “Ağa” diye hitap edince çok hoşuna gidiyordu. Böylece kendisinin ataerkil aile yapı sı içinde bir yerinin olduğuna ve o konumuna da hürmet edildiğine seviniyordu. Bu yaşında büyük adam yerine sayıldığı için çok neşeliydi.
Ramazan-ı Şerif ayı ekinlerin biçilmeye başlamasıyla birlikte eda ediliyordu. Bahar mevsimi bitmiş, artık yaz gelmişti. Zaten dedesiyle beraber yaz gününde sahura kalkarak ra mazan orucu tutmaya başlamıştı. Hem de yazın tam ortasıydı. Hava oldukça sıcak geçiyor ve her şartta sıcaklar varlığını hissettiriyordu. Esasında yaz sıcağında oruç tutmak çok zordu Bu zorluk çocuklar için daha çok artıyordu. İnsan, özellikle susuzluktan ve çok uzun gündüz vaktinin verdiği yorgunluktan halsiz, güçsüz kalıyordu. Ağzı kuruyor ve saatler ilerledikçe vücutta oluşan su kaybından dolayı şiddetli bir baş ağrısı başlıyordu. Güneşin kavurucu sıca ğı altında çalışmayı ve ekin biçmeyi bırak, oturmak bile imkansız oluyordu. Gölgelik bir yer bulan hemencecik oraya kıvrılı veriyordu. Pek tabi ki doğada bulunan bütün mahlukatlar da bu sıcaktan korunmak için gölgeli, serin bir yer arıyordu. Böcekler, merçemeneler ve di ğerleri yeni biçilmiş desteleri yığınlarının altında gölgeleniyordu.
Ancak mütedeyyin insanlar, inançlı müslümanlar kalben inandıkları ve Allah’a kul- luklarının nişanesi için tüm bu zorluklara katlanıp, göğüs gererek dayanıp sabrediyordu. Zira, Orucun sabır ve Yaradan’a bir şükrün ifadesi olduğunu biliyorlardı.
Dedesi, ekin biçerken çok kıymatlı torununu sıcakta su kabağıyla çeşmeye su doldur maya dahi göndermiyordu. Çeşme, ekin biçilen yere biraz uzaktı. Oruçlu çocuğu bu yaz sıca ğı çarpabilir ve yolda yürürken gözleri kararıp, yere düşebilir ve hayati tehlike atlatabilirdi. O güneşe çıkmadan, ekin ve otla uğraşmadan, deste toplamadan gölgede oturarak, dinlene rek orucunu öylece tutmalıydı.
Aile büyükleri; " Sultan Navruz daha küçüksün, orucu tutmaya seneye başlarsın” di yorlardı. Fakat o, orucu tutmaya bir kere niyetlenmişti. Zor şartlarda oruç tutmak için söz vermişti. Hem aynı şartlarda dedesi oruç tutuyordu. O’nun dayandığına kendisi de fevkala
de dayanabilirdi. Allah’ın emirlerini farz bilip yerine getirmekle birlikte bu yaştan itibaren her ahvalde Yaradan’a kulluk vazifesi yapmak ve başladığı işi bitirmek için yaz günü de olsa mutlaka orucu tutmalıydı.
Ayrıca bu arada namaza da şevkle başlamıştı. Namaza hazırlanırken ve eda ederken anlatılması çok zor bir heyecan içindeydi. İçi kıpır kıpırdı. Namaz vakti gelince namaza ha-zırlanmanın, abdest almanın başlı başına zevkli bir merasim olduğunu düşünüyordu.
Esasında dedesi leğende abdest alırken suyu hep ibrikle eline o dökerdi. Bundan zevk alıyordu. Gündüzleri arkadaşlarıyla eğlenirken, oyun oynarken namaz vakti gelince görevini asla unutmaz ve oyunu bırakıp, eve gelir ve dedesinin abdest almasına yardım ederdi. Böy- lece namaz vakitlerini çok iyi takip ediyordu. Bu esnada dedesinden gördükçe kendisi de ab dest almayı, namaz kılmayı iyice öğrenmişti. Dedesinin rahlesinde eğitiliyordu.
Ancak Dedesi abdest alırken ayaklarını yıkama bölümüne gelince ibriği elinden alıp kendisi suyu ayağına dökerdi. Bunun nedenini bir türlü anlamıyordu. Bu durumdan mem -nun değildi. Buna çok üzülüyordu. Dedesi abdestini aldıktan sonra kendisi abdestini alıp, dış kapının önünde camiye gitmek için hazır vaziyette beklerdi.
Ezan okunmadan dedesi ile birlikte erkenden camiye giderlerdi. Camide o’nu gören dedesi yaşıtında insanlar ve tanımadığı amcalar başını okşayarak seviyordu. “Koskocaman bir aferin, koçum sana” diyorlardı. Böylece yaptığı ibadetten iyice haz alıp şevke geliyordu.
Dedesi namazı sürekli ve öncelikle camide cemaatla kılmaya gayret ederdi. Dünya iş leri meşğalesinden bunun mümkün olmaması halinde mutlaka evinde vaktinde kılardı. Asla namazı geciktirmezdi. Evinde herkese “Namazı vaktinde kılmalarını” ısrarla söylerdi.
Dedesi bu konu ya çok dikkat ededi. Herkesin “Hassas davranmasını” ister ve “kasti kılınmayan namazın kazası olmaz, bunun için namazı kazaya bırakmadan kılınız. Şayet farz yerine kabul olsun niyetiyle namaz kılarsanız, makbulü ve kabulünü Allah bilir.” derdi.
Ayrıca; “Peygamber Efendimiz zamanında, islamiyetin ilk yıllarında namaz kazaya bı- rakılmazdı. Özürsüz olarak kasten kılınmayan namazın kazasının olmadığı ve savaş halinin bile namaz kılmamak için özür nedeni sayılmadığını” sohbetlerinde defaatle söylerdi.
Sultan Navruz ’da tıpkı Dedesi gibi nizam, intizam ve disiplinli yaşayan, çocuksu yara- mazlık yapmayan hal ve hareketleriyle yaşıtlarının üstünde bir çocuk görünümündeydi. Mart ayının yirmi birinci günü doğduğu için ismini dedesi kulağına ezan okuyarak “Sultan Navruz” koymuştu. Kısaca bazıları “Navruz” bazıları ise “Sultan” diye çağırırdı. Uzun olduğu için ikisini birden söyleyen çok az kişi vardı. Dedesinin ilk ve erkek torunuydu, ayrıcalıklıydı. Bunun için bir dediği iki edilmiyor, el üstünde tutuluyordu. Dedesi, mümkün oldukça gittiği her yere yanında götürüyordu.
Ataları, orta asyadan, Buhara’dan, Horasan Erenlerinin izini takip ederek Anadolu’ya ve Taşeli bölgesine gelmişlerdi. Taşeli’nde beylik kurulmasında görev alıp katkıları olmuştu. Bunun için bu yörenin en eski yerleşim yerine yerleşmişlerdi. Secereleri, soyları Sultan Me- lik Şah’ın ordusunda görev yapan Türkmen komutanlara kadar uzandığı için Türkmen so- yundandır. Bu yörede asırlarca süre gelen bir geçmişleri vardı.
Türkmenler’in Selçuklu sultanlarına candan bağlı olmaları nedeniyle Anadolu Selçuk- lu Sultanlarına izafeten dedesi hep “Sultan Navruz’um” diye çağırır ve severdi. Dedesi aynı düşünceyle halasına da “Sultan” ismi vermişti. Dedesinin evinde iki sultan vardı.
Sultan Navruz’un babası gurbette amele olarak çalışıyordu. Güz’ün sonunda kara kış ayları gelmeden evinden ayrılır ve baharın başlamasıyla birlikte gurbetten dönerdi. Baba o cağı kocaman evde büyük ve er kişi olarak ak sakallı dedesini daha çok görüyordu. Bütün ai le bir arada yaşıyordu. Yaşamın ve hayatın kurallarını dedesinden öğreniyordu. Kışın kar ya ğınca yollar kapanıyordu. Misafirler ve yolcuların konaklamaları için yaptırılan odalarına ya gelen yabancı olmuyordu. Yada köyde mahsur kalanlar oluyordu. Hep aynı simalar, yüzler toprak damlı evlerin içinde dönüp duruyordu. Evlerine komşuları olan amcazadelerinin ha -ne halkından başka kimseler gelmiyordu. Sanki bütün sülaleyi taallut bir arada yaşıyordu.
Bir de evlerinde dedesinin Hasan adında on beş yaşlarında çobanı vardı. Hasan’ın ba bası ince hastalıktan vefat etmişti. Ablası ve kardeşi yetim kalmıştı. Halleri ve maddi durum ları çok iyi olmadığı için Hasan, dedesinin keçilerini dağlarda otlatıyordu. Uzaktan da olsa akraba olduğu için dedesi himaye ediyor ve geçimlerini gözetiyordu.
Sultan Navruz aklı ereliden beri Hasanı evlerinde görüyordu. Hasan evde olduğu süre ce kendisine ağabeylik ve arkadaşlık yapıyordu. O’da hep “Hasan Ağa” diye seslenir ve onu çok severdi, Hasan’da Navruz’u öz kardeşi gibi bilip çok sever ve koruyup, himaye ederdi. E linde büyütürdü. O’nun için gözünü budaktan sakınmaz, esirğemezdi. Gerektiğinde o’nun için canını bile verebilirdi.
Dedesi amcalarını büyük okullarda okumaları için şehre göndermişti. Bu oğlak ve keçi ile büyükbaş hayvanları yaz, kış Hasan otlatırdı. Evin oğlu gibi her işe yardımcı oluyordu. Ha san bekardı ve bıyıkları yeni terliyordu. Sanki ev halkından birisiydi. Çoğu zaman kendi evi ne gitmez, gece dedesinin evinde ya tardı. Anasından çok Navruz’u özlüyordu. Sultan Nav - ruz geceleri Hasan’ın anlattığı masalları ve kurt, ayı, tilki gibi yabani hayvan hikayelerini dinlemek için sessizce onun yatağına kıvrılıverirdi. Bu hikayeleri çok seviyor ve ağası anlat- tıkça dinlemekten bir başka haz alıyordu. Hikayenin bitmesini asla istemiyordu. Fakat dinle diği hikayelerin sonunu duymadan her seferinde uyuya kalırdı. Bu nedenle Hasanın anlattı ğı hikayenin çoğunun sonunu hatırlamazdı. Bunun için hikayeleri hep yarım, yamalak bilir ve hatırlardı.
Yaz geceleri yataklar damlara yan yana serilirdi. Kimse sıcaktan içeride yatmak, uyu mak istemezdi. Sıcaktan uyuyamazdı zaten. Çoban Hasan’ın yatağı da erkenden kalkacağı ve başkasını rahatsız etmemesi için hayat damın girişine yakın uç köşesine seriliyordu.
Hasan bir yaz gecesi evin hayatına serili yatağına uzanıp gökyüzünde mehtabı ve sa- manyolu seyrederken usulca yanına Navruz ’un geldiğini gördü. Navruz’un amacı yine yeni bir hikaye dinlemektir. Hasan’da bunu bildiği için o’na Kocadağ’ın zirvesinden nehire düşen “Çoban Mehmet’in” acıklı hikayesini kısık bir sesle anlatmaya başladı.
../…
Süleyman YILDIZ/ LEMOS 5303
YORUMLAR
selam dodt kalem can hemşerim diyorum çünkü öyle layık gördüm ne güzel bir üslüpla anlatıp yazmışın gerçekten yogunlugunu insanın alıveriyor serin sulu koyaklardan meltem rüzgarı gibi insanın içine haz veriyor böylesine deyerli bir çalışmayla sevenlerin karşısına çıkabilmek onur verici tebrik ederim YÜCE MEVLAMDA 2 CİHANDA SENİ GÖRÜP YÜZÜNÜ GÜLDÜRSÜN size selamlarımla beraber tam puanımı bırakıp gülkokulu yazına bir demet ısparta gülü bırakıyorum saygılar