- 594 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ŞAYET ÖLÜME BİR ADIMINIZ KALMIŞ OLSAYDI…
Hiç, sözcüğüne takıldı aklım.
Birkaç beyaz martı az ileride hafif çalkantılı denizin yüzeyini gagalamaktaydı.
Arada yükselip, birkaç kanat çırpması sonrası suyun yüzeyine pike yapar gibi hızla iniyor, yükseliyorlardı. Aynı anda “hiç” sözcüğünü ataşladığım belleğimden çıkarttım.
“Ölüm” sözcüğü takip etti ardından da bir “ karşılaşmak” sözcüğü aklımdan ileriye doğru yol aldı. Birleştirdim bu üç sözcüğü, bir soru cümlesi dudaklarımdan açık denizlere döküldü:
Hiç ölümle karşılaştınız mı?
Ölümün o soğuk nefesi ensenizde hissedip, hiç üşüdünüz mü?
Neydi beni bu elemli düşüncelere itip aklımı gölgelendiren şey?
Belki de okuduğum bir tarih kitabında Allah-ın verdiği canı, insan eliyle alınmasına bir duygu tepkisiydi. Belki de Genç Osman-ın cellâdına öfke ve isyanını hapşırdığı sözleriydi:
“Hain ben sana neyledim? İki defa canını bağışlayıp üstüne üstlük bir de makam sahibi ettim. Bana bu düşmanlığın nedendir? Alçak!”
Bu yürek isyanını Genç Osman, tahtından zorla indirildiği 20 Mayıs 1622 günü Yedikule Zindanı’nda yumurtalıkları acımasızca sıkılmış, bu yetmemiş bir kementle boğulmuş. Yaşı on sekizmiş. Asıl dikkat çeken sözleri ise idamdan önce Sadrazam Davud Paşa’ya söyledikleri;
“Beni ecnebilere yaranmak için asıyorlar. Buna adalet diyorlarsa, kahrolsun böyle adalet. Çocuklarımı milletimin uğrunda yetim bırakıyorum. Allah, vatan ve milletime zeval vermesin. Âmin!”
340 sene sonra yine bir devlet adamı, yine bir idam sehpası öncesi İmralı-da son arzusu sorulduğunda bir sigara istedi. Ciğerlerine soluduğu sigarası Malbora değil, Yenice sigarasıydı. Ve son sözleri de şu oldu:
“Dünyadan ayrıldığım şu anda, ailemi ve çocuklarımı şefkatle andığımı kendilerine bildirin. “
Ardından bir solukluk nikotin zamanında son vedası yine VATAN SEVGİSİ ağır basmıştı.
“Vatanı ve milleti Allah refah içinde bıraksın!..”
Yahya Kemal “Mesele ölmekte değil...” derken,
“Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor
Lakin vatandan ayrılışın ıstırabı zor
Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sahile
Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile”
Bu dizelere Yunus Emre yüreğinden akıtıyor ” Uzun söze ne gerek var?” der gibi, zamanı rüzgâra benzetmiş adeta…
“ Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi
Bir göz yumup açmış gibi.”
Orhon Seyfi Orhon da yaşamı sorgulamış, az da sitemkâr davranmış yaşama, “anlamış değilim bende” diye, gönlünün pınarlarına katmış duygularını;
“ Yaşıyor en küçük zerre bile,
Yaşıyor aynı nizamıyla cihan!
Aynı kuvvet yaşıyor,
Aynı kudret yaşıyor,
Yaşıyor önsüz olan, sonsuz olan kanunlar!
Yaşıyorken bunlar,
Niye insan ölüyor öyleyse?
Niye mahvolmadı şahsiyetimiz?
İyinin, doğrunun, aşkın, güzelin,
Yok, mu bir zerre kadar kıymeti de?
Öleceksek niye doğduk acaba?”…
Orhan Seyfi Orhon’ın son dizelerine değince gözlerim ve duygulanan yüreğim, bir anda “Tövbe Hâşâ!” diyesim geldi. Ardından sanki Hayyam onu destekler gibi yetişti:
Geldimse bu dünyaya ne bulmuş dünya
Gitsem de eğer kıymeti eksilmez ya!
Bir kimse çıkıp da anlatıp söylemedi
Gelmekte ve gitmekteki hikmet ne ola?
Bir anda sarsıldım bu iki ustanın söz birliğinden, o anda Ziya Paşa yetişti imdadıma:
Ya Rab, ne eksilirdi derya-yı izzetinden
Peymane-i vücuda zehrab dolmasaydı
Sanki bizim bu söyleşimize tanık olmuş gibi sözlerimizi öfkesiyle biçiverdi Necip Fazıl Kısakürek:
Allah-ı hakikate soran kafa ne sakat?
Hakikat de ne, Hakkın muradıdır hakikat!
Balonunu kaçırmış çocuk gibi ağla dur!
Rabbim öyle emretmiş, ya dize gel, ya da kudur!
Şairin öfkesini dize dize kusması ile sanki bir ayaz dolmuştu yüreğime. İliklerime kadar üşüdüm, felsefi bakışla “ Ne soru sormak, ne kudurmak gerek, düşüncelerin gelişmesi, yaşamın yenilenmesi için yeniden doğmak gerek, belki de” diye düşüncelerini yansıtan Tevfik Fikret sanki bir uzlaşma sağlar gibiydi.
Ölmek hayatı tazelemektir: Biz ölmezsek efkâr ölür.
Martılar bu kez denize değil kumsala iniş yapmışlardı. Nedeni ise küçük bir kız çocuğunun elindeki simidi ufak parçalarla “gel pisi pisi” diye denize doğru fırlatmasıydı. Beni geçmişteki şairlerin söyleşilerinden ayıran da üç yaşlarında tahmin ettiğim küçük kız çocuğunun martılara bir kediyi davet eder gibi seslenişiydi…
Ne hoş bir görüntüydü!..
Çocuk dili, ne kadar da masum ve sade…
Dünyadaki dillerin neden farklı oluşunu anlatan filozof teyzenin yedi sene önce anlattıkları, gelmişti o anda aklıma…
“Hz. Âdem-e Allah tam 1000 sene ömür vermiş. Cebrail A.S yeryüzüne indirilen Hz. Âdem-e bir sandık getirmiş. Bu sandık içinde tüm peygamberlerin kaç yıl yaşadığına dair bilgiler varmış. En kısa ömürlü olan 60 yıl ömür biçilmiş, Hz. Davut Peygambermiş.
-Neden Davut oğlumun yaşı bu kadar kısa?
Melek yanıt vermiş:
-Rab öyle uygun görmüş.
Hz. Âdem:
-Benim ömrümden 40 sene versem, oğlum Davut 100 yıl yaşasa Rabbim kabul eder mi?
Melek Rabbin yanına varmış ve Hz. Âdem-in bu talebini iletmiş.
-Ya Âdem, Rabbin selamı var sana ve ömründen 40 sene verdi, oğlun Davut-a.
Hz. Âdem eşi Hz. Havva-dan bir sürü çocuk olmuş ve çoğalmış insanlar. Habil ve Kabil kavgasından sonra, ilk ölüm Habil ile gerçekleşmiş. İyiler ve kötüler ikiye ayrılıp, kabileler oluşmuş bir süre sonra. Öyle ki, Hz. Adem 600’lü yaşlara varınca oğullarından bir kısmı kendi aralarında, “Adem Babamız ölmedi, onun hükümranlığı yaşadığı sürece de bize geçmez, en iyisi onu öldürüp, lider olmak. Cinayet planları yapmışlar. Rab bu planları melek vasıtası ile ona duyurmuş. İşte o anda Hz. Âdem çok üzülmüş:
“Rabbim, ne olur başka cinayetler, ölümler olmasın, kan dökülmesin, kardeş kardeşi vurup öldürmesin, öyle olsun ki birbirlerinin dillerini anlamayıp, duymasınlar, planlarını boz, ne olur!” diye niyazlarda bulunur.
Allah onu duyar ve bir gecede tüm insanların dillerini farklı kılar. Sabah uyanınca da kimse kimseyi anlayamaz hale gelir ve ortak lisan yitirilmiş olur.”
Şimdi bu küçük kız çocuğu “gel pisi pisi” demiş, ne fark eder? Geldi işte beyaz martılar.
Peki, asıl olan nedir ki?
Orhan Veli usulca fısıldamıştı sanki kulağıma hoş bir seda gibi…
Devri tamam oldu pervanenin
Gökten bir beklediğim kalmadı
Tükendi artık içimde tadı
Yıldızlı küreler düşünmenin
Ne çıkar karşıma çıksa ecel?
Bu boşluk ondan daha mı iyi?
Başka bir âlemden beklediği
Olmayan kula zeval ne güzel!
Derin derin içime çektim İda-nın tatlı esintisini. Küçük kızın simitleri bitmişti. Martılar çığlık çığlığa havada turlar atmaya başladı. Belikli kavruk susamın tadı damaklarında kalmıştı. Onları yakalamaya çalışan küçük eller, sevinçli çığlıklarla gökyüzünü kucaklar gibi açılmış, denize doğru koşmaya başladı. Annesi yetişip, çocuğunu son anda yakaladı.
Gülümsedim. Kızım gelmişti aklıma. İlk kez tuzlu Akdeniz-in koynuna daldığında, aynı yaşlardaydı. Bakışlarım hüzünle gölgelendi. Mavi ufuklara güvercin rengi bulutlar çökmüştü. Esintide yağmur kokusu almıştım.
Başımı zümrüt rengindeki dağlara uzandı. Nisan yağmurları zeytin ağaçlarının tek gıdasıydı.
Genç Osman-ın ölümü çok gerilerde kalmıştı. 16 Eylül 1962 senesinde İmralı adasından bir acı ses dalgalarla taşındı yüreğime.
“ Allah memleketi korusun, millete zeval vermesin, haydi Allah’a ısmarladık.”
Bu sesin sahibi Fatih Rüştü Zorlu-da benzer sözlerini idamdan az önce söylediği gelince hıçkırasım geldi:
"71 gün özgür yaşadım, artık ölüm umurumda değil!..”
Yüksek sesle bağırasım gelmişti:
“O üç fidanın da umurunda değildi ölüm” diye…
Ve sordum kendime:
“Ne değişti ki? “
Evet, yine aynı kana susamışlık. Ve geldik 1972 senesine. Bu kez infaz sehpasında üç genç fidan vardı. Hele biri vardı ki son sözleri daha da vurdu ciğerime. Çünkü gönlümün yeşillikleri adeta demokrasi şehitleriyle kan gölüne dönmüş gibiydi:
“Bir kuduz köpek ateşten nasıl kaçarsa, Amerika’da bağımsızlık için mücadele edenlerden öyle kaçar. Bunun için de ne pahasına olursa olsun bağımsızlık mücadelelerini daha zayıfken ezmek yok etmek ve esaret tahtını devam ettirmek ister.
Bizler Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi ilk şart gördüğümüz, bu işin de mutlaka silâhla kazanılacağına inandığımız için silâha sarıldık ve mücadele ediyoruz. Tek amacımız budur, bunun için Nurhak Dağlarında mücadeleye başladık. Yoksa sayın savcının dediği gibi Anayasa’yı ortadan kaldırmak için değil... “
Ya şimdi?
Ardan tam 50 sene geldi-geçti.
Ne Yedikule Zindanları, ne İmralı Adası, Silivri adı her yerde yazılı…
Sordum yine aklıma gelen soruyu kendime:
“Şayet ölüme bir adım yaklaşmış olsaydım, son sözlerim ne olurdu? Diye…
Herhalde bende;
VATAN SAĞ OLSUN, derdim.
Bunca düşünce ve hüzün çok ağır gelmişti bana, sol yanıma bir sızı geldi. Elimle sıvadım, acısı geçsin diye. Anladım ki yüreğim ağlıyordu gözlerimden önce…
Bir damla değdi yüzüme, bakışlarımı güvercin rengindeki bulutlara çevirdim. Uyumakta olan gökyüzü kirpiklerini aralamıştı. O da ağlıyordu benim ağladığım gibi…
Kulağıma çalınan bir sesle dikkat kesildim. O anda coştu içim. Nasıl coşmaz ki?
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan,
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan;
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan
Türk’üz, Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!
Onuncu Yıl Marşı kulaklarımdan gönül toprağıma Nisan yağmurları gibi çiseliyordu. Yarın 23 Nisan ve "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı"
"Türk Bayrağını ütülemem ve asmam gerek" diye geçirdim içimden.
Tahta banktan kalkıp yürüdüm.
Sahilden evime doğru yol aldığımda havada portakal ve limon çiçeklerinin kokusu asılıydı.
Emine Pişiren/Edremit-Akçay-23.04.2010
www.vidivodo.com/28660/onuncu-yil-marsi